Gülce Edebiyat Akımı

Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.
ESERDEKİ KİŞİLER


ORHAN VELİ

NEYZEN TEVFİK

ÖMER HAYYAM

NESİMİ

BÜRO GÖREVLİSİ (BAYAN)

MUSTAFA CEYLAN (BAŞKAN)

Dr. NEVZAT AKYAR

AYTEN AKDAĞ

BOLAT ÜNSAL

CEBRAİL ODAK


1. PERDE

1. SAHNE




( Perde açılır. Sahnenin ön tarafında bir masa ve dört sandalye vardır. Kenarlarda çiçekler. “ Akdeniz Şairler ve Yazarlar Birliği”nin bürosudur. Büroda neler bulunması gerekiyorsa onlar vardır. Kitaplar, iki adet saz, bir adet çek yat, koltuklar vs… )

( Büro görevlisi etrafı düzenler. Düzenleme yaparken, bir taraftan da kendi kendine konuşur. )

BÜRO GÖREVLİSİ – Bu şair milleti de bir başka oluyor canım. Öyle değişik insanlar ki… anlamak mümkün değil. Sanki akıllarıyla değil yürekleriyle yaşıyorlar. Üstelik çoğu da fakir. Ne kadar zamandır burada çalışıyorum, öyle zengin olanını görmedim vallahi…
( Çevreyi düzeltir, siler. Konuşmasına devam eder. )
BÜRO GÖREVLİSİ – Akdeniz Şairler Birliği… Adı üstünde işte. Güleni mi ararsın, ağlayanı mı? Yoksa saz çalanını mı? Hepsi gönül adamı bunların. Bakalım bu günkü konuları ne? Ne çalıp, ne söyleyecekler?
( Bu sırada kapının zili çalar. Kapı vurulur. Görevli kapıya yönelir. Akdeniz Şairler Birliği Başkanı’dır gelen. )
BAŞKAN – Günaydın! Günaydın!
BÜRO GÖREVLİSİ – Günaydın hocam, hoş geldiniz.
( Başkan elindeki kitapları masaya bırakır. Bazılarına bakar. )
BÜRO GÖREVLİSİ – Hocam bu günkü konuyu öğrenebilir miyim?
BAŞKAN – Bu gün fevkalade bir gün olacak. Sürprizlerle dolu bir şiir günü daha yaşayacağız.
BÜRO GÖREVLİSİ – Hocam, halk ozanları gelecekler mi?
BAŞKAN – Herkese duyurduk. Herhalde gelirler.
BÜRO GÖREVLİSİ – Aman ne güzel!
BAŞKAN – Ne o? Bakıyorum saz oldu mu kaynıyorsun?
BÜRO GÖREVLİSİ – Niye kaynamayayım ki? Şu köhne dünyada canına yandığım saz ve güzelim ezgilerimiz olmasa ne yapardım ben?
BAŞKAN – Neyi varmış dünyanın? Neden köhne oluyormuş?
BÜRO GÖREVLİSİ – Hocam! Benim aklım ermez… Sizin kadar okumuş değilim yani. Ama bildiğim şu ki…
BAŞKAN – Neymiş bildiğin?
BÜRO GÖREVLİSİ – Baksana hocam, dünya yanıyor. Yandım Allah çekiyor. Yaşanmaz hale getirdik çok şükür. Savaş, barut, kan…
BAŞKAN – Daha başka?
BÜRO GÖREVLİSİ – Daha başkası şu. Kendi elceğizimizle canına okuyoruz dünyanın. Kirleten biz. Gürültüye boğan biz. Yakan, yıkan ve de yok eden gene biz.
BAŞKAN – Doğru söylüyorsun. Ancak…
BÜRO GÖREVLİSİ – Ancak; ne başkanım?
BAŞKAN – Gerisini bilmiyor musun?
BÜRO GÖREVLİSİ – Bilmiyorum hocam. İlk mektebin üçüne kadar okumuşum köyde. Ne bileyim? Tarla, tapan; ot - börtü, böcek bilirim işte. Ben bir köylü çocuğuyum.
BAŞKAN – Biz ne çocuğuyuz? Biz de köylü çocuğuyuz.
BÜRO GÖREVLİSİ – Tamam da, siz hocasınız. Mektep, medrese görmüşsünüz. 19 kitap yayınlamışsınız. Kocaman. Başkansınız. Hem de Akdeniz Şairler Birliği Başkanı. Ben ne bileyim başkanım. Lafın gerisini ne bileyim. Kusurumu bağışla.
BAŞKAN – Tamam. Lâfın gerisini bu günkü şiir programında öğrenirsin. Yalnız, gene uyuyup kalmazsan tabii…
BÜRO GÖREVLİSİ – Hocam şu gözlerimi dava etmem lazım. Son günlerde bana bir hal oluyor. Öyle uykum geliyor ki anlatamam.
BAŞKAN – Dediğim gibi, uyumazsan lâfın gerisin öğrenirsin.
BÜRO GÖREVLİSİ – Hocam, bu gün uyumayacağım. Dört değil sekiz açacağım gözlerimi.
BAŞKAN – Sen sekiz değil, yüz sekiz açsan gene uyursun.
BÜRO GÖREVLİSİ – Uyumam hocam.
BAŞKAN – Ben adamımı bilirim. Halep ordaysa arşın burada. Göreceğiz. Göreceğiz.
BÜRO GÖREVLİSİ – Hocam bu gün konumuz ne? Öğrenebilir miyim?
BAŞKAN – Orhan Veli merkezli, zaman makinesiyle şiirsel bir yolculuk yapacağız.
BÜRO GÖREVLİSİ – Orhan Veli’yi anladım da, şu zaman makinesi ?
BAŞKAN – Evet… Zaman makinesi. Zamanda yolculuk yaptıran bir gönül aleti işte.
BÜRO GÖREVLİSİ – Tam anlayamadım.
BAŞKAN – Öğrenirsin, anlarsın. Sabırlı ol!
BÜRO GÖREVLİSİ – Hocam, Orhan Veli’ den bahseder misin biraz da…
BAŞKAN – Hani şu “İstanbul’u seyrediyorum, gözlerim kapalı” diyen ünlü bir şair var ya…
BÜRO GÖREVLİSİ – Evet !
BAŞKAN – İşte o şiirin şairi Orhan Veli… otuz altı yaşında, gencecik çekip gitti aramızdan, öte dünyaya… Şiirimizde devrim gerçekleştiren bir can…
BÜRO GÖREVLİSİ – Biz de sanatçıya, şaire sağlığında değer verilmiyor. Öldükten sonra kahraman yapıyoruz. Acaba, Orhan Veli için öldükten sonra kim ne dedi, kim bilir?
BAŞKAN – Haklısın. Çok haklısın.
( Der ve eline aldığı bir kâğıdı okumaya başlar )
BAŞKAN – Okuyayım da dinle bak. Orhan Veli’ nin vefatı üzerine kim ne demiş ?:
Neyzen Tevfik : “ Hiç beklenmeyen bir ölüm. Benim ıstırap arkadaşım, oğlum Orhan Veli’yi çok severdim. Çok değerliydi. Varlığı edebiyatımız ve gençlik için gerekli olan bir insandı. Düşünce ürünlerini henüz tamamen vermeden öldü. Değerli aydınlarımız tarafından onun değeri belirtilmedi.
Ona sevgisi olanlara sabırlar dilerim. Gençlik için gerekliydi ve kayıptır dedim. Açıklayayım : Gençlik derken kafa gençliği ve Orhan Veli kafası ayarında olanları kastediyorum.
“Yaprak” ından yararlandığımız verimli bir dal ansızın kırıldı, düştü : Toprağa, doğanın ta koynuna girdi. O dalı; meyveleri yeryüzünde ve insanlığın elindedir. Boşuna onu kurutmaya teşebbüs edenler bulunsa da ümidimiz ve tesellimiz dalı kırık ağaçtadır. Çünkü ağacın kökleri çok sağlam ve kuvvetli.” Demiş.
AHMET HAMDİ TANPINAR:
“Orhan Veli’yi oniki yaşından beri tanırdım. Çok severdim. Şiirin büyük bir damarından gelme bir şairdi. Böylelerinin hayatı kendisini yakarak bulur. Bir kuyrukluyıldız gibi ufkumuzda doğdu, aydınlattı ve geçti. Kendisinden çok, hem de çok söz edileceğinden eminim. Ölümü ne kadar çok sevildiğini şimdiden bize gösterdi."
YAŞAR NABİ:
“Yeni Türk şiiri dediğimiz sanat olayının doğmasında ve gelişmesinde en büyük payı olanlardan biri de kuşkusuz Orhan Veli’dir. Şiirimizin basmakalıp ifadelerden, tespit ve imajlardan kurtarılarak halk diliyle halka mal edilmesinde O’nun oynadığı rol ve bu yolda verdiği kuvvetli örnekler ismini ebedileştirecek önemdedir.”
BEDRİ RAHMİ EYÜPOĞLU:
“Orhan Veli’nin kişiliğini bir edip, çok iyi bir arkadaş, çok iyi bir insan kaybettik.” Demiştir.
BÜRO GÖREVLİSİ: “Evet, hocam.”
BAŞKAN: “Geçirdiği kaza sonucu İstanbul Cerrahpaşa Hastanesinde ölmüş ve çok sevdiği Rumelihisarı’nın mezarlığına gömülmüştür.”
BÜRO GÖREVLİSİ: “Ne kazası geçirmiş? Trafik mi?”
BAŞKAN: “Bak bu konuda bir gazete haberi aynen şöyle:
EDEBİYATIMIZIN KAYBI:
ŞAİR ORHAN VELİ VEFAT ETTİ
“ORHAN VELİ ZEHİRLENME SONUCU ÖLDÜ”
Ölüm 14 Kasım 1950 gecesi olmuştu. O gece Şişli Hasat sokağındaki 36 numaralı apartman dairesinden çıkan Orhan Veli, Çarşıkapı’da oturan yakın bir arkadaşına yemeğe misafirliğe gitmişti. O gece çeşitli içkilerden çok fazla içki alan Orhan Veli, saat 24 sularında krize girdi. Birdenbire fenalaşan Orhan Veli, bir cankurtaranla Cerrahpaşa hastanesine kaldırıldı. Koma halinde bulunan şaire yapılan tıbbi yardımlara karşın Orhan Veli kurtarılamamış ve gözlerini dünyaya kapatmıştı.
Olay ertesi sabah hastane yetkililerince savcılığa bildirilmiş, savcı yardımcılarından Cahit Türesel olaya el koymuştur. Adelet doktorlarından Kamil Ünsavan Cerrahpaşa hastanesine gelerek Orhan Veli’yi muayene etmiştir. Hastane bildiriminde ölüm nedeni “Alkolden zehirlenme” olarak gösterilmesine karşın, adelet doktoru adli tıp açısından morg raporunun alınmasını gerekli görmüştür.
BÜRO GÖREVLİSİ: “Vah! Vah!... Yazık olmuş. Çok genç yaşta gitmiş desene hocam.”
BAŞKAN: “Evet! Çok genç yaşta... Yalnız ölüm nedeni olarak içkinin, zehirlenmesinin dışında bir iddia daha var.”
BÜRO GÖREVLİSİ: “Neymiş efendim?”
BAŞKAN: “Orhan Veli ölümünden dört gün önce Ankara’daymış. Yine bir kasım akşamı içkiliymiş. Konuk kaldığı eve doğru Sıhhıye’den geçerken yol kenarındaki bir çukuru görememiş ve çukurun içine düşmüş. Bu düşmede başı da sarsılmış. Olayın dört gün sonra ölümle sonuçlanması kimi doktorlarca ölümün asıl nedeni bu düşme olayında aranmasının gerektiği ileri sürülmüş.”
BÜRO GÖREVLİSİ: “Gerçekten yazık olmuş. Sebebi ne olursa olsun, hayatının en verimli çağında...”
BAŞKAN: “Evet, hayatının en verimli çağında uçmağa varmış işte...”
BÜRO GÖREVLİSİ: “Allah rahmet eylesin!”
BAŞKAN: “Amin! Amin! İşte bu gün o güzide üstadı anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.”
Başkan yerinden kalkar. Evrakları toparlar. Büro görevlisi de ayakta durmaktadır.
BÜRO GÖREVLİSİ: “Hocam bu günkü toplantıya bütün şair ve ozanlar da gelecek değil mi?
BAŞKAN: “Elbette. Herkesin haberi var.”
BÜRO GÖREVLİSİ – Hocam kimse gelmeden her zaman yaptığımız gibi bu günkü gündemi, kafiyeyi safiye yapalım mı?
( Başkan masa başında kitap ve kâğıtlardan başını kaldırır; )

BAŞKAN – Olur, neden olmasın. Sen seç!
BÜRO GÖREVLİSİ – SAZ diyorum.
BAŞKAN – Saz çalmakla, devlet bütçesinden çalmak bir değildir. Bu günkü gazetelerde……………..
BÜRO GÖREVLİSİ – CAZ diyorum.
BAŞKAN – Bu günkü gazetelerde………………..
BÜRO GÖREVLİSİ – AZ diyorum.
BAŞKAN – Bu günkü gazetelerde ……………..
BÜRO GÖREVLİSİ – NAZ diyorum.
BAŞKAN – Bu günkü gazetelerde ……………….
BÜRO GÖREVLİSİ – KAZ diyorum.
BAŞKAN – Bu günkü gazetelerde……………….
BÜRO GÖREVLİSİ – YAZ diyorum.
BAŞKAN – Bu günkü gazetelerde……………
( HAZ, BUZ, KIZ, CIZ… vb. kafiye üzerine o günkü gazetelerden orijinal haberler, Metin Uca’nın TV’de programında olduğu gibi, ülkenin ve ilin gündemi eleştirel ve iğneleyici bir üslup ve esprilerle ele alınır. *ZENGİNLEŞECEK. )
( Bu ele alış sırasında, Akdeniz Şairleri, ozanları kapıyı çalarak teker teker odaya (Sahneye) gelirler. Her gelişte başkan ayağa kalkar. Tokalaşma, hoş geldinler… Bir müddet sonra. (Toplu gelsinler)
BAŞKAN – Arkadaşlar, haber verdiğimiz herkes geldi. Ben toplantıyı açıyor ve başlatıyorum. Önce her zaman olduğu gibi ŞİİR üzerine düşünce ve duygularımı aktaracağımı sizlere… ( ve elindeki yazılı metni okumaya başlar)
BAŞKAN – Merhaba gönül dostları! Hoş geldiniz! Bu gün sizlerle birlikte şiir isimli altın kelebeğin serüveninden bir kesit izleyeceğiz. Göz izi oyuncuları konuk şairlerimizle birlikte, hepimize; sanat adına, sevgi, barış, dostluk adına muhteşem bir zaman dilimi yaşatacaklar. Dünya denen, uzay dolmuşunun top güllesinin hızlı dönüşü sırasında, sanata ve şiire ayırdığımız bu zaman diliminde iç dünyamızda yolculuğa çıkacağız. Bu yolculukta kimi kez güleceğiz, kimi kez üzüleceğiz. Ama mısraların efsunlu ikliminde hep düşüneceğiz.
Kelimelere ruh verme sanatı olan şiirle birlikte olacağız.
Sevgili dostlar!
Adım Mustafa Ceylan. Bir koca kelim, bir de kocaman kelimelerim var. Başka hiçbir şeyim yok! İnanın, yemin ediyorum! Ne bankada yüklüce hesabım var ne de karnı parayla dolu cüzdanım. O zavallı cüzdanım bir ömür hastalıklı yaşamıştır benimle. Yüzünün güldüğünü bir maaş gününde, o da birkaç saatliğine görebilmişimdir. Hep acıklı hüzünlü... Zavallı cüzdanım! Biliyorum, sizlerin de benden farkınız yoktur. Bunca yıl, tam 37 senedir kelime kuyumculuğu yapıyorum. Cüzdanımın yüzünü güldüremedim gitti.
Canlar,
Kendimden, kişisel sancılarımdan dem vurmaya başladım. Kusura bakmayın e mi?
Ne demiştik? Şiirin büyülü havasına girmeye çalışıyorduk. Öyle değil mi?
Kocaman kelim ve kelimelerimle bir ömrü yedik, bitirdik işte. Ömrümüz şiir yolunda tükendi.
Başımın belası şiir. Neredeyse yarım asra yaklaşıyor. Birlikteliğimiz. Peşindeyim... Taaa çocukluk yıllarımdan beri seni kovaladım durdum. Yakalamak istedikçe daha uzaklara kaçtın. Saçlarının rüzgarında savruldum. Teninin sıcaklığında kavruldum.
Tanıştığımız yıllarda kimsin, necisin, nereden gelip nereye gidersin diye sormadım. Düştüm peşine... Büyülü, muhteşem havana kapıldım. Mıknatıs gibi çekip yakaladın. Gecelerimi ve gündüzlerimi zehir ettin. Ardın sıra koşuyordum ama, sen, ruhumu fırtınalar içinde bırakıyordun.
Bir gün ten kafesimden bu can, bu ruh uçmağa vardığında sebep olarak seni göreceğim. Bunu iyi bilesin.
Osmanlı döneminde, İstanbul’da, bir edebiyat meclisinde vezir-i azam İbrahim Paşa’nın sarayının önüne Budapeşte’den getirip diktiği iki heykeli eleştiren bir beyit. – yani sadece iki mısra söyledi diye, eşeğe ters bindirilip, İstanbul sokaklarında elleri ve gözü bağlı dolaştırılıp, teşhir edildikten sonra idam edilen Figani’yi biliyorsun.
Figani’yi idam ettirdin. Durma, hadi beni de sürükle sehpaya! Hadi!...
Figani’ye yaptırdığın gibi, çağar şu telalarlını… Hazırla sarayın askerlerini. Davulcular bıkmadan, usanmadan çalıp inletsinler sokakları. Zaten eşeğe ters binmişiz doğuştan…
Bağ bozumlarında, esvap yıkama günlerinde, dört gün süren köyümdeki düğünlerde, davulda – zurnada, meydan sazının telleri arasında sen vardın. Çocukluk günlerimden anımsıyorum. Sinsin gecelerinden ve halaylardan duyardım sesini…
Hangi ortamda söyleniyorsan, oraya göre isim alıyorsun. Seni tanımakta güçlük çekiyorum. Adını değiştirip duruşun şaşkına döndürdü bizi.
Türkü, şarkı, ağıt, mani, yiğitleme, koşma, koçaklama, taşlama, atışma, mizah, hiciv, güzelleme ve daha bir sürü ismin var. Hepsi de senin…
İlkokul yıllarında kitaplarımda gördüm seni... Okudukça içimi tarifsiz heyecanlar kapladı. Büyülü mısraların gönlümü ekin ekin savururdu. Defterlerimin yapraklarına bulut bulut işlenirdin. Kalemimin ucunda hece hece, satır satır dans edişini hatırlıyorum.
Milli bayramlarda, köyümün belediye meydanında toplanan kalabalığa seni okurdum. Sen, işte o zamanlar, benimle birlikte boz yeleli atlar üstünde, Atatürk’ün emrindeydin. Beraber çarpışırdık düşmanla. Kağnıları cephelere beraber gönderir, Mehmetciği birlikte selamlardık. Köyümüz insanlarının olanca alkışının yarısı banaysa, yarısı da sanaydı...
Yayla akşamlarında parlayan yıldızlara birlikte uzanır, kuzuları, davarları derede kavalımla sularken yanımda yine sen durur, sarı çiğdemlerin nefesini sunardın bana. Biliyorsun değil mi?
Eşin, benzerin yok. Zalimden zalimsin… acımız, neşemiz, aşımız, ekmeğimiz, her şeyimizsin. Gönlümüz ve gönlümüzün sesisin. Sen ortamına göre şekil aldıkça, bizler de gönlümüzden geçen ismi sana vermişiz… şair, ozan, aşık.
Şiir… Şiir… Ey güzeller güzeli, canlar canı! Çağı delen, zamanı yenen sonsuz güzellik. Ben sana vurgunum, sen de bana… Ben sensiz edemem, sen de bensiz. Ağlasam ağlayanım, gülsem gülenim. Eşim, evdeşim, sevgilim, yasak meyvem; anam, babam, bacım, kardaşım. En büyük sırdaşım. Heyecanım, telaşım…
Şiir… Şiir… Ah be ah!... inançlı, imanlı, kutsal, mübarek… Yada dinsiz, ateist… Tutumlu, savurgan… Ciddi, alaycı, cıvık… Düşünen, kusan, haykıran. Ağaç, kuş, taş. Güneşten sıcak veya buzdan soğuk.
Hangi halini desem, bilemem?!
Sevgili dostlar,
“ Akdeniz Şairler Birliği ” olarak bu toplantılarımıza devam edeceğiz. Bu gün sizlerle önce bir ŞİİR TURU yapacağız. Bu şiir turunda toplantımıza katılan sizlerden sadece birer şiir dinleyeceğiz. Lütfen okunacak şiirler taze, yani dumanı üstünde, yeni yazılmış olsun. Dediğim gibi sadece birer şiir. Sırası gelen arkadaşımız önce kendisini kısaca bizlere tanıtacak. Adı-soyadı ile birlikte kısa öz geçmişini anlatacak. Ardından dediğim gibi sadece bir şiir.
Ayrıca aramızda bulunan halk ozanları isterlerse eserlerini sazlarıyla icra edecekler.
Bir şiir turundan sonra, Ali Demirel üstattan bu günkü konumuz-özel gündemimiz olan rahmetli Orhan Veli hakkında hayatı ve eserlerini ele alan bir sunum dinleyeceğiz.
Böylece edebiyat dünyamızda önemli bir kilometre taşı olan – günümüz şiirinin piri Orhan Veli’yi de anacağız.
Ardından Orhan Veli üstadımızı andıktan sonra, ikinci şiir turumuza geçmeden önce, aramızda bulunan Ayşe Gürsoy, Orhan Veli’nin sözleriyle oluşmuş bir besteyi seslendirecek.
Sonra ikinci şiir turumuzla toplantımızı bitireceğiz.

BAŞKAN – Arkadaşlar şiir için turumuzu başlatıyorum. İlk şiiri sizlere ben sunuyorum. Dumanı üstünde bir şiirim. Bakalım beğenecek misiniz?
BEN ADAM OLMAM
Evet!.. Evet, ben adam olmam
Ta en baştan deyivereyim:
Kendimde kendimi sevmiyorum da ondan…
Haddime mi düşmüş;
Güzel sevmek, güzelce sevilmek?!..

“ Çep delik, çepken delik
Başım da kel üstelik”
Delilik yaparım da metelik bulamam
Evet, ben adam olmam!...

Kağıt duygularım rüzgarlara emanet
Cümle güzellikleri sever de gönlüm
Neden sevilmez?... Hayret…
Siyaset bilirim, seçilemem
Kimseye yapmadım ihanet;
Dünyadan murat alamam
Evet, ben adam olmam!...

Büyük şehirlerin gürültüsü içimde
Çöp tenekesi beynim
Gavur puluyla trink etmez aklım
Dolap nasıl döner anlamam
Evet, ben adam olmam

Veririm, isteyemem
İsterim, arzularım diyemem
Her naneyi yerim de sakız çiğneyemem
Uçurumlara düşen topal at gibiyim;
Kırık bir kanat,
Bozuk saat gibiyim…
Ağlasam, ağlayamam
Evet, ben adam olmam!...

Kuruşum yok bankada
Yok üstte, yok başta
Cüzdanım arkadaşta…
Borçlar sırtımda dağ olmuş durur,
Sulu gözler beni taa yürekten vurur
Yarım kalır aşklarım tamamlayamamam
Evet, ben adam olmam!...

Oysa hendese, fizik bilirim
Hesap-kitap Hak getire, hep kesilirim
Güzeller trenine yolcu yazsalar
Sıraya girsem çizilirim…
Bir fıstık arasam ağzıma göre
bulamam…
Evet,
Evet dostlar, ben adam olmam!...

( Şiir bitince herkes alkışlar )

BAŞKAN – Ben sıramı savdım. Şiir, saz, söz turumuza sayın doktor Nevzat AKYAR’la devam edelim. Sırası gelen lütfen dumanı üstünde eserlerini okusun.
Dr. NEVZAT AKYAR – Arkadaşlar bir “NAR” diyelim mi?
BAŞKAN – Bir dakika sayın doktorum. Önce Nevzat AKYAR kimdir onu bir öğrenelim, bize kendinizi tanıtır mısınız? Sonra “NAR” diyelim. Olur mu?

----- NAR --------
( Şiir biter, herkes alkışlar. Sıra orada bulunan şairlerden Ayten KARADAĞ’a gelir. Öz geçmişini anlattıktan sonra; )

AYTEN KARADAĞ – Ben altmış yaşında şiire başladım.
İÇİMDE BİR SIZI VAR
İçimde bir sızı var bu gün inceden ince
Kışlarım bahar olur gönlüm seni sevince
Çiçeklenen dallarım birer birer kurudu
Yine sensiz yaşadım hasretinle bu gece

Duygularım coşkuyla kapılırken sellere
Seni soramadım ben gurbet elde ellere
Razıyım ben seninle düşeceksem dillere
Yine sensiz yaşadım hasretinle bu gece

( Şiir biter herkes alkışlar. Şiir turunu yöneten başkan Mustafa CEYLAN )
MUSTAFA CEYLAN – Şimdi söz sırası Kemer’den aramıza katılan “Hüzün Burcu” isimli kitapla tanıdığımız Bolat ÜNSAL’da. Bakalım o bize hangi şiirini sunacak. Önce kendini bizlere tanıtsın.
BOLAT ÜNSAL – ( Önce özgeçmişini anlatır )

GELECEKSİN DİYE

Geleceksin diye
Beklemekteyim seni
Göz yaşlarımın
Topraklara taşındığı yerdeyim

Yine yüreğimde
Hüzünler var.
Yine bedenimde
Eser ayrılık rüzgarları.
Kar kaplamış şimdi
Uzandığımız yamaçları.
Pamuk bulutlar düşmüş
Canım yeşilin üstüne.

Geleceksin diye
Kadehler var masamda,
Yudumlamaktayım içkimi,
“Şerefe” deyip
Fondip bir nefeste.

Hayalinle oturmaktayım
Karşı karşıya
Yine aynı masada
Tutmaktayım ellerini,
Olmasan da sen karşımda.

Bir bahar sıcaklığında
Isıtmakta nefesin
Dudaklarımı ve içimi.
Bir şeyler olur,
Bir yangın başlar kanımda,
Uçar savrulur küllerim,
Düşer bir avuç suya.

Kucağımdasın yine,
Kollarımdasın yine,
Buharlı camların içindeyiz.
Dışarıdaysa,
Uçar kar taneleri
Düşer her biri bir yere.

Bir bütün olmuşuz,
Aydınlanmış yüreğimiz
Kara gecelere inat.
Yaşıyorum işte
Her anı sil baştan,
Sensizliklere rağmen.
Ve hala beklemekteyim
Geleceksin diye.
( Cebrail ODAK şiirini okur)
( Diğer şairler ve ozanlar. Önce kısa öz geçmişleri ardından bir şiir. )
( Şiir turu biter. Söz sırası Ali DEMİREL’e gelir. Ali DEMİREL önce kısa öz geçmişinden bahseder ve Orhan ve hakkında önceden hazırladığı metni okur. )

ALİ DEMİREL –

BAŞKAN – Arkadaşlarımız büyük üstat Orhan Veli’nin “İstanbul Türküsü” isimli şiirinin bestesini icra edecekler. Dinleyelim olur mu?

( Ayşe GÜLSOY eseri okur. )

BAŞKAN – Arkadaşlar şimdi ikinci şiir turumuzu başlatıyorum.

( İkinci şiir turu biter. Akdeniz Şairleri birer birer “eyvallah” diyerek oradan ayrılırlar. Büro görevlisiyle başkan baş başa kalır.)

BAŞKAN – İşte böyle yazmışlar, ne güzel anlatmışlar.
BÜRO GÖREVLİSİ – Evet hocam anladım. Güzel insanmış Orhan Veli. Güzel insan.
BAŞKAN – Bu günlük bu kadar yeter. ( Saatine bakar ) Benim gitmem gerek. Uuuuff! Vakit ilerlemiş. Bana bak, etrafı toparla olur mu? Gene uyuya kalma. Işıkları yanık bırakma.
BÜRO GÖREVLİSİ – Anladım hocam. Akşam üstlerinde bir hoş oluyorum. Gözlerimi zaptedemiyorum. Şuraları bir düzene koyayım. Ondan sonra giderim ben de hocam.
BAŞKAN – Haydi eyvallah! Hoşça kal!
BÜRO GÖREVLİSİ – Güle güle hocam!

( Başkan gidince, büro görevlisi ortalığı temizler. Masadan Orhan Veli’nin bir kitabını alır. Köşede bir sandalyeye oturur. Okumaya başlar. Okudukça düşünür. Düşündükçe okur. )
( Gece olmuştur. Işıklar söner. Hafif derinden bir ney sesiyle büro görevlisi rüya görmeye başlar. Bu arada uykusunda sayıklamaya başlar. )
- Çep delik, çepken delik
Yen delik, kaftan delik
Don delik, mintan delik
Kevgir misin be kardeşlik?

Kevgiriz kevgir… Kevgir ben, sen, o… Ya şu, ya bu? Şuyla buyu biliriz. Biliriz de… Ağğğhh…. Offff! Hık, Hak!...
Deniz yırtılır kimi zaman
Bilemezsin kim diker
Ben dikerim…

Ne atom bombası
Ne Londra konferansı
Bir elinde cımbız
ayna
( Büro görevlisi elinde Orhan Veli’nin şiir kitabı, sayıklar uyur. Zaman geçer rüya görmeye başlar. Rüyasında Orhan Veli’yi görür.
PERDE









II. SAHNE

( Köşede büro görevlisi elinde kitap uyumaktadır. Rüyasında ikinci sahneyi görür. Bir oda. Masa, çekyat, yerde çiçekler, kağıtlar… Odada Orhan Veli…Wink
( Karanlıktan aydınlığa doğru ağan bir ışık. Orhan Veli masadan kalkar. ..)

ORHAN VELİ – Adım Orhan Veli. Soyadım KANIK. Soyadıma bakarak hakkımda kanaat yürütebilirsiniz. KANMAK’tan, KANIK işte. Çoğunuz soyadımı bilmez de, bana sadece Orhan Veli der geçersiniz. Varsın olsun. İki yaşımda gurbet ellerde dolaşmaya başladım.
Yedi yaşımda herkes gibi okul yolundaydım. Dokuzunda okudum. Oynaşında yazmaya başladım. On üç yaşında Oktay RIFAT’ı , on altısında da bizim Melih CEVDET’le tanıştım.
Yirmisinden sonra ver elini geçim. Sefalet yani. Para kazanmasını bir de kaybetmesini öğrendim canlarım.
Herkes gibi, inanın her mevsimde aşık oldum. Ama evlilik nasip olmadı. Heyt be!... hep bekarız yani. Yirmi beşte trafik kazası geçirdim. Ha unuttum. Kurbağadan çok korkarım. Muhterem, hususi hayatımı merak edip dururmuşsunuz. Merakınızı gideriyim hele.

Yazık oldu Süleyman Efendiye
Mısra-ı meşrunun mübdii…
Duydum ki merak ediyormuşsunuz
Hususi hayatımı,
Anlatayım;
Evvela adamım, yani
Sirk hayvanı falan değilim
Burnum var, kulağım var
Pek biçimli olmamakla beraber.
Bir evde otururum,
Bir işte çalışırım
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübevvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevazııyım
Ne de Celal Bayar’ın
Ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim.
Puf böreğine hele
Biterim.
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.

Oktay Rıfat’la, Melih Cevdet’tir
En yakın arkadaşlarım
Bir de sevgilim vardır, pek muteber.
İsmini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım.
Meşgul olmadığım “ehemmiyetsiz”
Sadece üdeba arasındadır.

Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Ama ne lüzum var hepsini sıralamaya?
Onlar da bunlara benzer.

( O esnada derinden bir ney sesi gelir. Sahnenin yanındaki çiçeğe doğru yürür. Seyirciye döner ve konuşmaya başlar. Ney sesi fon müziği olarak şiir boyunca devam eder. )

( Ney susar. Orhan Veli döner, sandalyesine oturur. Kendi kendine söylenir. )

ORHAN VELİ – Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi
İnsan gibi…
İnsan gibi… İnsan… Yunus’tan beri nice insan geçti. Şimdi neredeler? Uzunlar, kısalar, şişmanlar, inceler, krallar, hakanlar, sultanlar… Hepsi hepsi neredeler? Kaç tanesinin adını sayabilirim ki. Üst üste saysam, her halde elli ismi ancak anımsayabilirim.
Unutulup gittiler. Ama sanat adamı öyle mi? Şair, ozan unutulmaz. Gönül tahtımıza oturan o güzide insanların adını ve eserlerini gönülden gönüle aktarıp duruyoruz.
Şöyle bir zaman makinesi olsa. Dokunsam düğmesine. Bir Neyzen Baba’yı, bir Hayyam’ı, mesela bir koca Nesimi’yi getirebilsem şu odamın içine. Bir güzel sohbete tutuşsak. Ne güzel olur, öyle değil mi?
Ah be ah!... Yumsam gözlerimi. Yada başka bir deyimle bakışlarımı çevirsem içime. Ustaları konuk etsem şu zaman dilimine.
Sonra!... Sonrası mı? O, zaman makinesi ile benden yıllarca sonra da gelecek şairler de getirsem odama. Mesela Akdeniz şairlerini. Onlarla bir güzel söyleşsek. İyi olur vallahi… ( Flu ışık)

İsterim benim de acayip isimleri
Hiç duyulmamış zenci arkadaşlarım olsun.
Onlarla Madagaskar Limanları’ndan,
Çin’e kadar yolculuk yapmak isterim.
İsterim içlerinden bir tanesi
Vapurun güvertesinde, yıldızlara karşı
“ Hoy-Lu-Lu” şarkısını söylesin her gece.
Ve bir gün ansızın bir tanesine
Rast gelmek isterim
Paris’te.
( Işık değişir )
İhtimal ki şu anda O,
Brüksel’e yakın
Bir gölün kenarında
Edith Almera’yı düşünmektedir.

Edith Almera
Kafeşantanlarda muhabbet toplayan
Bir cıgan orkestrasının
Birinci kemancısıdır.

O,
Kendisini alkışlayanlara selam verirken
Gülümser.

Kafeşantanlar güzeldir;
İnsan,
Orda çalışan kemancı kızlara
Aşık olabilir.

( Işık değişir )
Kuşlar geçer bulutun üstünden,
Yağmur yağar bulutun üstüne.

Kuşlar geçer trenin üstünden,
Yağmur yağar trenin üstüne.

Kuşlar geçer gecenin üstünden,
Yağmur yağar gecenin üstüne.

Ve ay gelir, kuşlar nereye giderse…
Güneş doğar yağmurun üstüne.
Güneş doğar yağmurun üstüne…

( Büro görevlisi rüya görmeye devam etmektedir.)
BÜRO GÖREVLİSİ – Ne karpuz kabuğu gibi
Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi
İnsan gibi…
İnsan… İn… San… San… Ağğğhh!....offf!.
( Karanlıktan ışığa ışıktan karanlığa rüya… Işık… Işık… Sisi… Bulut… Işık …Wink
( Elinde şişesi, şişede hortumla Neyzen sahneye girer. )
ORHAN VELİ – ( Biraz şaşkın) Hoş geldiniz üstadım. Heyt be!.. Bu gün ne dilersem oluyor… Şu işe bak. Karşımda koca üstat Neyzen Tevfik. Hoş geldiniz üstadım, efendim. Hoş geldiniz, buyurun!
NEYZEN TEVFİK – Hoş bulduk Orhan, hoş bulduk! Neler yapıyorsun bakalım?
( Neyzen şişesini masanın üzerine koyarken, Orhan Veli masaya bir sandalye yanaştırır. )
ORHAN VELİ – Buyurun üstadım. Sizi şöyle alayım. (Neyzen oturur.)
NEYZEN TEVFİK – Maşallah! Devam ha?
ORHAN VELİ – Elbette. Ustamızın izinden ayrılır mıyız biz hiç?
NEYZEN TEVFİK - ( Neyzen, neyini çıkarır, masaya koyar) Neler yapıyorsun diye sormuştum?
ORHAN VELİ – Tamam üstat. Anladım. Sen ne yapıyorsan, ne yaptıysan ben de onu yapıyorum.
NEYZEN TEVFİK – Güzel. Çok güzel!
ORHAN VELİ – Üstadım, bakıyorum da artık hortumla vazıyeti idare ediyorsun.
NEYZEN TEVFİK – Hortum mu ? Ha şu mesele! Hortumum olmadığı zaman mı var? Her devirde, her dönemde vardır azizim. Gelecekte de olacak. Ama bizim hortum başka tabii. Bizim hortumun diğerlerine benzeyen yanı işlevi. Yani meseleyi kolaylaştırması.
ORHAN VELİ – Üstadım bir dakika. Düş görüyorum her halde. Sahi siz buraya nasıl geldiniz? Bu iş nasıl oldu?
NEYZEN TEVFİK – Nasıl olacak. Şair zamanı yenen kişidir. Zaman şiirin oyuncağı be! Akıl, gönül ve göz üçlüsünün yapamayacağı şey mi var? Senin gönül tezgahında dokunan duygu kumaşı mıknatıs mübarek. Üç-beş arkadaş, orda, öteki alemde gezintideydik. Senin mıknatıs çekti, getirdi bizi buraya.
ORHAN VELİ – Ustamsın benim, seni görmeyi, seninle sohbet etmeyi çok arzulamıştım. Ha üstadım, işler nasıl sizin cehennemde?
NEYZEN TEVFİK – Harika.
ORHAN VELİ – Hatun var mı hatun?
NEYZEN TEVFİK – İstemediğin kadar.
ORHAN VELİ – (Şişeyi gösterir) Ya bu?
NEYZEN TEVFİK – Düşünmediğin kadar.
ORHAN VELİ – Öyleyse seni bir ziyaret edeyim.
NEYZEN TEVFİK – Buyur gel, gel de…
ORHAN VELİ – De si ne?
NEYZEN – Bir problem var.
ORHAN VELİ – Neymiş o problem?
NEYZEN TEVFİK – Bu dünyada hatunların dibi açık, şişelerin dibi kapalıydı. Bizi cehennemde ise, tam tersine hatunların dibi kapalı şişelerin dibi açıktır.
ORHAN VELİ – Olmadı, neyse, demek şair isterse oluyor.
NEYZEN TEVFİK – Şair neyi istedi de olmadı ki? Sen şimdi bırak beni de, şu şairler için son yazdığın şiirini oku hele bakayım. Çöpçüleri kafiye konusunda görevlendirmeni dinlemek isterim. Oku! Oku! Bu zaman yolculuğunu sadece hortumlamak için mi yaptık? Çekinme! Oku hele!
ORHAN VELİ – Peki üstadım. Affınıza sığınarak okuyorum. ( Işık değişir )

Şu şairler sevgililerden beter;
Nedir bu adamlardan çektiğim?
Olur mu böyle, bütün bir geceyi
Bir mısraın mahremiyetinde geçirmek?


Dinle bakalım, işitebilir misin
Türküsünü damların, bacaların
Yahut da karıncaların buğday taşıdıklarını
Yuvalarına?

Beklesem olmaz mı güneşin doğmasını
Kullanılmış kafiyeleri yollamak için,
Kapıma gelecek çöpçülerle
Deniz kenarına?

Şeytan diyor ki: “Aç pencereyi:
Bağır, bağır, bağır; sabaha kadar.”

NEYZEN TEVFİK – Güzel! Çok güzel! Kullanılmış kafiyeleri çöpçülerle deniz kenarına göndermek için güneşin doğmasını beklememişsin. İyi olmuş. Maşallah!
ORHAN VELİ – Teşekkür ederim üstadım. Ama ben sizden bir şiirinizi dinlemek isterim.
NEYZEN TEVFİK – Ben okumasam olmaz mı?
ORHAN VELİ – Olur mu üstat? Bu fırsatı yakalamışım. Bırakır mıyım?
NEYZEN TEVFİK – Peki Orhan! Dinle bakalım:

Alemin bağızarını s…yim,
Sünbül-ü verd-ü narını s…yim,
Andelib-i nizarını s..yim,
Hasılı nevbaharını s…yim!

Bana yoktur, lüzumu gülşeninin
Şeb-i tarik-ü ruz-ı ruşeninin,
Ne gulemanın, ne de zenninin
Hepsinin ta mezarını s…yim

Ağlamam ben, ben erkeğim erkek,
Hayli güçtür bana çefa etmek,
Minnet etmem bu ömre de felek,
Atını al tımarını s…yim!

Güçcedir bu fakiri aldatmak,
Yüzdürüp sonra künteden atmak,
Gözünü aç da sen bana bir bak,
Ben senin itibarını s…yim!

Saki-i mah-ruyına sıçayım,
Gülünün rengü buyuna sıçayım,
Mutribin haya-huyuna sıçayım,
Sagar-ı neşvedarını s… yim!

Yok safası hezar-ı dem-gerinin,
Gül-sitanda şuküfe-i terinin,
Bezm-i sahba-yı ruh perverinin,
Neşvesiyle humarını s…yim!

Feleğin uğradımsa vartasına,
Sıçayım ağzının ta ortasına;
Bunu yazsın cihan da hartasına;
Kıta’at biharını s…yim!

ORHAN VELİ – Yahu üstat, biraz edepli bir şekilde yazamaz mıydınız?
NEYZEN TEVFİK – ( Sinirli ) Sen yazıyorsun ya, yetmez mi?
( Ayağa kalkar. Gitmek ister. Kulise doğru yürür. Geri döner.)
NEYZEN TEVFİK – Allah Allah ben sana neden edepli şiirler yazıyorsun diye soruyor muyum?
ORHAN VELİ – Özür dilerim üstat! Ben de herkes gibi her şeye karışıyorum. Her şeye burnumu sokuyorum işte.
NEYZEN TEVFİK – O zaman karışma Orhan!
ORHAN VELİ – Tamam! Tamam üstadım! Maksadımı aşan bir cümle sarf ettim. Özür dilerim.
NEYZEN TEVFİK – Kabul edildi özrün. Ancak bir şiirini daha okursan kabahatini silebilirim.
ORHAN VELİ – Peki. Derhal.
NEYZEN TEVFİK – İçkiye benzer bir şey var bu havalarda, dediğin şiirini okusana.
ORHAN VELİ – Tamam üstadım. Okuyorum.

İçkiye benzer bir şey var bu havalarda
Kötü ediyor insanı, kötü…
Hele bir de hasretlik odlumu serde;
Sevdiğin başka yerde,
Sen başka yerde;
Dertli ediyor insan, dertli

İçkiye benzer bir şey var bu havalarda
Sarhoş ediyor insan, sarhoş

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar,
Bağıra çağıra düşerim yollara,
Döner döner durur başım havalarda.

Sanırım ki günler hep güzel gidecek
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum,
Derim ki: “Sıkıntılar duradursun!”
Şairliğimle yetinir
Avunurum.

NEYZEN TEVFİK – Affedildin. Ancak benim saatim geldi. Zaman makinesinin gücü neredeyse bitmek üzere. Dönmem lazım. Bağışla Orhan. Gitmem gerek. Sana hoşça kal demeden önce, zamanla pek uğraşmamanı öneririm. Zaman üstü şairlerden olursun inşallah. Haydi hoşça kal.
ORHAN VELİ – Üstadım ne güzel sohbet ediyorduk. Gitmesen olmaz mı?
NEYZEN TEVFİK – Ben gitmeliyim can. Gitmeliyim ki, bir başkası gelmeli. İşte bu gönül iklimi böyledir. Şairlere has bir iklim. Merak etme bu gönül sende olduğu sürece, hiç yalnız kalmazsın. Eyvallah!
( Hortumlu şişesini aldığı gibi sahneden çıkar. )
ORHAN VELİ – Adamın dünyasına neyi karışıyorum ki? Şiir tarihimize imzasını atmış birisi. Sanki, biz geleceğe kalacağız. Hiç belli olmaz. Ama hortumu güzel!
( Ayaktadır. Sahnenin önüne doğru gelir.)

Mektup alır, efkarlanırım;
Rakı içer, efkarlanırım
Yola çıkar, efkarlanırım;
Ne olacak bunun sonu, bilmem
“Kazım’ım” Türküsünü söylerler
Üsküdar’da:
Efkarlanırım.

Bir okla yaralı kalbim
Boyacının sandığında;
Güvercinim kağıt helvasında;
Sevgilim kayığın burnunda;
Yarısı balık,
Yarısı insan;
İn miyim?
Cin miyim?
Ben neyim?

Benim de mi düşüncelerim olacaktı
Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım,
Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?
Ben böyle mi olacaktım?

ORHAN VELİ - Evet dostlar! Günümüz dünyasına bir bakın hele! Tek kutuplu… hani eskiden 23.5 derece mi ne eğikti ya. Şimdi bu eğiklik sanırım daha da arttı. Şiir protest ruhunu kalemimizin ucuna getirmesin de ne yapsın?
Koca Osmanlı’nın döneminde bir Figani varmış. Sadece iki mısra ile Sadrazamın sarayının önündeki heykelleri eleştirdi diye, eşeğe ters bindirilip, elini, gözünü bağlayıp İstanbul sokaklarında ibret olsun diye gezdirdikten sonra öldürmüşler.
Ya işte böyle dostlar! Şiir görevini yapabilmek uğruna nice canlar canını ölüme sürüklemiştir. Tarifi mümkün olmayan, kalıba ölçüye sığmaya şiir isyankardır. Edebiyatın en asi çocuğudur o. Bilen bilir onu…
( Sahnenin önünden masaya gelir. Bir kadeh su içer. Sandalyesine oturur. )
Oh be!... Şükürler olsun! İçimiz de yangın yerine dönmüştü azizim.
( Masanın üstündeki kağıtları karıştırır. )
Vay be!... demek akıl odamızda muhteşem bir zaman makinesi var. Gönül markalı bu makine ne güzel şey Tanrım! Bas düğmesine, sıfırla kilometreleri. Sıfırla takvimleri, iklimleri. Film şeridi yani. İster ileri götür, ister geri… Senin elinde fidanım… Sana ait bir tanem.
( Masadan kalkar. Gözlerini ovar. Uyku tutmuştur. Yan taraftaki çekyata uzanmak isterken)
Uykum geliyor. Kapatayım göz kapaklarımı. Zaman makinesini çalıştırmalıyım. Ah be ah!... uyusam uyansam… Neyzen gibi Hayyam gelse Nesimi çıksa. Yada güzel kamyonum beni bu uykuda Akdeniz’de bir yerlere yıksa. Bundan yıllar sonrasına ulaşıversem. Ne güzel olurdu değil mi?
Uyumalıyım. Of!. Oh!..
( Çekyata uzanır. Işık söner. Derinden, hafif bir ney sesi kaplar ortamı. O. Veli çekyatta uyurken rüyaya dalar. Karanlıkta Ömer Hayyam masaya gelir oturur. Parlak olmayan flu bir ışık sadece masayı aydınlatır. O. Veli karanlıktadır. Yatakta uyuyan O. Veli sayıklar. )

ORHAN VELİ – Ustam gelmiş. Hoş gelmiş. Bu gün ne kadar şanslıyım Allah’ım! Makine iyi çalışıyor vallahi. Hayyam’ı diledim. İşte o. Hocam, üstadım, efendim hoş geldin!
HAYYAM – Hoş bulduk evlat Orhan. Sen uyumana devam et hele. Diledin geldik işte.
ORHAN VELİ – Sen gelmişsin uyku mu tutar üstadım?
( Ardından Hayyam masadan bir rakı bardağı alır, içine rakı koyar içer.)
HAYYAM – Bu meretin tadı hiç değişmemiş. Asırlar sonra da aynı.

Sevgili, seninle bir pergel gibiyiz
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende
Er geç baş başa verecek değil miyiz?

( Rakıdan bir yudum daha içer. Bir dörtlük daha okur. )

Benim halimden haber sorarsan
Bir çift sözüm var sana yürekten
Sevginle gireceğim toprağa
Sevginle çıkacağım topraktan…



ORHAN VELİ – Üstadım ağzına sağlık. Oh be!... Şiir bu işte. Bir dörtlük, bir kadeh daha… Lütfen üstadım.
HAYYAM – Seni mi kıracağız be evlat. Dinle bakalım.

Ovada her kızıl lalenin teni
Bir padişahın kanı ile beslendi
Yerden biten şu mor menekşe yok mu?
Bir güzelin yanağındaki ben idi…

( Bir kadeh daha doldurur. Masadaki kağıtları karıştırır. )
HAYYAM – Maşallah! Maşallah! Evlat yazmış da yazmış. Yazan el, okuyan göz, konuşan dil bizden yana. Yazsın, okusun, konuşsun da gerisi önemli değil. Varır elbet hedefe atılan ok misali. Gönülden olsun yeter ki. Yeter ki içten. Yeter ki can evinden olsun…

ORHAN VELİ –
Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı;
Sinemaların kapısı
Camekanlar;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz bedava

HAYYAM – Şairin hası böyledir işte. Yer şiir, içer şiir, uyur şiir. “ Kelle fiyatına hürriyet / esirlik bedava” diyen Orhan’ım benim. Has şiirin ağası olmuşsun sen. Zamanı, yaşadığın zamanı, ne güzel dile getirmişsin.
( Ardından bir kadeh daha içer. )
Böyledir şiir. Şair de böyle. Ayıktan uyanık, sarhoştan sarhoş yapar adamı şiir. Girmeye görsün damarlarına. Alimallah parça parça eder insanı. Yastık, yorgan şiir olur çıkar. Adamı cin gibi çarpar. Orhan’ım benim. Vurulmuş ceylan gibi. Şiirin pençesinde aklı, gönlü…
( Masadan kalkar. Flu ışık onu takip eder. Sahneye doğru dönmüştür. Elinde bardak. Bir dörtlük okur. )
Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem…
Değil!
Ekmek parası desem…
Değil!
Bir dert ki…
- Dayanılır şey değil…

HAYYAM – İlahi Orhan evlat. Sen de ne adammışsın. Montör Sabri, Süheyla, Melahat , şoförün karısı, maviş kedi, Ahmet Efendi, güzel kadınlar, işçi kadınlar ve Süleyman Efendi… Daha… Daha niceleri… Görmüş, duymuş, sevmiş, yazmışsın… Efkarlanmış, neşelenmiş yazmışsın. İlahi Orhan evlat! Şiirin efsunlu aynasına takılıp kalmışsın. Şair dediğin de böyle olmalı. Zamanın aynası olmalı anlayacağın. Özgür, bağımsız, hep yenilikçi. Günü geleceğe aktarma görevi şairin esas vazifelerinden biridir. Dün bu güne nasıl aktıysa, bu gün de geleceğe aynen akmalı. Baraj kapaklarını zorlayan şair dizeleri neredesiniz? Neredesiniz savaş çığlıklarına, baruta, kana, ölüme, kine, öfkeye, nefrete karşı koyan mısralar? Silah tutan ellere gül veren şairler neredesiniz? Orhan’ım gibi yazın, söyleyin haydi. Haydi ellerinizi mısralarınızın altın kanatları gibi birleştirin! Haydi!...
( Hayyam sandalyeye oturur. )
Senin ki de dert mi? Sonra Orhan evlat! Dert şairin ekmeği, gıdasıdır. O olmazsa şair olmaz. O dur şiiri doğuran… Dayanacaksın. Dayanacaksın evlat! Dayanacaksın da; yanacaksın. Yandıkça arınacak için. Arındıkça da şakıyacak dilin, kalemin. Uykuları haram edeceksin gözüne. Derdini alıp, derdini satacaksın geceden gündüze. Güneşten aya…
( Bir kadeh daha içer ve ardın bir dörtlük patlatır. )
( Dörtlük biter. Kapının zili çalar.)
HAYYAM – Kapı açık. Gir içeri. Zaman makinesinin gönderdiği zaman yolcusu. Gir hele!...
(Flu ışık kapıya doğru yönelir. Sahneye Nesimi girer. Hayyam oturduğu yerden doğrulur. Kollarını açarak.)
- O! O! Ooo!... Kiminle karşılaşıyorum? Hayrın ve aşkın en heyecanlı şairi. Bağdat’ın Nesimi bucağında doğan filozof şair. Fikir ve düşüncelerinden asla ödün vermeyen, derisi yüzülen Nesimi!... Yanlış görmüyorum değil mi?
( Orhan Veli, Hayyam ve Nesimi kucaklaşırlar. )
HAYYAM – Bu ne güzel tesadüf. Ne güzel!
NESİMİ – Üstat hakikaten güzel…
HAYYAM – Helal olsun bu zaman makinesine…
NESİMİ – O da neyin nesi üstat?
HAYYAM – Seni-beri buraya gönderen.
NESİMİ – Anladım. Orhan Veli’nin beynindeki makine yani… şey!...
HAYYAM – Evet, evet o!
(Kucaklaşma ve ayakta sohbet biter. Masa kenarındaki sandalyeye otururlar.)
NESİMİ – Üstat. Her ne varsa insanda var dedik. Anlatamadık. İşte görüyorsun olanları. Akıl, gönül ve dil üçgeninden oluşan bir makine bu…
HAYYAM – Üstat. Bu makine her insan da var değil mi?
NESİMİ – Elbette. Aklı, gönlü ve dili olan herkes de var.
HAYYAM – Önemli olan bunu iyiye kullanmak herhal?
NESİMİ – Elbette. Kötüye kullananın başında patlar.
HAYYAM – Eee!... Üstadım, ne var, ne yok?
NESİMİ – Ne olsun üstat. Her şey aynı. Yolda gelirken Neyzeni gördüm. Orhan’la görüşmüş dönüyormuş. Rica ettim. Fırsatını bulursa geri gelecek. Söyle bir güzel kelam yaparız dedim. Nasıl, iyi etmiş miyim?
HAYYAM – Neyzen mi? Aman ne güzel! Gelsin! Gelsin!
NESİMİ – Üstat şu dünyayı anlatan bir dörtlüğün vardı senin. Neydi o?
( Hayyam dörtlüğünü okur)
NESİMİ – Ağzına dilen sağlık!
HAYYAM – Beni bırak. Sen “ Günah benim kime ne?” şiirini bir oku da dinleyelim.
( Keman ve ney sesi. Nesimi ayağa kalkar, seyirciye doğru ayakta.)
NESİMİ –
Ben melamet hırkasını
Kendim giydim eğnime
Ar-ü namus şişesini
Taşa çaldım kime ne?!

Kah çıkarım gök yüzüne
Seyrederim alemi
Kah inerim yer yüzüne
Seyreder alem beni…

Kah giderim medreseye
Ders okurum Hak için
Kah giderim meyhaneye
Dem çekerim aşk için…

Sofular haram dediler
Aşkımın şarabına
Ben doldurur ben içerim
Günah benim kime ne?!


Sofular secde ederler
Mescidin mihrabına
Benim ol dost eşiğidir
Secdegahım kime ne?!

Nesimi’ye sordular ki
Yarin ile hoş musun?
Hoş olam ya olmayayım
O yar benim kime ne?!

( Hayyam alkış tutarak ayağa kalkar )
HAYYAM – Muhteşem! Muhteşem üstadım! Öyle ya “ Ben doldurur ben içerim / Günah benim kime ne?”
( Nesimi geri döner sandalyeye oturur)
Üstat sen Bağdat doğumlusun değil mi?
NESİMİ – Evet. Bağdat’ın Nesimi Bucağı.
HAYYAM – Bağdat dedin de aklıma…
-----------
NESİMİ – Niye olmasın?
ORHAN VELİ – Ayıp olmaz mı? Saygısızlık…
HAYYAM – Olmaz! Olmaz! Oku hele.
ORHAN VELİ –
Sanma ki derdim güneşte ötürü;
Ne çıkar bahar geldiyse?
Bademler çiçek açtıysa?
Ucunda ölüm yok ya.
Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
Güneşle gelecek ölümden?
Ben ki her Nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha aşığım;
Korkar mıyım?
Ah, dosttum, derdim başka…
( Kapıyı Nesimi açar)

NESİMİ – Hoş geldin Neyzen. Sözünün erisin üstat.
NEYZEN TEVFİK – İşlerim çabuk bitti. Geldim işte.
ORHAN VELİ – Üstadım, üstatlarım hoş geldiniz. Demek düş değil bu. Şöyle buyurun efendim. Siz mi bana geldiniz, ben mi size? Bu zaman denen olguyu nasıl yendik. Hayret ediyorum doğrusu.
HAYYAM – Orhan evlat bunun ne önemi var? Gel bir kadeh patlat da aklın başına gelsin.
( Hayyam bir bardak rakı verir Orhan Veli’ye. Masada Hayyam, Nesimi ve Orhan Veli oturmaktadır. Neyzen ayaktadır. )
NEYZEN – Nesimi üstat buraya gelirken Bağdat üzerinden ve öte zamandan süzülüp geldim.
NESİMİ – Anlat hele ne var ne yok Bağdat’ta?
NEYZEN – Ne yok ki? Neler yok ki?
NESİMİ – Bizim doğduğumuz yerdeki bebekler, kelebekler ve çiçekler nasıl?
NEYZEN – Ne sen sor, ne ben söyleyeyim üstat.
NESİMİ – Anlat da dinleyelim. Merak ettim.
HAYYAM – Kim bilir kaç yıl önce, kaç yıl sonra? Hangi zamandır o? Zamanı yönetiyorum diyenlerin elinde çiçekler, kelebekler ve bebekler acı içindedirler. Hep böyle olmuştur.
ORHAN VELİ – Ne varmış o petrol dünyasında üstat?
NESİMİ – Gün, güneş nasıl? Yüzler, güzler, sözler hoşça mı?
(Hayyam devreye girer ve bir dörtlük patlatır)
NEYZEN – Bir garip hal vardı Bağdat’ta. Üzerini kara bulutlar sarmıştı. Ağlıyordu küçümen bebekler. Ağlıyordu analar. Kan, gözyaşı ve barut kokusu vardı havasında Bağdat’ın.
NESİMİ – Desene üstat, yandı Kerem’in arpa tarlası.
ORHAN VELİ – Devir değişti. Dönükçe dünya devirler de döndü. Dönmeye ve değişmeye devam ediyor. Hep edecek de canına yandığım dünya…
HAYYAM – Ne olmuş yani?
NEYZEN – Daha ne olsun üstat. İnsanlar yiyor birbirini. Güçlü güçsüzden çıkarıyor öfkesini. Bir hal olmuş dünya kantarına. Kantarın topu kaçmış.
ORHAN VELİ – Baharı yaşamadı dünya. Ne çektiyse insanlardan çekti. HAYYAM – Pimi çekilmiş. Ama bu böyle gitmez. Gitmemeli de barış gelmeli barış.
ORHAN VELİ –
Gömleğim yeni,
Yıkanmışım,
Tıraş olmuşum.
Bahar gelmiş,
Güneş açmış.
Sokağa çıkmışım insanlar rahat
Ben de rahatım.
NEYZEN – İnsanlar rahat mı? Rahatlık nerede? Sadece şiirlerde. Bu yönetemeyen dünya devinin yöneticileri varken. Her zaman böyle işte.
NESİMİ – Dünya devi de ne oluyor?
ORHAN VELİ – Silah gücünü elinde bulunduran ekonomisiyle yumruğunu birleştiren kuvvet, üstadım.
NESİMİ – Dünya ona da kalmaz. Kime kalmış ki?
( Neyzen bir şiir okur)
NEYZEN –
Vilson’un lütfü mudur, zulmü müdür fark edemem
Beşerin çark-ı haya’tisini o döndürüyor.
Ölümü sarhoş edip yaptığı ispirto ile
Eceli neş’e diye gönlümüze gönderiyor.

Gaybe iman edeyim derken aklım kaçtı,
En nihayet gözümü harb-i umum-i açtı,
Topların sesleri kesmiş idi Hakk’ın sesini
Koparıp attı beşer menzilesinin maskesini


Sorulsun Sadrazam’dan bizmiçün varsa lütfetsin
Hududa tahta perde çekmenin imkan-ı icadı.
Alır ibret bu gün enkaz-ı devletten nazar ehli,
Çıkına padişah tahta, serasker oldu Bağda di!

( Neyzen’in şiiri biter bitmez Orhan Veli şiire girer.)
ORHAN VELİ –
Hakkınız var, güzel değildir ihtimal,
Mübalağa sanatı kadar
Varşova’da ölmesi on bin kişinin
Ve benzememesi
Bir motörlü lutanın bir karanfile
Yarin dudağından getirilmiş.

Arzulu mudur acaba
Bir tank rüyasına?
Ve düşünür tayyare
Yalnız kaldığı zaman?

Hep bir ağızdan şarkı söylemesini
Sevmez mi acaba gaz maskeleri,
Ay ışığında?

Ve tüfeklerin merhameti yok mudur
Biz insanlar kadar olsun?

NESİMİ – Bağdat!... Bağdat!... Garip memleketim. Hem içerden, hem dışardan; hücum üstüne hücum. Gözü yaşlı toprağım.
ORHAN VELİ – Barış gelse. Silinse kin, öfke, nefret. Sussa ölüm araçlarının gürültüsü. Gün açsa. Çiçek olsa bahçelerde. İnsan insanı boğmasa.güzelce yaşasa ya…
NESİMİ – Çilekeş yurdum. Gülmedi yüzün. Güldürmediler seni. Petrol oldu başının belası. Petrol… zengin kaynaklar üzerinde oturan sefil bekçim… Benim doğduğum yer, memleketim…
HAYYAM – Petrol kavgası bu. Başka bir şey değil.
NEYZEN – Petrol… Bizim petrol masada duruyor. Üstat davran hele!
HAYYAM – Ha sahi unuttuk. Bizim petrol bizden şikayetçi olmasın.
( Bardakları doldurur ve )
HAYYAM – Dünya barışı için! Haydi dostlar!
( Kadehler havada tokuşur. Orhan Veli masadan kalkar. Sahnenin önüne doğru gelir. )

Ağlasam sesimi duyar mısınız?
Mısralarımda ;
Dokunabilir misiniz
Göz yaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce

Bir yer var biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım duyuyorum;
Anlatamıyorum.

( Nesimi’ye döner sorar)
ORHAN VELİ – Bağdat bağ ve bahçeleri ile meşhur değil mi?
NESİMİ – Her yönüyle, her şeyiyle meşhur üstadım.
NEYZEN – Fuzuli, Cüneydi Bağdadi, İmamı Azam, Veysel Karani… Hatta Ahmet Haşim… Daha bir çok kişi… Bizi biz yapan değerler ya Bağdat doğumlu… Yahut da kabri Bağdat’ta…
ORHAN VELİ – Adı üstünde bağ… Bağ… Dat… Tatlı bağ herhalde?
NEYZEN – Tatlı ki ne tatlı… Çift katlı kadayıf…
HAYYAM –
Ben olmayınca bu güzeller, bu serviler yok
Kızıl dudaklar, misk kokulu şaraplar yok
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya, ben yok… o da yok!...

ORHAN VELİ – Ne demek istedin üstadım?
NEYZEN – Dünya ben döndükçe var. Ben yoksam, o da, dünya da, Bağdat da yok diyen Amerika bu… Üstadın şiirine tıpa tıp uyuyor.






















II. PERDE
I. SAHNE

( Sahne duvarında bir İstanbul silueti. Büyük bir resim.)
ORHAN VELİ – ( Sahnenin önüne gelir şiirini okumaya başlar. )
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda.
Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor:
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalı Çarşı;
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa;
Güvercin dolu avlular.
Çekiç sesleri geliyor doklardan,
Güzelim bahar rüzgarında, ter kokuları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Başında eski alemlerin sarhoşluğu,
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor, elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, bilmiyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, bilmiyorum;
Beyaz bir ay doğuyor, fıstıkların arasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul’u dinliyorum.

( Şiir biter sahne boyunca konuşarak gezinir.)
ORHAN VELİ – Bir hal oldu bana Bir hal oldu dünyaya. Ve zamana bir hal oldu. Aklımın girdabında bir ileri, bir geri gidiyorum. Dilediğimce. Güzel desem güzel. Özel desem, her halde bana özel. Dünü bu gün, bu günü yarın yapmak ne güzel. Yada yarınla dünü bu günde buluşturmak.
Oh ne güzel!... Bir çocuk olmak, bir yaşlanmak. Birde bir olmak. Zaman, şairin elinde oyuncak diye boşuna dememişler.

Çocuk gönlüm kaygılardan azade
Yüzlerde nur, ekinlerde bereket,
At üstünde mor kah güllü şehzade:
Unutmaya başladığım memleket.
Şakağımda annemin sıcak dizi,
Kulağımda falcı kadının sözü,
Göl başında padişahın üç kızı,
Alaylarla Kaf Dağı’na hareket.
( Sahne gerisini konuşarak sürdürür)
ORHAN VELİ – Zamanı bir kez daha yenmeliyim. Çalıştırmalıyım zaman makinesini. Mesela iki binli yıllara uzanmalıyım. Ne güzel olur, ne güzel!...
( Döner ve banka oturur. Konuşmasını orada sürdürür. )
Ah be al!... Kim bilir ki iki binli yıllar Türkiye’sinde neler olacak? kimler yazacak, söyleyecek. Dertler hep aynı mı kalacak, acaba? Bundan 60-70 yıl sonrası… Ya ben oraya gitsem. Ya orası bana gelse.
( Dalar, oturduğu bankta düşüncelidir. Gözleri kapandı kapanacaktır. Vakit geçer. O sırada elinde çantasıyla gözlüklü biri geçmektedir yoldan. Bankta şekerleme yapan Orhan Veli’ye yaklaşır. Çantasını yere koyar, uyandırmaya çalışır. )
M. CEYLAN – Üstat! Üstat! Uyuya kalmışsınız. Üşüteceksiniz.
ORHAN VELİ – Tamam evlat. Uyumuyordum. Küçük bir şekerleme vaziyeti anlayacağın.
M. CEYLAN – İyi günler efendim. Yanınıza oturabilir miyim?
ORHAN VELİ – Tabii efendim. Oturunuz.
M. CEYLAN – Ben Mustafa CEYLAN. (Elini uzatır)
ORHAN VELİ – Memnun oldum Ceylan Bey.
M. CEYLAN – Çok yorgun görünüyorsunuz da. Sizi tanıyabilir miyim?
( Sakin, adamı biraz süzer)
ORHAN VELİ – Ben İstanbul’da bir garip Orhan Veli’yim. Veli’nin oğlu Orhan. Yorgunluğuma gelince tarifsiz kederler içindeyim de ondan…
M. CEYLAN – Neee? Orhan Veli mi? Dalga geçme!
ORHAN VELİ – Evet. Niye şaşırdınız? Dalga geçecek ne var ki?
M. CEYLAN ( Süzer ) – Evet gerçekten, siz ha! Üstadım. Verin elinizi öpeyim. Siz pirimiz, gönül tahtımızda kurulu şiir büyüğümüzsünüz. Tüh be ! Nasıl da tanımadım sizi?
ORHAN VELİ – Ne büyüğü evlat? Ben bir garip Orhan Veli’yim işte… Ne iş yaparsın pirim? Nereden?
M.CEYLAN – Üstadım, siz nasıl bir garip Orhan Veli iseniz, ben de karıncanın gölgesiyim.
ORHAN VELİ – Bırak Teşbihi evlat, gerçeğe gel.
M.CEYLAN - Adım Mustafa CEYLAN. Mühendisim. Makine Mühendisiyim. Bunca yıldır şiir peşinde koşar. Bir şeyler karlamaya, yazmaya çalışırım, üstadım.
ORHAN VELİ – Anlaşıldı. Senin de başında duman var.
M.CEYLAN – Duman ki ne duman üstadım!
ORHAN VELİ – Şu karşıda görülen Galata Köprüsü mü?
M.CEYLAN – Evet, Galata Köprüsü. Ha, sahi üstadım, şu Galata köprüsüne bir şiir yazmıştınız. Çok hoşuma gidiyor. O şiiri sizin ağzınızdan duyabilir miyim?
ORHAN VELİ – Dinle o zaman evlat. Dinle bakalım!
GALATA KÖPRÜSÜ
Dikilir köprü üzerine,
Keyifle seyrederim hepinizi.
Kiminizi kürek çeker, sıya sıya;
Kiminiz midye çıkarır dubalardan.
Kiminiz dümen tutar mavnalarda;
Kiminiz çımacıdır halat başında
Kiminiz kuştur uçar şairane:
Kiminiz balaktır pırıl pırıl;
Kiminiz vapur, kiminiz şamandıra;
Kiminiz bulut havalarda;
Kiminiz çatanadır , kırdığı gibi bacayı
Şıp diye geçe bacının altından:
Kiminiz düdüktür öter;
Kiminiz dumandır tüter;
Ama hepiniz hepiniz…
Hepiniz geçim derdinde
Bir ben miyim keyif ehli içinizde?
Bakmayın, gün olur ben de
Bir şiir söylerim sizlere dair;
Elime üç beş kuruş geçer;
Karnım doyar benim de…
ORHAN VELİ – İşte bu kadar evlat. Nasıl buldun?
M.CEYLAN – Çok güzel üstadım, çok güzel…
ORHAN VELİ – Senin adın neydi?
M.CEYLAN – Mustafa CEYLAN efendim.
ORHAN VELİ – Peki Ceylan bu günlerden ne? Ayın kaçı?
M. CEYLAN – Bu gün cumartesi, ayın yirmi beşi.
ORHAN VELİ – Hangi yılın, hangi ayın?
M. CEYLAN – Az kalsın unutuyordum. Üstadım. 2003’ün Şubat ayındayız. Ama siz, siz?
ORHAN VELİ – Ne var ben de evlat?
M.CEYLAN – Nasıl söylesem efendim. Siz, siz… Sahi 1950’de…
ORHAN VELİ – Anlaşıldı evlat anlaşıldı. Bak sana bir soru soralım, cevabını ver ve düşün.
M.CEYLAN – Şey… Tamam, sorun!
ORHAN VELİ – Şairler ölür mü?
M.CEYLAN – Şairler ölmez efendim. Hele sizin gibi biri asla!...
ORHAN VELİ – O zaman?
M.CEYLAN – Tamam da…
ORHAN VELİ – Tamamsa sus be evlat! Fazla kurcalama. Zamanda yolculuk bu işte. Bir de mühendisim diyorsun. Çalıştır saksıyı…
M.CEYLAN – Bu bir mucize üstadım.
ORHAN VELİ – Ne sayarsan say. Sorgulayıp durma. Ha, sahi, bu çanta şiir mi dolu? Yoksa makine projesi mi?
M.CEYLAN – Şiir denirse benimkilere?
ORHAN VELİ – Aç şunu hele. Ezberinde yok mu? Oku da bir dinleyeyim bakayım.
M.CEYLAN - Ama üstadım. Sizin yanınızda. Mahcup olurum. Zorda kalırım vallahi.
ORHAN VELİ – Kalmazsın, kalmaz. Haydi bırak nazı da. Aç şu çantayı.
M.CEYLAN – Peki üstadım. ( Çantayı açar. İçinden bir tutam şiir yazılı kağıt çıkarır.)
ORHAN VELİ – Şu en üsteki şiiri bir dinleyeyim hele.
( M: Ceylan çekine çekine şiirini okur)

PAŞA GÖNLÜM

Paşa gönlüm coştu yine
Oluruna gitmiyor olayların
Meydan okuyorum zamana işte
Ne mi yapıyorum? Dinleyin hele:

Paşa gönlüm coştu yine
Banka kasalarını yoksullara
Fırınları verdim açlara
Yolda bir “ceylan” gördüm
Kalbimi bağladım zeytin saçlara…
Dağlar boynunu büktü
Okyanuslar diz çöktü
Bulutlar şapka çıkardı aşkıma.
Ceylan gitti, ben gittim
Pişindeyim, eridim…

Paşa gönlüm coştu yine
Körlerin açtım gözlerini
Fırlattılar bastonları
Doldurdular bastonları.
Sağarların açtım kulaklarını
Misket oynadık o an.
Elsizlere el, ayasızlara ayak
Yurtsuzlara ev yayanlara uçak
Her ne istiyorsam yaptım işte.

Paşa gönlüm coştu yine
Bütün mağazalarda her şey bedava
Kıyma alabilene bin dolar üste;
Karanfil kokuyor rüzgar
Mutluluk dağıtıyor hava
Yok ettim geceleri, boşaltım zindanları
Bir çocuğun gülücüğüne verdim cümle yılları
Pazar kurdum, parasız her şey
Meyhanelerde avantadan mey
Hey ki hey!... hey ki hey!...

Paşa gönlüm coştu yine
Nuh’un gemisine benziyorum
Sonsuzluklarda geziniyorum…
Borsayı, lotoyu, totoyo kaldırdım
Herkes insan ya, herkes şanslı artık
Yok bundan sonra,
Yok diyorum yok!... hasret, ayrılık…
Silahları topladım attım denize,
Gül verdim ellere
Öfkeyi, nefreti, kini sildim-süpürdüm.
Güneşe bile öğrettim şarkı söylemesini
Onu da tuttum kolundan
Bendeki bana götürdüm…


Paşa gönlüm coştu yine
Beton yığını şehirleri çiçekle donattım
Tarlalar buğday-başak
Bereket dağıtıyor şafak…
Gel be dostum gel, sen de gel!
Şu işe bak!...


ORHAN VELİ – Bu ne güzel şiir. Tebrik ederim evlat. ( Sarılır öper )
M.CEYLAN – Teşekkür ederim üstadım.
ORHAN VELİ – Söyle bakalım evlat. Sen nereden gelip nereye gidiyorsun? Bana kendini anlat.
M.CEYLAN – Üstadım ben Ankara-Elmadağ doğumluyum. Ama uzun süredir Antalya’da yaşıyorum.
ORHAN VELİ – Ne, Antalya’da mı?
M.CEYLAN – Evet halen Antalya’dayım. Antalya’da olmaktan da çok mutluyum.
ORHAN VELİ – Madem Antalya’dasın, bu koca kent İstanbul’da ne işin var?
M.CEYLAN – İstanbul’a bir edebiyat toplantısına gelmiştik. Antalya’dan birkaç şair dostla. Onlar karşıdaki çarşıdalar. Birazdan buraya gelecekler.
ORHAN VELİ – Demek arkadaşların da var?
M.CEYLAN – Evet. İşte üstadım. Karşı yoldan geçiyorlar. Bu tarafa geliyorlar. Bak.
( Parmağıyla gelenleri gösterir )
ORHAN VELİ – Arkadaşların gelmeden senden bir şiir daha dinlemek isterim.
M.CEYLAN – Peki üstadım. (Kağıtları karıştırmaya başlar)
ORHAN VELİ – Bırak aramayı. Şu elindeki, en üstteki şiiri oku bakayım.
M.CEYLAN – Üstadım, bu şiir yaşadığım kenti, güzel Antalya’yı anlatan bir şiir.
ORHAN VELİ – Olsun. Oku bakalım.
M.CEYLAN –
Tünek Tepesi’nden seyrettim seni
Afrodit misali göz kırptın bana.
Masmavi sularla, altın kumlarla
Portakal bahçelerinde gezinen
Yosun gözlü kızlarla
“Gel! Gel!.. “ diyordun…



Geyik Bayırı’ndan seyrettim seni
Nar çiçeği gibi gülümsedin bana,
Sihirli, ılık bir nefesin vardı,
Saçlarını yıkıyordun Düden’de, Kurşunlu’da
Zümrüt kıyılarınla, cam piramidinle
Ayna tutuyordun bana
“Gel!.. Gel!...” diyordun

Mazı Dağı’ndan seyrettim, seni,
Gizlice: “ Beni seviyor musun?” dedin bana,
Dağların, denizlerin kadar güzel,
Poyrazın, meltemin kadar efsunlu
Seni sevmek mümkün mü?
İmkansız seni bırakıp gitmek,
Sensiz yaşamak ölüm, biliyor musun?

Kepez Varyantı’ndan seyrettim seni,
“Akşam oluyor, ışıklarımı yak!”
“Yak!” dedin bana…
Çam kokan, muz kokan havanı soludum
Donattım ışıklarla her ya