Gülce Edebiyat Akımı

Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.
KÖYLÜ GÖZÜYLE AVRUPA

-Araştırma-İnceleme-

MUSTAFA CEYLAN
************************

ESERİN KÜTÜĞÜ :

KİTABIN ADI : Köylü Gözüyle Avrupa
KAPAK KOMPOZİSYONU : Cem
KAPAK BASKISI : Çetin Ofset
CİLT : Yılmaz Mücellithanesi
YAYINLAYAN : Toker Yayınları-Doğudan-Batıdan Seçmeler Dizisi : No : 12
YAYIN YILI : 1976-İstanbul

Bu eser, Tahir Kutsi Makal’ın “İç Göç” isimli seri röportajlarıyla kazandığı birincilik üzerine BP tarafından Avrupa’da gezi ödüllendirilmesi sırasında yazılmıştır. Tahir Kutsi, Avrupa’dan bu eseri yazarak ülkeye dönmüştür.

181 sahifeden oluşan kitapta üç ana bölüm bulunmaktadır.

Bu bölümler :
1)Köylü Gözüyle Avrupa
2)Tuna’dan Karpatlara
3)Ver Elini Afrika’ dır.

BÖLÜM : I

KÖYLÜ GÖZÜYLE AVRUPA

“Ben bir köy çocuğuyum
Boyum, adımlarım kısa
Monoton geçer günlerim
Düşlerim de olmasa !
Ama düşümde Paris’i görmem
Londra aklıma sığmaz
Birşeyler dinledimse Kore hakkında
Süngü pırıltısında oraya uzanırım
İstanbul’un göklerini görür de
Dünya yıkılıyor sanırım !..”


“ÇİRKİN AVRUPA” başlıklı yazısında; “Düş görmek kadar rahat, güzel bir şey yoktur. Nereye düşünürse gezer insan düşünde ! İlk olarak uçağa düşümde binmiştim. Çocuktum, köyün çayırlığına çift kanatlı “pırpır” konmuştu. Çevresine toplanmış, içine girip gezmekler düşünmüştük. Gece sabaha karşı nice uzaklıkları aştım, dağlar ötesinde de başka köyler, koca köyler vardı, gördüm. Uyandığımda bostan kerevetinden sarkmıştı ayağım. Masallardaki şehzadenin “zümrüd-ü Anka” kuşuna binip ülkeler aşışına benzeyen gezim bitsin istemiyordum. Uykum açılmasın diye gözlerimi ovalamıyordum.

Nerden girecekti yabancı şehirler düşüme ?.. Kocaköy İstanbul’ dan nasıl, ne biçim çıkaracaktım? Ama işte rüyama sığmayan Paris karşımda idi. İşte aklımın almadığı kalabalık Londra’ nın içinde idim. Eh gayri, şöyle böyle, yarım yamalak da olsa Avrupa’ yı da gördük. Gayri ölmeyiz. Gayri bize karada ölüm yok !..”

“Her yiğidin ayrı bir yoğurt yeyişi varmış, her uçağın uçuşu aynı ! Önce hırr, sonra pırr !.. Pırpırlar, devrini çoktan doldurmuş. Şimdi jet çağında imişiz. Kağnıya biner gibi atladık uçaklara... Şurası senin, burası benim, ver elini Atina, Roma, Londra, Paris, Brüksel, Münih... Ve küçük haritaların adını yazmadığı irili ufaklı şehirler, köyler... Şehirlerde sekiz-on kavak boyu kat kat binalar, tarihi ve bugünü kucaklayan dev yapılar, gezeni yoran ve yoğuran müzeler... Köstebek deliği gibi her yanından açılan deliklerle altı tren geçmesi için oyulan şehirler, köstebek deliklerine girip çıkan, soluyup koşan karıncalar çoğunluğunca insanlar, somurtkan insanlar, güler yüzlüler, neşeliler, işliler, işçiler, memurlar, hatipler, kâtipler, dalgacılar, dalavereciler... Kim bilir hangi dilden; konuşup sevişenler, konuşup kavgaya tutuşanlar... İnsanlar, insanlar, insanlar...

“Elleri var bizim ele benzemez
Dilleri var bizim dile benzemez.”

En son söyleyeceğimi ilk baştan yazıvereyim. Avrupa, Avrupa; derlerdi de gözümde büyürdü. Karşıdan baktım dağ gibi, yanına vardım kav gibi !.. Çirkin Avrupa, Avrupa’ yı beğenmedim!. Marko Polo’ nun doğudan barutu getirmesiyle kaderi değişen, kömür ve demir kokusuna boğulup manevi değerlerini apartmanların zemin katlarındaki hiçbir sanat dalının kabul edemeyeceği danslarda “bunalımı” nı kaybetmeye çalışanların ayak patırtılarında eritme yolundaki Avrupa, çirkin ! Sevilesi hali yok koca şehirlerin, bol ışıkların !.. Gürültülü fabrika dumanları gölgesinde, herkesin gözü önünde öpüşen çiftlerin sevilesi hali yok !..

Avrupa’nın en çok İstanbul’a dönüşü hoşuma gitti !

Olduğun gibi kalasın Avrupa ister hoşça, ister boşça ! Gözünü, güneşini sevdiğim Türkiye merhaba !..

Avrupa’ yı da gördük, gayri ölmeyiz; diyordum. Yediğim içtiğim benim olacak, gördüklerimi anlatmak boynumun borcu...”

İşte Makal’ ın dilinden inciler dizisi...

“Önce hırr, sonra pırr !” ve “kağnıya biner gibi uçağa binmek”, “sekiz, on kavak boyu binalar”, “Köstebek deliği gibi tren tünelleri” ve “karıncalar gibi insanlar”.. İşte, köylü gözüyle bakış... Köylünün gözünde yükseklik ölçüsü kavak boyuyladır...
Ve “Gözünü, güneşini sevdiğim Türkiye...” İşte Makal... Şiirsel ifadelerle nefis bir anlatım...

Tahir Kutsi Makal, “DİL” başlığı altında, batılıların hindiye “Turkey” adını verdiklerini espritüel bir tarzda dile getirdikten sonra, “Memleketimin dillerini... Kaçmaktan, kovalamaya fırsat kalmadı. Onları öğrenmeye çalışırken Avupa dillerine pek bakamadım. Başta anadilim Türkçe’ yi bilirim, ikincisi çerkezce konuşurum, kürtçe anlarım, çingenece şarkı söylerim, lazca hem türkü söylerim hem fıkra anlatırım...” demektedir.

Yazarımız daha sonra “Yunanlılar her telden çalan kişiler olmak, karakterleri uyarınca, her dilden anlamaya gayret ediyorlar. İtalya’ da İngilizce konuşan pek az, dillerinin Fransızca’ dan ayrıldığı kelime sonlarına konulan “o”, “a” dan ibaret olduğu için her İtalyan, Fransızca bildiğini sanıyor. Almanya’ da öldürallah Fransızca ve İngilizce konuşulmuyor. Savaşların doğurduğu kinin zararı bize de dokundu. Münih hava alanında uçaktan yer ayırtmak için Fransızca konuşan memuru boşuna aradım. Yarım saat sağa sola başvurduktan sonra bir hostes kıyıya çekti de beni, kurtuldum. Usul usul konuştu hostes, mırıltı ve fısıltı ile derdimi anlattım...

Belçika’nın iki resmi dili var : Flamanca ve Fransızca ! Her sokak adı, her evrak iki dilden yazılıyor. Tek dil bilen adama devlet kapısından ekmek yok Belçika’da !...” demektedir.

“DİREK” de yazar; “...Milletler de insanoğlu gibi. Doğuyor, emekliyor, gelişiyor, ihtiyarlıyor ve ölüyor. Birkaç yıl önce Avrupa gelişme çağında idi. Olgunluk devresini yaşıyordu. Belki bir bakıma şimdi de olgunluk çağında sayılabilir. Fakat tehlike büyük !.. Madde ve manâ olarak kendini aşamayan, olgunluk çağında pürüzlerini tamamlayamayan milletler için tehlike büyük !.

İkinci Dünya Savaşının doğurduğu güçlükler, sıkıntılar, çeşitli iktisadi ve siyasi buhranlar ile sarsıntı geçiren, içi boşalan gençlik yarın, uygarlık direkleri çatırdayan Avrupa’ nın yıkıntısı altında kalabilir !.. Cesaretle reformlar yapmak zamanıdır.. Benden söylemesi.. Batı blokunun daha kuvvetli olmasını, iktisadi, idari, ahlâki üstünlükler kazanmasını istediğim için yazıyorum. Cepleri dolarla şişkin hovarda turistler gibi “Oh ne güzel memleketler, ne de güzel gezip eğlendim...” de diyebilirim. Ama eğri otursak da doğru konuşuruz !...” demektedir.

“PARİS’TE GEZİNTİ” başlığı altında, “Akıllının biri, Güstave Eifel adında bir mühendis çıkmış, tonlarca demir ve çelik parçasını bir araya getirmiş, bir acayip yapı yapıp yakıştırmış. Herkes para verip asansörün götürdüğü yere kadar gidip oradan Paris’i seyrediyor. 300 metre yükseklikteki, yedi yılda bir, 30 ton boya ile boyanabilen kuleye, yapanın adını koymuşlar.: Eyfel Kulesi. Uçak Orly hava alanına inince hemen boyunu gösterip selâmlamıştı bizi. “Benim gözümle herşey güzel, diyordu, gel diyordu.” “Acele etme” dedik, Kâbe’ ye girip de nur görmeyenlere benzemek istemeyiz. Paris’e gelmişiz Eyfel’den dünyanın haline bakmaz mıyız? Gözlerimiz açık mı gitsin ?..

Yanına varıp da kulenin tepesindeki bayrağı görebilmek mesele. Boynum kanırılmış, şapkam düşüp rüzgâra kapılarak Seine nehrine yol alıyor, haberim yok ! Hani ya, söylemekler geldi içimden :

Yahu bu Eyfel midir, değil çıkılır gibi
Piza’yı görüp kaçtım, üstüme yıkılır gibi...

Parlak Paris’i, anlatılan Paris’i, hayalde yaşatılan Paris’i görmek için 3 Frank’a kıyıp da asansörle ikinci kata çıkmak gerek. Şehri çepeçevre saran, arada şirin bir adacık meydana getiren nehir, ihtilâli yaşayan Versay sarayı, Etoile alanındaki Zafer Takı hepsi, hepsi ayakların altında ! İnsanlar daha güzel burada, içi iyiliklerle dolu insanlar, öfkesiz, ihtirassız, sevimli insanlar... Fransa’nın arması geliyor insanın aklına. Hürriyet ne güzel şey deniliyor. “Eşitlik” diye atılıyor birisi... Ve herkesin düşüncesi iyiliklerle dolu. Armadaki üçüncü yazı ayrıca gözleri yaşartıyor : Kardeşlik !...”

Yazarımız daha sonra, misafir olduğu bir Fransız evini tasvir eder. Tek odalık bir evde çocuk pisliklerinin kokusunun yemek kokularına nasıl karıştığını anlatarak, Paris’in bir başka yüzünün resmini çizer. Ve sözlerini “Paris’ten bende, kadınlarının ünlü parfüm kokularını bastıran bir başka koku kaldı !..” sözleriyle sona erdirir.

“KAYSERİLİYE TAŞ” yazısında; “Aşk Çeşmesi”ne dilek tutularak atılan paraları anlatır ve İtalya’da hırsızlık ve gangsterlik okullarının bulunduğunu söyler. Ve bir lokantaya girişte şapkasının nasıl “araklandığını” anlatır. Yazar daha sonra, “İtalyanların kafası şeytanlıkta güzel işliyor. “İlâhi komedi” yazarının memleketinde devamlı komedi oynanıyor. Sokak satıcıları kimin daha iyi yolunacağını karşıdan kestiriyorlar. Bir mağazanın vitrinine bakmaya görün, hemen kafese girdiniz demektir, muhakkak bir şeyler alıp da çıkacaksınız!...” demektedir.

Daha sonra ise, İtalyanların hilede başarılı olmaları kaleme alınmakta ve bunlar eşeği boyayıp babalarına satmakta usta olmuşlar denmektedir.

“TÜRK LOKANTASI” başlığı altında yazarımız, Fransa da yemek yeme konusunda duyduğu sıkıntıları dile getirmektedir. Sonra da, bir Türk lokantasını bulduğunda yaptığı yemek bayramının sevincini anlatmaktadır.

“PEÇELİ” yazısında, Londra’dan bahseder. Sisi görünce Londra’ya “peçeli” adını takıvermiştir.

“GERİCİLER ÜLKESİ” nde, “İlericiler, gericiliği gelip te Avrupa’da görsünler. Din ve tarihe bağlılık nasıl olurmuş Avrupa’da görsünler...”der. İngilizlerin eskiye rağbet edişleri, kraliçelik müessesesi ve sistemleri kaleme alınır.

“BÖYLE KÖY OLMAZ” yazısında, “Avrupa’nın Doğu’dan üstünlüğü yol ile başlıyor. Medeniyet eşittir yol denilse yeri. Londra’da başlayan asfalt köylerde sona ermiyordu, daha başka yüzlerce köyü dolaşıp kucaklıyordu. Şehirden şehire, köyden köye değil, köyün tarla bölümlerine kadar girmişti asfalt. Yol boyunca köylünün de bir otomobile sahip olacağı tabii idi. Yolun, medeniyetin imkânlarını köye götüreceği tabii idi.”

“Yol, okul, su-Yönümüz köye doğru” ne güzel sözdür. Seçimden seçime politikacıların ağzından ne de sık duyarız...”

“Köylü, yeni gelişmeleri, çiftlik hakkında yeni gelişmeleri, yeni tarım aletlerinin bulunduğunu ve kullanış şekillerini “köy kitaplığı”na gidip öğreniyor. Her köyde, köylülerin umumi toplantıda seçtiği “Köy Meclisi” var. 5-15 üyeli köy meclisi köyü yönetiyor. Köy meclisi, zerzevat bahçelerinin bakımını sağlamak, spor sahaları kurmak, okulu ve kiliseyi onarmak gibi görevlerden önce kitaplık konusunu ele alıyor. Ve bütçenin dörtte birini kitap, gazete, dergi için ayırıyor.” Dedikten sonra, Avrupa köy ve köylüsünü tasvir ediyor. Ve sonra, sözlerine “Birbirine ve şehirlere bağlanmak için 400 bin kilometre yol bekleyen Anadolu köyleri, sizin de böyle günlerinizi özlüyorum” şeklinde son vermektedir.

“İNSANIN DEĞERİ” yazısında yazarımız, İngiliz sağlık sisteminin güzel yanlarını anlatmıştır.

“ÇIK KÜRSÜYE” yazısında, İngiltere’deki geniş söz ve yazı hürriyetinden bahsetmiş ve her şehirde kurulmuş bulunan “Serbest Kürsü”leri ele almıştır. Ayrıca, BBC radyo yayınlarından ve yayın politikasından bahsetmiştir.

“KÖPEK OKULU” yazısında, İngilizlerin hayvan sevgisi dile getirilmiştir.
“YOKLAR ÜLKESİ” nde, İngiliz siyasal sistemi, parlamentosu ele alınmıştır.
“İÇ GÖÇ ÖNLENİYOR” yazısında, “Her yer öyleymiş, öyle dediler; İngiltere’nin benim gezdiğim bölgelerinde haftanın beş günü trenler, otomobiller, bisikletler, milyonlarca kişiyi işyerine taşıyor. Taşıtlar, hergün yalnız Londra’ya dışardan üç milyona yakın insanı bürolara, fabrikalara, atölyelere getirip götürüyor. Dünyada ilk defa geniş çapta sanayileşme gayretine girişen ve bu konuda başarılı adımlar atan İngiltere’de gözler ne tarafa çevrilse bir fabrika bacası görüyor. Hangi sokaktan geçilse kulakları bir tezgâhın, atölyenin sesi dolduruyor. Londra semalarını kaplayan ağır sise sıcak su akıntısının etkisinden ayrı olarak fabrika bacalarından yükselen duman da karışıyor.” Demektedir. Bu yazıda, İngiltere’nin sanayileşmede gösterdiği başarı ve yaptığı hamleler anlatılmıştır.

“TRAKTÖRÜN TEKERLEĞİ” nde “... Türkiye’ ye ilk giren traktör “Fordson” markasını taşıyor. Fordsonun fabrikasını Londra’da gezdim. Ford fabrikalarının Amerikalı sahibi Ford’un prensibi hammaddenin, enerjinin ayağına gitmek, merkeziyetçiliği bırakıp otomobil olsun, kamyon olsun, traktör olsun “makine”lerini ucuza mal etmek, ucuz malı iyi yapıp lüks olmaktan çıkarıp piyasaya sürmek. 1929’da İngiltere’de İngilizlerin de katılmasıyla kurulmuş, Londra’nın Essex bölgesindeki fabrika.” Dedikten sonra Ford fabrikasının tasvirine geçmektedir.

“SES VEREN KADIN” da yazarımız, “...Yol izlenimlerini Londra Radyosu, Türkiye’deki dinleyicilerine “karşılıklı konuşma” şeklinde duyurdu. Londra radyosunun kısaca adı BBC 1927’de Kraliyet emirleriyle halka hizmet amacıyla kurulmuş. İngilizce yayınlarından ayrı olarak 43 ayrı dilde yayın yapıyor. Her gün üç kere de Türkiye için yayını var. Türkçe servisini gayet güzel Türkçe bilen, doktorasını Türkiye için yazdığı etüd ile veren palabıyıklı Mr. Mango yönetiyor. Turizm bürosu müdürü Yusuf Mardin’in verdiği yemekte tanışmıştık. Türkiye’yi seven insan gözünden belli oluyor, seviştik ve uzun konuştuk.”

Bu kitap yazıldığında ülkemizde henüz televizyon yoktu dipnotu dikkatlerimizi çekerken, yazarımız : “Yakında bizde de olacak inşallah” diye daha o günlerde televizyon yayınlarının müjdesini vermiştir.

“BİZDEN KAPMIŞLAR” da yazar, Kembriç şehri ve üniversitesini anlatmıştır.
“PLAN İLE PİLAV” yazısında ise, “Sultan İbrahim’in hekimbaşısı “Kör Hekim” diye ün salmış. Her iki gözü de âma imiş. İngiliz kralı hastalanınca dünyanın en ünlü tıp bilgini olduğu için “emri şahane” ile Londra’ya gönderilmiş. Daha önce de gelen hekimler kralın yakınları tarafından denenir. Vezir vüzera’nın evinde dinlendirilirmiş. Kör Hekim’in konuk kaldığı asilzade evinde bir genç kız kahve getirmiş. Fincanları almaya geldiğinde genç kız; Türk hekimi ev sahibine sormuş :

-“Vakitli vakitsiz sevişerek vazifesini ihmal eden, fırsat bulunca aşna fişna ile uğraşan hizmetçi kızları çok tutar mısınız?”
-“Hayrola?” demişler.
Ve anlatmış. Ve hizmetçi kızı çağırmışlar.
-“Dinine imanına söyle demiş hekim, biraz önce, fincanları almaya gelmeden önce bir delikanlı ile hangi odada buluştunuz ?”
Genç kız, sevdiği delikanlı ile birleştiğini itiraf etmek zorunda kalmış...
-“Aman, demişler, nasıl bildin ?
-“Yürüyüşünün şekli değişti de ondan...”
-“Sen bunu bildin, bizim çocuğun mızıklayıp duruşunun sebebini de bilirsin, demiş ev sahibi, her ne yedirsek durmadan bağırıyor ve karnı doymuyor.”
-“Getirin” çocuğu demiş Hekimbaşı. Çocuk getirilmiş ve muayene edilmiş.
-“Söz ver karını boşamayacağına !..”
-“Söz veriyorum...”
-“Bunda Türk kanı vardır. Türk kanı taşıyan çocuğun bulgur pilavı yemeden karnı doymaz.”
Evin kadını, bir Türk ile münasebetini izahtan sonra hemen bulgur pilavı bulmaya koşmuş.

Anlattığımız tabii hikâye; fakat ben şunu demek isterim, evvelallah pilavcıyızdır ! “Pilav cephesinde kaşık muharebesi...”sözü de ünlüdür. İngiltere ise plânı ile ünlü.”demektedir. Ardından, “Gezintiyi plâna bağlayan milletin, devlet ve memleket işlerini plânla yapması kadar tabii ne olabilir? İngiltere, evet böyle diyorlar, bugünkü “kudretli durumuna plân ile program ile gelebilmiş. Halâ da her işte ve her yerde “plân ve program” diyerek, İngilizlerin plânlı kalkınma sürecini vurgulamaya çalışmaktadır. Ve sözlerine : “Bir lokma, bir hırka” demişiz. Lokma da bulgur pilavı lokması. Bazen de onun için “plân” yerine “plav” deyip geçiyoruz... Günden güne de lokmalarımız küçülüyor...” şeklinde son vermektedir.

“SOĞUK” da İngilizlerin sokakta bir başka kişiyle karşılaştıklarında devlet memuru gibi “soğuk” olduklarını anlatmakta ve trafik akışının soldan, araç direksiyonlarının sağ da bulunuşundan bahsettikten sonra, “sinemalarında sigara içilen tek memleket İngiltere” demektedir.

“MÜZEYE SIĞMAYAN TABLO” da, Britiş Muzeum’ dan bahseder yazarımız. Der ki : “... Her şey var canım. Herşeyi, hepsini derleyip toparlayıp getirmiş elin gâvuru. Kimini satın almış, kimini çalmış, kimini kendi yapmış, kimi kendi atalarının eseri, eski Mısır’dan, yeni Roma’ya, Kızılderililerden yamyamlara gelene dek her milletin her devrin eseri, zevki, zevksizliği... Zulmü, sanat seviyesi.

İnsanın canı adım atmak istemiyor. Yüzyıllarca öncesinin günlerinden ses veren eser karşısında donup ta düşünüp kalıyor seyreden. Hele ki göz, aşina esere, aşina tarih yapıcısına rast geliverince. Eğilseler de kulaklarına söyleyiversem : Kütahyalı ustanın yaptığı en güzel çini Londra Müzesinde, Türk kılıcı, Türk ustalarının örs ve çekiç sesi olarak burada. Kazan kepçe, ağızlık işleme, ısmarlama saat, hediye şamdan, Türk sultanlarının boynunu süsleyen gerdanlık burda. Osmanlı imparatorunun orijinal resmi burda.

İşte Fatih Sultan Mehmet Han’ın resmi. Ürperti, sıcaklık, sevinç ve ağlama isteği içimde. Bellini’nin imzası ile dev adamın büyük sanat eseri portresi.

Avrupalı benim kadar, Türkler kadar hayranlıkla seyrediyor Fatih’i. Bugünkü Avrupa O’nun eseri. Tarih yapan, çağ açan adam o. Ortaçağı kapatan adam. Aklı barbarlığa, zulme, cennet anahtarı satmaya eren Avrupalıyı harekete geçiren adam Fatih. Ondan sonra canlılık gelmiş Batı’ya. Rönesans, Reform Fatih’ten sonra. ……..nın Avrupa’da iş görmeye başlaması sonradan gemilere top konulması, gemilerle keşiflere çıkılması yeni çağda. “diyen yazarımız, daha sonra “Amerika’nın keşfinde İstanbul fethinin rolü olduğu”nu ifade etmektedir.

“GELSİN PARALAR ŞENLENSİN BURALAR” da, “... Kanuni’nin sadrazamı Damat Makbul İbrahim Paşa’nın Alman ve İngiliz elçilerine sözü nedir öyle : “Bir daha hükümdarlarını yazılan namelere (imparator)ünvanı sakın ola ki imza diye koymaya... Tek imparator Osmanlı hükümdarıdır !”
“Neyse, biz gelelim radyo-televizyon mülâkatlarına. Sorsun bakalım spiker, biz cevap eyleyelim.” Demekte ve kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları kaleme almaktadır. Verilen cevaplar arasında oldukça ilginç bulduğum cümlelerden bazıları şunlardır :

“Çanakkale’de İngilizlerle değil de İngiliz siyasetiyle çarpışmışız...”

“İstanbul tarih zenginliği ve tabiat güzelliği taşıyan şehir. Londra’nın da kendine göre özelliği ve güzelliği var. Fakat Londra ile İstanbul’dan önce Türkler ile İngilizleri karşılaştırmakta fayda görürüm. Türkler yüzyıllar boyunca üç kıt’ada hakimiyet kurmuşlar. Akdeniz Türk gölü olarak kalmış yıllarca. Fakat Türklerin ard düşüncesi olmamış. Yarını da düşünmemişler. Yeni fethedilen her ülkeden toplanan ganimet, para pul İstanbul’un imarına sarf edilecek yerde, Anadolu’ nun gelişmesine sarf edilecek yerde daha önce fethedilen bir fakir mıntıkanın insanlarının mutluluğuna harcanmış. Üstelik para ile birlikte Anadolu insanının kanı da harcanmış. Osmanlı imparatorluğu hep vermiş. Britanya imparatorluğu ise “rabbena hep bana” demiş, “gelsin paralar, şenlensin buralar” denilmiş. Müstemlekelerden beşe alınan beş yüze satılmış. Elbette Londra bu durumda dünyanın en mamur şehri olacaktır. Elbette İngiltere adasında işlenmemiş tek karış toprak, yüzü gülmeyen tek İngiliz bulunmayacaktır.”

“Şimdilerde aklıma geliyor. Üstelik Türkler imparatorluk sınırlarını bir büyük amaç için genişletmişler. Allah adını dünyaya yaymak için. İngilizin işi madde ile, bizimkisiyse manâ... Düşündükçe bir efkâr kaplıyor içimi. Dün, dünyayı dar gören millet şimdi daracık topraklar üzerinde.

İnsan doğar, gelişir, ölür. Toplumlar da öyle.

En eski tarihe sahip Türk Milleti ölmemiş ama küçültülmek istenmiş. İnsanın ağrına gidiyor. Beynimde Atatürk’ün ve Namık Kemal’in sözleri uğulduyor. “Yüksel ki yerin bu yer değildir. Dünyaya geliş hüner değildir.”, “ Büyük Türk Milleti, senin için yükselmenin hududu yoktur...”

“ATİNA’DA BİR DÜĞÜN” de, Türk Yunan münasebetlerinden bahseder yazarımız.

Tahir Kutsi Makal, eserinin bu birinci bölümünde “Köylü gözüyle Avrupa” yı Anadolu köylüsünün bakışıyla ele almıştır. Mukayeseler, ölçümlemeler ve analizler de bakış, bizim köylümüzün bakışıdır. Kitabı okurken, çağdaş, aydın bir Anadolu köylüsünün batı’daki seyahatini yaşıyorsunuz.

Fıkralar, espriler ve atasözleriyle yer yer süslenmiş, Türkçe’ nin engin ve zengin dağarcığından pırlanta sözlerle donatılmış cümlelerden ibaret bir ifadeler olayı sizi sarıp sarmalamaktadır. Tahir Kutsi’ nin ustalar ustası olmasının sebebi de dilimizi iyi kullanmış olmasıdır.

Rahmetli Kadircan Kaflı Tercüman Gazetesi’ nde bu eser için :”Köylü Gözüyle Avrupa’yı yarı mizah bir kitap sandımdı, okumaya başlayınca anladım ki tam bir edebi eserdir. Yazar, Avrupa’yı dolaşmış, keskin çizgiler, ince istihzalarla anlatıyor...” demiştir.

Zaten, Tahir Kutsi’nin temel özelliği de buradadır. Evet, keskin çizgiler ve istihzalar... Keskin çizgiler milli ve mânevi meseleler üzerindedir. İnce istihzaları ise, ne kadar yanlış, çarpık, devlet ve millet düşmanı kişi ve olay var ise onlara kullanmıştır.

İngilizle Osmanlı’yı mukayesesinde o’nun gerçek tahlilciliğini görmekteyiz. Tarih bilgisiyle mücehhez beyninin Türk gönüllerimize sunduğu Anadolu gülleriydi o tahliller... Hele hele, o’ nun tasvirlerindeki kullandığı kelimeler ve üslup; nüktedan bir bakış açısı dilimizin nefis ürünlerinden başka bir şey değildir.

Gezisinin sonunda Koca Yunus gibi, insanlığın tek bir şeye ihtiyacı bulunduğunu ve bunun da sevgi olduğunu açık açık anlatması, hoşgörüden, sevgiden başka kurtuluş ve huzur yolunun bulunmadığını belirtmesi de ona has bir söylem biçimiydi.

Paris, Londra ve Atina üçgeninde geçen bu gezi kitabını okurken, en küçük ayrıntıları dahi yakalamaktasınız. Bir anda metroyla seyahat etmekte, bir anda Anadolu özlemini içinizde duymaktasınız. Teknolojik gelişmelerden göç meselesine kadar, sanayileşmeden köy kalkınmasına kadar geniş bir Avrupa yaşantısının yelpazesi içinde göz adımlarınızla geziye çıkmaktasınız.


BÖLÜM : II

“TUNA’DAN KARPATLARA”

“ESKİ DOST TUNA İLE
KUCAKLAŞTIK”

Başlıklı bu bölümün ilk yazısında yazarımız, “... Dünyanın en verimli ırmaklarından biri bu ! Nil’den sonra dünyanın en verimli ırmağı. Yüzyıllar boyu insanlık, Tuna nehri kıyısında kurmuş uygarlığını, ilerletmiş... Tuna nehri sınır olmuş, kavga sebebi olmuş.. Dostluklar kurulmuş Tuna üzerinde ve kıyısında, insanlar vurulmuş, nice ordular kırılmış Tuna çevresinde ve üstünde.

Tuna bizim için de bir çok anı taşıyor... Akıp giden sular, akıp giden zaman gibi aktıkça çok şeyler anlatıyor.. Şimdi sınırlarımızın çok uzağındaki Tuna nehri vaktiyle, kıyısında Türklüğün kaleler kurduğu ulu su ! Kaleler kurduğu ve daha önce kurulan kaleleri yıktığı ...

Ömer Bedrettin Uşaklı “Geçtik yabancı gibi yakınından Rodos’un” diyor. Biz uzağında değiliz Tuna’nın. Yakınında, üstünde, içindeyiz. Yabancı gibi de değiliz. Türklüğün hayâli, Türklüğün malı. Tuna’ya eskisi kadar yakınız. Türklüğün mührü var Tuna kıyılarında. Türk’ün sesi var. Kıyılarındaki kent ve kasabalarda Türk’ün ses bayrağı dalgalanıyor. Türkçe konuşuluyor Babadağ sokaklarında, Türk’ün ses bayrağı dalgalanıyor Köstence caddelerinde ve Tolçia sokaklarında.

Ve Tuna, dilimizden düşmeyen şarkı. Türk’ün özlemi, türküsü. Yakın zamana kadar, birkaç yıl öncesine kadar üzerinde “Adakale” denilen yerinde bayrağımızın dalgalandığı nehir !.. Dilimizden düşmeyen, gönlümüzden silinmeyen türkü Tuna...

“Tuna nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne’den çıkmam diyor...”

Tuna nehri türkü, Tuna nehri hüzün, Tuna nehri özlem... Ve işte özlediğim Tuna üzerindeyim. Kıyılarında Türklüğün kalelerinin kurulduğu nazlı Tuna, içerlerde kıyıları sazlı Tuna !...”

“...Akmış Tuna, yıkmış Tuna, yakmış Tuna !...”

Bir nice aileyi yakmış. Bir nice evleri, kaleleri azgın sular yıkmış, yakmış...
Ata benziyor azgın zamanında Tuna, şaha kalkmış bir at’a :

“Bin geme bağlanan yağız at şaha kalkıyor
Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor.”

Ve dökülmek üzereyken kısrak. Delişmen, kösnük bir kısrak ! Vuruyor kendini karalara, vuruyor kendini topraklara... Olanca verimini olanca humusunu toprakta millendiriyor...”

Tahir Kutsi, Tuna’yı ve Tuna aşkımızı bu şekilde dile getirirken rahmetli şairlerimizden Halide Nusret Zorlutuna anamızın Tuna üzerine yazdığı bir şiirine de eserinde yer vermiştir. Şiir şöyle :

“Tuna mavi : Gökler gibi,
Bir ufuktan bir ufka eser gibi,
Koşuyor, koşuyor Tuna,
Coşuyor Tuna...
Tuna yeşil, bahar gibi,
Bir ufuktan bir ufka rüzgâr gibi,
Akıyor... Zorla akıyor Tuna
Tuna kızıl : Kan gibi,
Duygulu bir insan gibi
Yanıyor, içinden yanıyor Tuna...
Anıyor Tuna
Eski güzel günleri hıçkırarak
Tuna ak, Tuna berrak
Benim gözyaşım gibi...
Tuna dertli bugün, hummalı başım gibi.
Dalgalarda köpükleniyor, ak
Kısrakların yeleleri,
İçimde bir yıldız, bir hız
İçimde çırpıntılar var
İçimde gür bir ses haykırıyor
İleri !..”

Ve ustalar ustası yazarımız, Tuna sözlerini şu şekilde devam ettiriyor : “Gezdik Tuna’da eski bir tanıdık olarak. Tanış-biliş olarak gezdik... Bir eski dost ile, bir büyük özlemi duyulan dost ile kucaklaşmaydı bu... Kucaklaşmıştık, buluşmuştuk.. Sevişecektik.. Dertleri deşecektik..”

“ROMENLER AZGIN TUNA’ YA GEM VURMUŞ” başlığı altında ise, “Akmam, derse Tuna nehri, bırakın akmasın.. Yıkmam derse çevresini, yıkmasın bırakın... Kış aylarında bir süre akmıyor Tuna; bahara doğru üstü kan köpüklü bir su, denizden bir parçadır yürüyor Karadeniz’e doğru. Almanya’dan, Yugoslavya’dan, Romanya’dan geçerek yürüyor... Eski Türk illerinden...

Tuna’nın yakıp yıkması, coşkun yani deli akması önlenmiş bulunuyor. Bin gemle bağlanmış şimdi Tuna. Nil üzerindeki Assuan Barajı, Fırat üzerindeki Keban Barajı gibi Tuna üstünde de barajlar var şimdi. Eskiden coşkun akmaması, durgunluğu uğursuzluk sayılırmış Tuna’nın. Şimdi uğur, durgunluğunda !.. Uğur yorgunluğunda... Tepelerden coşkunlukla akan, önüne geleni yıkan Tuna barajlarla yoruluyor, daha da delişmenliği deltada, tam denize karışacağı yerlerde kanallarla yoruluyor. Kanallar Romanya topraklarının içerlerine, dağların eteklerine kadar uzanıyor. Kıyısında ağaçlar yetişen, ilerde yıkılmaya aday büyük ağaçlar yetişen Tuna nehri, kanallarının kıyılarında sazlara su veriyor, sazlara, çeşitli balıklara, tarlalarda çeşitli bitkilere hayat veriyor...”

Tahir Kutsi, Tuna üstünde kurulan enerji üreten barajları ve gezinti kanallarını anlatır ve ardından “Tuna nehri ortasında bir Türk toprağı olarak, yüzyıllarca kalan, bir anlaşma gereğince birkaç yıl öncesine kadar Türk toprağı olarak Ayyıldızlı bayrağın dalgalandığı Adakale toprakları şimdi Yugoslav-Romen işbirliği ile yapılan barajın suları altında kalmış bulunuyor.” Der... Bir kıyıdan bir kıyıya geçmek için değil, üzerinde doya doya gezmek için bindiği gezinti gemisiyle Tuna üzerinde derin düşünceler içinde dolaşan yazarımız, Romenlerin Tuna turizmi sayesinde para kazandıklarını da belirtir ve Evliya Çelebi’nin daha o yıllarda Tuna’yı tasvirini yansıtmadan edemez.

Daha sonra ustalar ustası “Otel’den bakılınca Tuna, bir büyük bir uçsuz bucaksız deniz görüntüsü veriyor... Sabah işine gidenler, Tuna kıyısında soluklanıyorlar... Öğleden sonra “Navrom” iskelesi ayrıca zenginleşiyor ve neşeleniyor. Çıtı-pıtı kızlar biniyor. Çıtı-pıtı dilinde, “Tuna dalgaları” valsinin melodisi.. Özlenen, özlediğimiz Tuna nehrinin derinliklerine yol alınıyor..

Sevinç...
Sevince karışan hüzün,
Hüzünlü akan Tuna nehri ile sarmaş-dolaş olan insanlar...

Yıkılan ağaçlar, Tuna’nın sularından ayrı kaldığı için kuruyup iskelet görünümünde duran ağaç kökleri...

Dudaklarda Tuna ile ilgili türküler, şiirler.
Akıyor Tuna, eski görüntüsü al kanlı Tuna.. Türk’ün atlarının sulandığı Tuna... Canım Tuna !..” demektedir.

“KÖSTENCE’DE BİR CAMİ” başlığı altında usta yazar, “Yahya Kemal, “Bir Türk’ün gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır.” Diyor. “Öylesine işlemiştir içimize Tuna nehri. Ve Balkanlar... Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş yıllarında hedef, İstanbul’dan önce Balkanlar olmuştu. Eflak’ın, Buğdan’ın alınması, Dobruca’nın Türkleşmesi Yıldırım Bayezıt zamanında başlamıştı. Osmanlı padişahı Yıldırım’ın kaleleri fethetmesi, Tuna’yı bir Türk nehri durumuna getirmesi yüzyıllar sonra halk ozanlarının sazında değerlendirilmişti... Karacaoğlan şöyle diyordu :

“Gürzilen vurur kız, kalen yıkarım
Yıkarım da kemiklerin sökerim
Üstüne de yüksek köprü kurarım
Geçerim Tuna’nın seli isen de...”

Anadolu’nun Çukurova ve Torosların çocuğu Karacaoğlan’ın kulağına kadar erişmiştir Tuna’nın ünü. Ve Dobruca mıntıkasının, Dobruca’nın merkezi Köstence’nin...”demektedir.

Tahir Kutsi, daha sonra Köstence’de saklanan hazineden bahsetmekte ve elde edilen gelirle Köstence şehrinin imarının Şehzade ve Süleymaniye Camilerinin yapıldığını belirtmektedir.
Yazarımız, “...Köstence’de Türk kültürü halâ yaşıyor. Diliyle, inancıyla, gelenek ve görenekleriyle Türk kültürü, İstanbul’dan, yahut Anadolu’nun herhangi bir şehrinden görünüm veren Köstence’nin en ünlü tarihi eserlerinden bir camii !..” demiştir.

“ROMANYA’DA DALGALANAN SES BAYRAĞI” yazısında, Bükreş ile Köstence arasında çalışan trende tanıştığı Nursel isimli bir Türk tekstil mühendisi’ni anlatmaktadır. “Köstence’de nişanlarını ben taktım. Türk töresine uygun, hiç basılmamış kilim üzerinden yürüdü de geldi önüme. Yüzüklerini “mutluluk dileği” ile ben taktım. Nişanlısı Nursel’in bir Türk. Taner İbrahim. Veteriner...”

“Şair “Türkçem benim ses bayrağım” diyor. Romanya’ya gidenler ses bayrağımızın dalgalandığını duyacaklar. Murfatalar’da türkü dinleyecekler, Babadağ’da Türk masalları anlatıldığını, Köstence’de Türk efsanelerinin halâ yaşadığını görecekler.” Demiştir. Türkçe’nin evlerde, aile içinde öğrenildiğini belirten yazar, dilimizin zengin kaynaklarıyla birlikte nesilden nesile aktarıldığını özellikle belirtmiştir. Üstad, bu yazının son kısmında, kendine has bir üslup ile “Hiçbir kadın ana kadar güzel olabilir mi, hiçbir dil anadil kadar güzel olabilir mi ?” diye sormuştur.

“AHRETTE CENNET YERİNE DÜNYADA TÜRKİYE’ DE YAŞASAM YETER” yazısında, öncelikle Köstence’nin eski bir Türk kasabası olan Murfatlar Kasabası’nı ve şarapçılıkta ününü ele almaktadır. Daha sonra üzüm sıkma makinasının ustabaşısı Türk’ün pasaport macerası sonrası 15 gün Türkiye’de kalması anlatılmaktadır.

“AĞLASIN MAVİ TUNA” yazısında, “...Avrupa’nın en muhteşem manzarası ile gün batarken tanıştık. Renk cümbüşü vardı suyun üstünde ve kıyılarında. Akşam, delta hüzünlenmişti. Sarı, kırmızı ve daha nice bin çeşit renk “Mavi Tuna”nın üstünde harmandı !.. Sigara dumanını üfürdüm Tuna’nın ışıklarına. Işıklandırılan Tuna’nın kollarına. Tuna nehri durmuş gibiydi. Tuna yerine oturmuş gibiydi. Akmaya Karadeniz’e bol gürültüyle, çılgın ağlamayla dökülmek istemiyordu.

Sabah, güneşin ilk ışıklarını da Tuna’nın “deltası” üzerinde yakaladım. Uykuyu feda edip yakaladım. Güneşi bekledim. Doğdu, ilk ışıklarını sarı ışıklarını, henüz yakmayan, henüz bekleyen ışıklarını “Mavi Tuna”nın üstüne seriverdi. Hafif sarılık sardı Tuna’yı. Kafamı düşünceler sardı !..”demektedir. Türk Romen dostluğundan bahseden bu yazıda Tuna nehri tasvirleri muhteşemdir.

Ustalar ustası Tahir Kutsi “TOPLUM HAYATINDAN KESİTLER” başlığı altında Romanya’dan manzaralar sunmaktadır.

“Tuna boylarında Türk türküleri” başlığı altında yazar; “Vardar nire, Dobruca nire?..”
“İmparatorluğun “Tuna vilayeti”, “Rumeli vilayeti”, “Selanik vilayeti” nire, Eflak ve Buğdan nire?..

Çatlatasıya atı sürsen her biri arası günlerce sürer.
Bir elden bir ele insanın gitmesi ne mümkün !
Ama türküdür bu, dinler mi uzak yakın... Bakın;

“Mayadağ’dan kalkan kazlar
Al topuklu beyaz kızlar
Yârimin yüreği sızlar

Vardar ovası, Vardar ovası
Kazanamadım ekmek parası...”

Git dolaş Rumeli’yi, Karacaoğlan’ı bulacaksın. Köroğlu’nu, Kerem ile Aslı hikâyesini, binlerce deyimi, ata sözünü.

Ve yüzlerce türküyü. Türkiye’nin türkülerinin Rumeli varyantını.. Dobruca’daki Gagauz Türklerinin “Köroğlu” türküsü şöyle örnek olarak :

“Ben bir Köroğlu’yum dağda gezerdim
Çalıya, çırpıya kelle dizerdim
Esen rüzgârdan izler seçerdim
Kimsem yoktu. Balkanda yalnız gezerdim.

Demir topuzlan kelle ezerdim
Ben yedi dağa hükmederdim...”
dediklerini belirtmektedir. Daha sonra, yazar, çeşitli türküler ve ağıtlardan örnekler sergilemektedir.

“DAĞ BAŞINDA BUĞU VAR” yazısında yazar Karpat Dağları’ na gidişini anlatmaktadır. Uçağa bindiğinde Tuna’yı uçaktan görmüş ve bir yanı öksüz gibi, bir yanı gelin görünüşlü dediği Tuna’ya Öksüz Dede tarafından yazılmış şiiri okur. Şiir şöyle :

“Misal-i cennettir evvel baharı
Açılır kırmızı gülü Tuna’nın.
Öter bülbülleri leyl ü neharı
Eser bâd-ı sabâ yeli Tuna’nın.

Hiç kimseler bilmez kandadır başı,
Tazelenip akar yeğindir cuşu,
Eksik değil yalısının savaşı
Leş ile doludur gölü Tuna’nın.

Alaman dağından beri geçmiştir,
Engürüs ilinden yollar açmıştır,
Analar ağlatmış, kanlar içmiştir,
Söylemeye yoktur dili Tuna’nın.

Turaba garkolmuş yerdedir yüzü,
Arzulayıp akar Karadeniz’i,
Selâmlaşıp Estergon’la Budin’i
Belgrad’a uğrar yolu Tuna’nın...”

“KARPATLARDA YAŞAMA SEVİNÇİ” yazısında, Transilvanya yaylalarına ilk giden yazar olarak izlenimlerini anlatır. “HALK TÜRKÜLERDE YAŞAR” yazısında ise, Romen folklorunun derinliklerinden gelen türkülerden bahseder. Ve “Ancak, engin tarihi olan ulusların zengin folkloru olur.

Efsanesi olur, çeşitli halk oyunları olur, masalları, halk hikâyeleri olur, türküsü bulunur. Kopuk ulusların, yeni yetme ulusların, sonradan türeme ulusların türküsü olmaz. Zenginliği, iç zenginliği olmaz...”demektedir. Türk ve Romen folklorunun birbirlerine olan benzerliklerinin işlendiği yazıda, gene yazarımız, kıvrak-akıcı kalemini konuşturmuştur.

Kitabın bu bölümünün bundan sonraki başlıkları şöyledir :
-Bataklıkta yeşeren turizm sitesi
-Kitaba sevgi ve saygı
-Tarihi yolcu hanı şimdi bir turistik merkez olmuş
-Bir köy müzesi



BÖLÜM III

VER ELİNİ AFRİKA


“YASLI GİTTİM ŞEN GELDİM-AÇ KOYNUNU BEN GELDİM” ve “BİZİM AKDENİZ’İN ÜSTÜNDE BULUT YERİNE HÜZÜN VAR” başlığı altında usta yazarımız: :

“...Deniz, deniz Akdeniz / Suları berrak deniz..” dilimizde şarkı.. Berrak suları Akdeniz’in, öfkeyle yarılıp köpükleşiyor. Rüzgârla şişip yol alan kadırgaların sevinçle yarıp zafer çığlıklarıyla dalgalandırdığı Akdeniz’in suları küskün gibi : Yarılan su acele birleşiyor, bir ince beyaz iz kalıyor geçtiğimiz yerlerden. Göz yaşlarım, hatıraların acılığıyla bir ince çizgi halinde süzülüp çenemde birleşiyor.

“Belki halâ o besteler çalınır
Gemiler geçmeyen bir ummanda..”

İstanbul Boğazı’ndan Cebelitarık’a kadar, küçük bir kısım dışında bütün kıyılarını üç hilâlli Türk bayrağının gölgelendirdiği “koca göl”, “gemiler geçmeyen bir umman” olmuş da haberimiz yok. Barbaros yok. Turgut Reis yok. Uluç Ali Reis yok, leventler yok. O top sesleri yok...

“Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor ?
Barbaros, belki donanmayla seferden geliyor...

Adalardan mı, Tunus’tan mı, Cezayir’den mi ?
Hür ufuklarda, donanmış iki yüz pâre gemi...

Yeni doğmuş ay’a baktıkları yerden geliyor
O mübârek gemiler hangi seferden geliyor ?”

Uzak bize Akdeniz, Akdeniz bizim için yok. “Hey gaziler” diyerek yola çıkan, üç kıt’anın üç kıyısına uygarlık götüren ataların göl’ü bir koca deniz.. Mora, Adriyatik sahilleri, Fas, Cezayir, Tunus, İskenderiye, çepeçevre Akdeniz, sahile vuran dalgalar der ki denize dönüşte "sizdeniz" ama bizim gönlümüz yaslı, gözümüz yaşlı, bakışımız telâşlı :

“Yaslı gittim şen geldim
Aç koynunu ben geldim.
Bana bir yudum su ver
Çok uzak yerden geldim...”

Bakışların ufuklar ötesini de görmeyi istediğini açık denizde, yüzlerce pare gemi ile bu suları yara yara aşan leventleri düşünüyorum. Köylerden, kasabalardan leventlerin toplanışını:

-“Gözyaşını elinin tersiyle silen, gık demeden ölmesini bilen yiğitler meydana dökülsün..”

Aşk ile vurmaya hazır, ölümün karşısında şevk ile durmaya hazır yüzlerce, binlerce levent deniz savaşlarında.. Hücumlar, kan ve ateş. Ve Allah Allah sesleri gökyüzünde. Topraklarından yaslı ayrılanların, bekleyen sevdiklerine “şen” dönüşleri.. Kale burçlarına dikilen Türk bayrakları....”

Eserin bu son bölümünde de üstad, kendine has akıcı üslubunu sürdürmüş ve nadide bir eser ortaya koymuştur.