Gülce Edebiyat Akımı

Tam Görünüm: Irmak Şairi Nurten ALTINOK ve "HUZUR LİMANI"
Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.

23.02.2015 GÜNÜN ŞİİR TAHLİLİ
**************************************************

Irmak Şairi Nurten ALTINOK ve Şiirsel yolculuğu

Irmak Şairi
Nurten ALTINOK
Ve
“Huzur Limanı”

Mustafa CEYLAN

17 veya 20 bin civarında şairin ve şiirin “tozu dumana kattığı” bir sanal ortamda tanıştım Nurten ALTINOK’ la… Bilgisayar ortamında tanışmak nasılsa öyle işte… “Huzur Limanı” isimli bir kitap yayınladığını öğrenmiştim. Adresimi verdim, istedim “Huzur Limanı” nı. Bir de baktım ki ertesi gün kitap kargodan elime tutuşturuldu. Hemen telefonuna mesaj attım.Dedim (dost, “HUZUR LİMANI” kitabınızı aldım.)

Nurten Altınok’ u yemin ederim ki, tanımam! Ne sesini duydum, ne tokalaştım; kimdir, necidir, nasıldır inanın bilmem…Bana gönderdiği kitabını okuyunca sanki onunla yıllarca tanışıyormuşum gibi geldi bana…

(Sonra, Nurten Altınok'u tanımanın mutluluğuna erdim. Yüce Mevlâ, o' nun gibi
güzide şairleri dilerim çoğaltır...)

Nasıl olur dedim? Bu şair kim? Bugüne kadar neden farkına varamadım diye de kendimi sorguladım.

Kitabını bir çırpıda okudum. Anladım ki o bir “IRMAK ŞAİRİ…”

“Irmak Şairi” de nedir diye sorarsanız, “şiirleri-mısraları su gibi akan”, “bir çırpıda okunan” demek oluyor. Sakın ola, “Allah, Allah; böyle bir şiir akımı mı var ki? ” diye sormayın bana. Bana göre var. İşte, o “bana göre” isimlendirdiğim akımın mensuplarından birisi Altınok… “IRMAK ŞAİRİ…”

Eserinin ve eserindeki şiirlerinin analizine geçmeden peşinen şunu söylemeliyim: Ben bir Tv veya radyo program yapımcısı yada DJ olsam, Nurten Altınok’ un bu kitabını elimden düşürmem. Maşallah o işleri yapanlar Ümit Yaşar Oğuzcan, Nazım Hikmet vb ustaların eserlerinden başkasını görmüyorlar ya; neyse… Varsınlar, bir de “Huzur Limanı” nı okusunlar diyeceğim.

Kimdir bu eseri yazan? Yaşam öyküsü nedir?

Eserin arka kapağında “şiirsel bir söylem” den öğrendim merak ettiklerimi. Eserin arka kapağında yazılanlar “net” ortamındaki tanıtım yazısıyla aynıydı ve şöyle diyordu:

“BU BENİM İŞTE

Yunanistan’ ın Gümülcine kasabasında doğmuşum
Yıl 1950 günlerden hıdrellezin 76’ sı Cumartesi
Öyle kaydetmiş babam
Hasan, babamın adı
Ucu katlanmış, sararmış bir kitap köşesi
Temmuzun 22’si…
Adım: Nurten Soyadım: Hasan
Bizim soyadımız yok ki!
Bu da azınlık olmanın kaderi…”

İşte bu noktada biraz durdum.” 22 Temmuz 1950 Gümülcine doğumlu Nurten Hasan, baba adı Hasan…Çünkü “azınlık” olmanın kaderini yaşadığını açıkça ifade ediyor” dedim. Yanımda, yakınımda olsaydı Nurten Altınok, “Asla azınlık değilsiniz. Oralar bizim! Bizim eller! ! ” der ve ağlardım mazlum millet olmanın kaderi üstüne…

Ağladım da…

Sonra… Sonra…

Sonrası şu, okudum o şiirsel söylemi, öğrendim nerede okumuş, ilk şiir ödülünü nerede almış, şiirleri nerede yayınlanmış ve hangi rumuzla? …

Ardından,

1970’ de Türkiye’ye geldiğini İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun olduğunu, evlendiğini, “Özlem ve Onur” adında iki evladının olduğunu, İstanbul Avcılar’ da (Şu depremin vurduğu can evimizde) oturduğunu, şimdilerdeyse serbest “mimarlık” yapıp benim gibi şiir işçiliği yaptığını bir güzelce öğrendim…

Ve girdim “Huzur Limanı” na…

Serde “huzur” aramak var ya…Girdiğime pişman oldum desem yeri… Benim gibi limanı “deli fişek” bulutlarla dopdolu bir şairdi karşımdaki… Okudum şiirlerini, çevirdim kitabın arka kapağını resmine baktım.

Okudum ve baktım… Haberi bile yoktu… Okudukça konuştum onunla… Konuştum sayın Nurten Altınok’ la…

Dedim ki:

Önce “negatiften” başladım.

Dedim ona, “keşke şu şiirlerin altına “tarih” yazmasaydın! Yazmasaydın be dost! Gözüm kaçıyor işte… Aynı gün mü yazmış diye sorguluyor aklım… Madem tarih düşeceksin, kendi “cönk”ünde- kendi yazdığın defterde-çok özelinde- bulunsaydı ve okuyucu bilmeseydi…

Şiirinin ağırlığı o tarihlerle kayboluyor. Evet, yürek gümbürtünü duyuyorum, ama şiir bir günde “birkaç tane yazılacak” kadar “kolay” olmamalı. Dostlarımdan birisi Ankara’ da çok ünlü bir “prof” u anlatmıştı, Keçiören’ den Kızılay’a gelene dek otobüste üç-dört şiir yazarmış diye.. O geldi aklıma…

Var sen ne yap biliyor musun, o tarihleri alt alta yaz ve şiirin ana “tema” sına bir göz at hele…

Zira “şiir “ başka, bana göre, “manzume” başka…
Hadi seninkiler ölçülü-uyaklı-ayaklı değil, yani “manzume” değil diyelim, sonra;
İngiltere’ de dost bir şair kardeşim var, adı Bülent Özcan, geçen gün telefonla konuştuk. Dedi ki. “İngiltere’ de şiir okulları açıldı. Adamlar gazetelere ilanlar veriyorlar. Şiir nasıl yazılır, ünlü bir şair olmak ister misiniz? ” diye dedi Ve ekledi, “burada, adam cebine yığınlarca “imge”, cümle, mısra, sözcük doldurmuş, “şans-talih-kısmet” gibi çekiyor ve arkasına tümceyi ekliyor, ona da şiir diyorlar” dedi.

Senin tarih yazmandan “negatif” bakışımla bu geldi aklıma, “Hayır! Olamaz! Olmamalı! ” dedim. İyi ki demişim. “Huzur Limanı” nı okumaya devam ettim. Okudukça “Has Şiirin” limanına demir attığımı anladım.

Tamam “samimi” olmak ve “doğru” olmak adına tarih yazmış olabilirsiniz, lâkin, “bir kelime kuyumculuğu olan şiir” i “gönül hazinenizde biraz mayalandırıp” öyle sunmanız, o’ nun üzerinde hassasiyetle durmanız gerekmez mi? Sanki Özlem ve Onur hemen mi büyüdüler? Neler çektiniz onların elinden, neler; düşünün hele… Şiir de şairin çocukları değil mi? ... Şair, en büyük ve en kutsal doğurganlardan birisi değil mi? Anadır şair. Evlatlarını kollayıp gözetmek ve onları beslemek, giydirmek, giyindirmek, aç-açıkta bırakmamak mecburiyetindedir. Siz bunu benden daha iyi bilirsiniz…

Ancak, bugüne dek tanıdığım tüm “IRMAK ŞAİRLERİ” nde aynı özelliği gördüm….

Tıpkı bizim “OZAN” lar gibi. Sazın ile çal ve söyle…

Ben de sıklıkla yapıyorum onu ya, neyse…

N’olur bir daha tarih yazmayın kitaplarda şiir altlarına. O size “özel” kalsın…

Hakkınızda bir araştırma yapan kişi olursa ona verin “cönk”leri-el yazmalarını,; Tarihleri o bilsin ki, ne gibi “duygu fırtınalarını yaşadığınızı” yorumlasın, yazsın…

İkinci, üçüncü konular çok basit.
Bunlar “fiziksel inceleme” sadece.

Unutmayın dost, matbaada her forma 16 sayfadır. Matbaalar “forma üzerine iş yaparlar, ona göre fiyat verirler.” Huzur Limanı 146 sayfa… Bir forma matbaacılıkta 16 sayfadır. 146 bölü 16 eşittir 9 forma artı 2 sayfa yapar. Bu da kitabı pahalıya “mal ettiğinizin” ilanıdır. Demem o ki, “ikinci emekliliği” düşünmeden, şu “forma” işini göz önünde tutsanız bir daha ki kitapta… 16 ile bölünen sayfalarla kitabınızı oluştursanız.

Önsöz yok… İçindekiler yok…

Kendi kendime de “Ya senin ilk kitabın nasıldı be adam? ” diye soramadan da edemiyorum. Bunlar, maalesef “dumanı üstünde ilk kitap heyecanı” ile yapılan “ihmaller.” Zaten ünlü şairlerimizden çoğu da ilk yayınladıkları kitapları “benim değil” diye “inkâr” etmediler mi?

Ancak, sizin böyle bir yolu tercih etmenize gerek yok, “ırmak şairi” dostum… Şiirleriniz çoğunluğu “hakiki şiir”…

Şiirlerinizin analizine gelince dost, şiirin şair sayısı kadar, hattâ yer yüzündeki insan sayısı kadar tarifi vardır. Sen şiire nereden ve nasıl bakarsan, şiirde sana oradan, o şekilde bakar. “Irmak Şairi”siniz dedim, dedim ya birazcık da bu “ekol” ün yapısına değindikten sonra, sizin şiirlerinizin ruh kökünü değerlendirmeye çalışalım, olmaz mı?

Günümüz Türk Şiirinde herhangi bir ölçü veya vezne bağlı kalmadan, mısraları, suyun dalgaları gibi, suyun – ırmağın kendi mecrasında doğal akışı gibi dokuyan, asla bir duraksama ve zorlama-akışta bir mania ile karşılaşması bulunmayan, adeta “sözcük sihirbazlığı” yapan şairlerin izlediği yola ve metoda bu ismi koydum ben. Dış alemi kendi iç alemine doldurup, yerinde yaptığı muhteşem teşbihler ve iç ahenkle süsledikten sonra güzelim şiiri doğuranlar, işte “ırmak şairleri” onlar. Bazen de iç dünyalarını dış dünyanın sırtına yüklerler acımasızca. Bölüm başlarında veya sonlarında “şah beyit-en büyük vurgulamalardan” asla kaçınmazlar. Şiir örgülerinin can damarıdır oraları. Gizli ses benzeşimlerini orada sergilerler. Sade ve yalın, fakat sihirli bir söylemleri vardır. Sanki, söylenmemişi söylemek için bir koşuda gibidirler. Sanatkârlıkları söylenmemişi söylemedeki becerileriyle özdeştir. Bu “ekol”e mensup şairlerin bir bölümü de sadece bölüm başlarında büyük harf kullanırlar, mısra başlarında büyük harf kullanmazlar. Kimileri de dilimizdeki “inceltme” işaretleriyle, noktalama işaretlerine bile karşı durmuşlardır. “garip üçlüsü”nden bu yana gelişen şiir kuşağımızın yeni renkleridir onlar.

Bu akımın bazı vazgeçilmezlerini şahsen ben tasvip etmiyorum. Noktalama işaretleri ve büyük harf gibi konularda ki tutumlarını mesela…Ama olsun, gene de onları okuyor, yakından da izlemeye çalışıyorum.

“Huzur Limanı” kitabında şair Nurten ALTINOK, ırmak şairleri arasında bana en yakını diyebilirim.

İnce bir hüzün, gecenin efsunkâr kara gözleri, yalnızlığın fırtınalı girdabı ve ölümüne, inadına sevda… Sabahtan akşama dek bir koşturmaca içinde çırpınan şair ruhu, kendi sığınağı olan şiirinin limanına girince, bulutun ağlaması benzeri sarılır mısralara, atar kendini iç dehlizlerinin dönüp duran uçurumlarına. Kendinde kendi olunca da yazmaya başlar kalemi. Altınok bu işte… “beynimdeki kalabalığı sabahtan kiraladım” der “kirli bir çıkın gibi zaman sandıkta naftalin kokan” dediğinde de sevgisini-aşkını-bitimsiz tutkusunu özler ve ona, “unutma beni göz yaşın olayım” diye de seslenir. “Saatler yine dört sıfır” olmuştur ve bu saatlerde “geçmişe açılan kapılar aralandıkça, sessizce bir şair can verir” onda…Zira, “özel rüyalar gibi gelen, gönlüne akran, gözüne yaşıt, sevdasına eşit, yalan içinde yalanı” olan, “başının en büyük belâsı” sevdiğiyle baş başadır o saatlerde. Sevdiği dağlar ardında, ötelerin ötesinde olsa da; can evinin içindedir şairin. Konuşur, dertleşir bir güzel…

Altınok’ un şiirinin değişmezlerine gelince: İnce bir hüzün, gecenin efsunkâr kara gözleri, yalnızlığın fırtınalı girdabı ve ölümüne, inadına sevdadır demiştik. Baştan, bazı örnekler verelim:

“Neden Gittin” şiirinde:

“Öyle olsun, hadi git…
Korkular pes etti zavallı karanlığımda
Mum ışığında
Kanadı kırık bir pervane
Yalnızlığımı yazıyor gözyaşlarıyla..”
……..

“Bekçi ağzında düdük
Sesi gecede büyük bir delik
….her düdük sesinde balkona çıkıyorum
sen mi geldin? ”
………………………

“Yıldızlardan utanıyorum
Sessiz tanık
Göz kırpmalarından
Karanlık ayıbımı örtüyor”

……………………..
“Ellerimde çaresizliğin teri
Birden susuverdi karanlığın elleri
Karanlığın elleri yağmur kadar küçük değil
Gelemezdim”

“Geceler Kurşun” şiirinde:

“Gecelerin kurşun sağnağında
Korumasız
Sarmaş dolaş yaşadın mı yalnızlığı”
……………………..
“Geceler hüzün ebesi
Kan emici sülük misali
Kırçıl saçlarda öfke geceler
Göz altında mor halkaların belgesi
Geceler…
Günahların sis perdesi
Geceler… ah geceler, ah…”

“Böyle Sevda” şiirinde

“……………………
Uykusuz geceler
Yağmur yağıyor
Kapımda sen
Canımda sen”

“Gidiyor musun? ” şiirinde:

“………………………
Sıcaklığını kundakladığım sabah ezanlarında… KAL
Gidiyor musun?
Sensizliğin asılı bir gerdanlık gibi boynumda… KAL
……………………….
Ve karanlığın iki eli boynumda
Boğdu boğacak
Kocaman gözlerimde korkular çaresiz
Titreyen ellerimde yüreğim
Kapım ağlıyor

Çalınmayan
……………………….”

“Yalnız Geceler” şiirinde:

“Yine yalnız geceleri oynuyorum kaderimle baş başa
Yine sessizliği / parçalarcasına / bu kaçıncı
Yine sen-siz-liği… ah! tutamadığım
………………………..
Zaman oyunu bizden yana kullanır
Amorti gibi sığındığımız mutluluk
………………………..
Suskunluğum alabora
Sabahlara sürgün gözlerimde
Kör olmuşum
Bulutlar ağlıyor bak yıldız kaymalarında
……………………….”

Sanırım bu birkaç örnek yeterlidir düşüncelerimizi sunmaya.

Ahmet Haşim kişiliğinin gecede sancılanarak şiirsel hıçkırık ve iç çağrılarının iz düşümü yok mu bu okuduklarımızda? Var elbette. İşte “Irmak şairleri” nin çıkış noktalarından birisi bu nokta. Altınok’ da aynı yolu izlemekte. Haşim, kendince “çirkin ve kara” saydığı yüzü sebebiyle alaca karanlıktan itibaren tüm geceyi limanı sayardı. Kaçışlarının son noktası gecenin kara- zifiri örtüsüydü.

Kardelenler ve günaydınlarla, eşine-işine ve yavrularına bağlı bir şair yüreği de o ışıltılı- pırıltılı-sevinçli vede bir o kadar da yorgunluk dolu saatler sonrasında kendi tüneline girivermektedir. O tünel, çağrılarla ve haykırışlarla dopdoludur Nurten’ de…O tünelde yapayalnızdır. Zaman, elbette geçecektir ama, yüreği rüzgârlara takılmıştır uçup gitmededir.
Dilinden ses çıkmaz, suskundur fakat, canhıraş feryatlar içindedir.

“Ayaz gecelerde üstümde gök ölüyor
Yalnızlığım yağıyor ayaklarıma
Kapatıp ellerimle yüzümü geceye inat
Karanlıktan korkmuyorum / ağlamıyorum
Ölüm kolay ayrılıktan”

Diyen Altınok, ağlamıyorum dese de öyle güzel ağlayan bir şair ki… Çocuklar gibi ağlıyor hem de… Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk benzeri yani… Hasretin şairi olan bir gönül bu tür kıvranır ikilemlerde… Ruhunun gel-gitlerini geceye inat elleriyle yüzünü kapatarak gizlemeye çalışır. Çünkü ağlıyordur, için için ağlıyordur…

Esasında ağlayan-acı çeken yüreklerden fışkırır şiirin hası… Bal-kaymak tasında eli olanın kaleminden ne mısralar dökülür ki diye düşünmüşümdür hep…Çile içten arıtır mısra kuyumcusunu. Gözyaşı rahatlığıdır. Göz bulutları yanaklarından aşağıya damla damla süzüldüğünde, içi ve dışı ışıltılarla dolar…

“Hep çoğul yaşadım seninle
Bir gözümde ben baktım, diğerinde sen
Ben yattım karanlıklarda, uyandım büsbütün sen
Bir gün ben yaşadım bedenimde
Bir gün sen attın yüreğimde
Nasıl kıyarım sana söylesene
Seni nasıl sürüklerim bitmeyen gecelere
Dedim ya, tek olsam iş kolay
Ölmek işten bile değil
Ah! İçimde sen varsın
Sen varsın…
Sen…”

Diyerek şahane bir “altın vuruş” yapar Altınok…

Gecelerde bilemezsiniz suyun feryadını. Bir fotoğraf seyreder gibi bakmayın sulara. İnin ırmak kıyısına yada deniz kıyısına, duyun çağrısını suyun, işitin kumsallara yapışan figanını. Korkmayın o size sizden yakındır. Hem o boynunuza taktığınız en güzel incilerin de su diplerinden çıkarıldığını bilin. Gecelerin şairi Nurten Altınok, “altın vuruş” şiirinde de bu tutkularından kurtulamıyor bir türlü… Ve ekliyor:

“Çeker giderim gecenin bir kuytusunda
Ölüm kolay ayrılıktan
………………………”

Geceler, yalnızlığın emzirildiği zaman anası… Ölümün usul usul ıslık çalarak geldiği zaman dilimleridir. Karanlık hep ölümü anımsatır şaire… Ölüm ise ayrılıktan kolay. Ölmek basit, ayrılık zor… Ölmek, son nefesi vermekle, ayrılık ise araya zaman ve mesafe koymakla oluşur. Ölüm, tasavvuf şiirimizin ana teması. Ayrılık, halk şiirimizin temeli. Yunus Emre, ölümle ahirete ve ezel-ebed sevgiliye kavuşacağını söylerdi. Mevlâna, ölümü “şeb-i arus yani düğün gecesi olarak tariflerdi. Abdülhak Hamit’in “Makber” iyle ölüme isyan başlamıştır diyebiliriz. Peyami Safa, Necip Fazıl ve Ahmet Hamdi Tanpınar, insanı ve ölümü metafizik açıdan yorumlamışlardır. Cahit Sıtkı ve Orhan Veli, ölümü düşünmek yerine “yaşanılan an” dan faydalanmayı yeğlemişlerdi. Ölüme bir çare bulanamayacağına göre, yaşama zevkini doya doya tatmak gerekirdi.

Huzur Limanı şairi Nurten Altınok, çaresi bulunmayan ölümün son bir nefesi vermekle kolay olacağını, (çaresizliğin kolay olduğunu) bilmekte ve ayrılığın ölümden zor, fakat bir çaresinin olduğunu, o çarenin de sevgilinin gelmesiyle- hasretin sona ermesiyle oluşacağının farkındadır.

Cahit Sıtkı ve Orhan Veli son derece açık, sade ve yalın üslupla şiirlerini kaleme almışlardır. Yaşanılan hayatın net bir fotoğrafını çekip sunmuşlardır. Sunumlarını teşbih, istiare ve mecaz gibi edebi sanatlarla süsleyip değiştirmemişlerdir. Yaşadıkları dünyayı pek sevmeyen Divan Edebiyatı şairlerimiz ise, yaşantılarını baş vurdukları edebi sanatlarla masal haline getirmişlerdir. Teşbih sanatının pırlanta kelimesi “gibi-kadar” kelimeleridir. Benim “ırmak şairleri” adını verdiğim, günümüz Türk Edebiyatındaki şairler, “gibi ve kadar” kelimelerini kaldırmışlar, iç alemleriyle dış evreni harmanlamışlar, birbiri üzerine bindirmişlerdir.

Nurten Altınok’un iki şiiri dikkatimi çekti. Bunlardan birisi ayrılığı anlatan ve Ankara Diyarbakır seferini yaparken şehit düşen 34 erimizin anısına yazdığı “Analar Ağlamasın” başlıklı şiiri, ötekisi de gene bir ayrılığın sonucuna nokta koyan rahmetli babasına “Babam Ben Geldim” diye seslendiği şiiri. Her ikisinde de Altınok, yüreğini konuşturmuş. Öyle samimi ve öyle sıcak ki… Babasının kabrini ziyaretinde;

“………………………
Babam, ben geldim
Erik ağacının altındayım
Burası çok kalabalık be babam
Bir o kadar da sessiz
Yaban otlarını ayıkladım
Güllerin çiçek açmamış
Belki zamanı değil
Biraz su döktüm
Mezar taşını okşadım
Saçın gibi bembeyaz
Biliyor musun
……………………
Ben seni çok özledim be babam” der.

“Cennet mekânın olsun” dediği babasıyla arasında geçen tatlı zamanları anımsar önce. Şakalaşmalarını, “Kocaman kızım” deyişini, kahvenin önünde sandalyede oturuşunu, peynirle karışık lehim kokusunu, deri kasketini bir bir hatırlar. Babasına “anam iyi merak etme, kardeşimle kalıyor” der ve kendi çocukları olan Özlem ve Onur’ dan haber verir. Sonra da şair, “bu aralar kafam karışık biraz” baba, dedikten sonra, kendi iç dünyasına sarılır. Rahmetli babasına benzeyen, aynı kasketi giyen, iki elinde iki poşet olan bir adamın peşinden koştuğunu, yolunu kesip yüzüne baktığını belirtir. Ne yazık ki babası kabirdedir. Ve “hastanede olduğu gibi kuru ekmekleri ıslatır balkona koyar ve kuşlarla konuşur. Kuşların “çoktandır gözükmüyor, nerede” sorusuna cevap veremez, hiçbir şey diyemez. Bir torba yem alır çınar altındaki kumrulara-güvercinlere döker. Bayram şekeri almaya gelen çocukların sorusu karşısında suskundur.. Özetle şair, babasına bırakıp gittiği çevrenin fotoğrafını ince bir elemle takdim eder… Elemi, babasını çok özlemesinden kaynaklanır. Geri dönülmez ayrılıktan…

Mistik şiirde “fanilik gömleği” insan ve doğanın üzerinde sürekli durur. Ve “fani, fenadır.” Bu alem geçicidir. Dünya misafirhane, insan baş koltukta, ölümü bekleyen konuktur. Huzur Limanı şairinde, ölüm bir gerçektir, ancak, hayat devam etmektedir. Kuşuyla, ağacıyla, çocuğuyla…

Nurten Altınok, “Analar Ağlamasın” şiirinde, “En büyük asker bizim asker / Asker gidecek geri gelecek” diye davullu zurnalı alaylarla “asker uğurlama” geleneğimizle söze çok güzel girmiş. Gözlerinden kor bir ateşin, bağrının ortasına kor alev olarak çöreklendiği suskun bir ananın, askere uğurlanan oğlunun boynuna sarılırken;

“-Aman ha oğul
Sakın üşütme
Sırtın açık kalmasın
Ayağın yalın-“ şeklinde fısıldamasını, “genizlerine kadar çektiği, halâ / Dünkü bebeğinin kokusu / Mis kokusu..” söylemiyle doruk noktaya çıkarır. Ana ile oğulun bu esnada konuşmalarını sıralar şair. İçi titreyen, avuçları terleyen, yiğidim, canım diyerek, dualarla oğluna sarılan anasına oğlun üzme kendini, vatan borcudur bu, şunun şurası nedir ki, gider gelirim deyişini anlatır ve oğulun içini bulut gibi boşaltır mısralara:

“Sen değil miydin şarkılarında çoğu zaman
Asker yolu beklediğin
Günü güne eklediğin
Sen değil miydin
Vatan borcu can borcu dediğin
Sen değil miydin ta ninnilerimde
Asker oğlum diye sevdiğin
Hudut kapılarını sen öğretmedin mi bana
Sen öğretmedin mi bana
Şehit düşecek kadar bu vatanı sevmeyi
Bilirim hasret yakıyor içini
Resimler gönderirim anam
Selama durmuş askerin
Çakı gibi
Gururla duvarına asacağın
Bağrına basacağın…”

Ve oğul askerdedir, nöbettedir. Özlemiştir anasını, sıcak çorbasını. Babasını, kardeşlerini, yeğenlerini; tabii ki nazlısını da… Terhis vaktidir. “Terhis oldum anam / Geliyorum / Geliyorum / Boynuna sarılmaya” diye Mehmetçik, “Bu gün çok kalabalık olmalı evimiz / özlemlerle düştüm yollara / özlemlerimi yükledim de demir kanatlara / Geliyorum / Uçuyorum / Uçuyorum anam..” der. Ne yazık ki, özlemlerini yüklediği çelik kanatlar, onları taşıyamamıştır ve Mehmetçiklerin tabutlarını götürmüştür evlerine. Asker, anasına;

“…………………………
Son mektupta kendimi postaladım sana
Çivilenmiş bir tabutta
Bedenim
Özlemlerim
Söyleyemediğim şarkılarımla…
Çivilediler beni ana
Sonra, bir al bayrağa sardılar

Allı pullu bir yazma almıştım sana
Her saçını bağladığında
Her özlem çöktüğünde bağrına
Silersin diye gözyaşlarını bir ucuyla
Bugün onu bağla saçına ana
Kusura bakma
Ne bilirdim ben olacağımı yazmana
İlk düşecek acı damla

Ağlama anam
Anam ağlama
Özlemlerim bulutlara takıldı
Ellerim yıldızlara
Yüreğim,
Ah,
Yüreğim
Yüreğim rüzgarlara takıldı…” diye seslenir. Nurten Altınok’ un bu şiirini kime okudumsa yüzü- gözü ağlamaklı oldu, tutamadı göz yaşlarını. Sanki ben okurken, tutabildim mi ki? ... Ben de ağladım, ağladım…

Kimileri, şiirin asli görevinin göz yaşı ve hıçkırık taşımak olduğunu söyler. Gurbet ve hüzün, bizim Anadolu insanının bitimsiz beslenme kaynağıdır. Kimileri de, mısra işçisi olan şairin, şiirinde misal olarak, bir elmanın yenilişini mi anlatıyor, şiiri okuyan dişlerini geçirdiğini hissetmeli der. Nurten Altınok, ruh girdabındaki hüznü, dış dünyanın unsurlarıyla boyar sanki… Önce ana tema’nın etrafında birkaç tur atar, sonra, bir şahin edasıyla-hızla kendi yüreğini avuçlarına alarak, tema’nın ortasına dalar. Yüreğini teninden çıkarmakta zorlanırsa, çoğu şiirlerinde olduğu gibi parmak uçlarını ve tırnaklarını geçirir yüreğine ve öyle alır avuçlarına. Bu hareketi, acıyı önce kendi can evinde çiçeklendirmek, hissetmek için yapar..

Huzur Limanı kitabında şair, gece, yıldızlar, kor ateş, bulutlar, deniz, kapı, zaman, ayrılık elinden yanıktır ve kimi zaman da dertlenip içki içer. Sarılır kadehlere… Bir “sevda depremi” yaşayan gönül düşer yollara…Fırtına, lodos ve yağmurlu yolculukları sever. Kanadı kırık martılarla ağıt yakar kaderine. Kalbiyle beyninin savaşının arasında kalır.

Irmak Şairi Nurten Altınok’ u bu güzel eserinden dolayı kutluyorum. O, şiir dünyamızda parlayan bir yıldızdır. Şiir dünyamızı “Kurtlar Sofrası” na benzetir ve;

“Bir nefeslik satır ayırın bana da
Bir diz bükümü oturmalık yer
Geliyorum, ister;
Tanrı misafiri deyin, ister;
Kul hakkım
Kalemime düştü duygularım
Ben, sevdayım
Ben, şiirim
Ben, şarkıyım
Kurtlar sofrasında ben de varım…” deyiverir. O, gelmiş ve gönül meclisinde, mısra ustalığı masasında yerini almış bir şairdir. Her ne kadar;

“Boş ver… bu BEN’ im
Bu kavga benim…
Kimse okumasa da yazdıklarımı
Eşe, dosta veririm…” diyerek, şiirinin ve kitabının kaderini çizmeye çalışsa da, bu mısralar artık o’ nun değil, bütün duygu dünyasının, edebiyat aleminin malıdır. Evet, imza o’ nun, ancak, şiiri görevini yapacak ve nice yüreklerde gümbürdeyecek, gözlerden yaş akıtacak, hasret trenlerinde okunacaktır.

Temmuz 2001’ de İstanbul’ da yayınlanan Huzur Limanı isimli bu eseri, bütün dostlara tavsiye ediyorum.

Kitap isteme adresi şöyle:

Ahmet Taner Kışlalı cd. no 21
Yıldız Çağatay İş Hanı kat 3/38
Avcılar / İstanbul

Saygılarımla
Mustafa CEYLAN