Gülce Edebiyat Akımı

Tam Görünüm: Faik Ardahan Yazısı
Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.
Deniz ve Sevgililer Günü



FAİK ARDAHAN

Çocukluğumun masallarını özledim. Hayata dair her şeyin; arkadaşlıkların, dostlukların, evliliklerin, aşkların, hatta anlam yüklediğimiz günlerin hep o masallardaki gibi olacağını umut etmiştim. Sadece canım yandığında ve Kemalettin Tuğcu kitaplarına ağlanır sanırdım. Öyle olmuyormuş meğer. Hayatın masallardaki gibi olmayacağını anladığım da yolculuğun ortalarını çoktan geçmiştim. “Nasıl mı?” sorusunun cevabı Mehmet Amcanın anlattığı öyküde saklambaç oynuyordu. Sobelemesini bilene.

Mehmet denizin çok uzaklarında bir dağ köyünde yaşayan bir gençti. Herkes gibi o da evlilik zamanı geldiğinde köyün en güzeliyle bir aşk evliliği yaptı. Daha yılı bitmeden umutları, Emrah, dünyaya geldi. Gel vakit git vakit Mehmet oğlunu hayata hazırlamak için nereye giderse götürür oldu. “Beni örnek alsın” diyordu yaptığı her şeyde. Ve tarlada çalışırken onu gölgeliği olan armut ağacının altına bırakıyor habire çalışıyordu. Molalarda da onunla oynaşıyor beraber büyüyorlardı.

Bir gün Emrah babasına bir molada “baba bana denizi anlatır mısın?” dedi. Mehmet şaşırmıştı. Altı yaşındaki bir çocuk nereden duymuş ve merak etmişti denizi. Kendisi de zaten acemiliğini yaptığı İstanbul’da görmüştü denizi.

Mehmet ona İstanbul’un denizi anlattı. Emrah babasının denizi anlatmasını can kulağıyla dinliyordu. Ertesi gün yine tarlaya gelmişlerdi ve Emrah babasına molada denizi yine anlattırdı.

Daha sonraki her gelişlerinde Emrah babasından denizi anlatmasını istiyordu. Mehmet öyle anlatıyordu ki, Emrah gözleri açıkken bile o anlatılan herşeyi görebiliyordu. Hatta öyle bir deniz hayali kuruyordu ki; İstanbul’u görebiliyordu, Kız Kulesini, Bebek’i, Sarıyer’i yaşıyordu sanki. Ekmek arasında balığın kokusunu duyuyordu, o denizde yüzmeyi bile becerebiliyordu, yelkenlilerle gidiyordu aklının ermediği ufuklara, martılar babasının en sevdiği türküleri söylüyordu kulağına. Deniz kendi çocukluğu kadar temiz, mavinin en derin rengindeydi, kulaklarına dalganın sesi doluyordu. Hatta yerden iki taşı alıp kulaklarına deniz kabuğu diye götürüyor, dalganın, suyun ve balıkların sesini dinliyordu.

Yıllar böyle geçmişti. Mehmet yaşlanmış, Emrah artık babasının yerini almıştı, o çalışıyor babası da çocukken kendi oturduğu ağacın altında oturuyordu. Her molasında babasına hala denizi anlattırıyordu.

Bir gün binip otobüse günlerce süren yolculukla denizin olduğu yere, İstanbul’a gittiler. Kıyıda durup denize baktılar. Dalga kıyıya vuruyor ve onların ayaklarını ıslatıyordu. Paçalarına kadar ıslanmışlardı. Ama Emrah’ın hayal ettiği deniz böyle değildi. Babasının masallarında yaşadığı denizden eser yoktu. Her yer kirlenmiş, deniz şehrin istilasına uğramıştı. İnsanlar denizi esir almışlardı. Çaresizlik ve suskunluk içindeydiler. Emrah babasının koluna girip geldikleri yöne doğru yürümeye başladı ve babasına “bana denizi anlatır mısın?” dedi. Yaşlı Mehmet babanın dilinden Emrah’ın duymaktan ve hayal etmekten keyif aldığı deniz dökülüyordu. Ve Emrah o çavlanın içinden denize koşan su oluyordu.

Öykü böyle bitmişti. Ve ben hala sobelenememiştim, sobeleyememiştim.

2008 yılının 14 Şubatı herkes gibi benimde sevgili ile geçirileceği hayaliyle karşıladığım bir gündü. Fakat olmadı. Sanki diğer yıllar olmuş muydu ki. Parçalı bulutlu hava tahminleri gibi yaşanan yılları tek tek sayamam ama en şanslı olanı ikinci milenyumun ilk sevgililer gününde aklımda olan ama yanımda olmayan sevgili için “Ey güneş / Bugün şiir okunacak, şiir olunacak gündü / Sırt üstü yatıp sevgiliye sarılacak gündü / Türkü söylenecek gündü / Bugün şiir yazılacak gün hiç değildi” diye şiire yansıyan yalnızlığı güneşe sitem ederek yazmamış mıydım.

İşte böyle bir yalnızlığa dahil edilmiş sevgililer gününde eski öğrencim Hasret’in “Hocam akşam eğer bir planınız yoksa akşamı birlikte planlayalım” demesi bir durak anında gözümüze ilişen eski bir gazete veya eski bir resim de rastladığımız tanıdık bildik birinin anılarına gitmek gibiydi. Hele birilerinin kendi kadehinden önce benim kadehimi doldurması ve ardından herkesin aklında kalan deniz masalına “şerefe” demesi gecenin içinde bize eşlik eden Samanyolu gibiydi.

Madem ki anılar çağırmıştı bizi. Madem ki masalın içindeydik. Bende cevap alamayacağımı bile bile yıllar önce hayatımda olan ama şimdi sadece anılarını yaşadığım o gülen gözlere bakarak, telefon numarasının iptal edilmediğini veya değişmediğini umarak “sekiz yıl önce bugün yanımda olmadığın için bir şiir yazmıştım. Onu okudum şimdi. Benim seni özlediğim kadar, şiirde okunmayı özlemiş. 14 Şubatın kutlu olsun” diye yazdığım mesajı gönderdim.

Umuyorum ki mesajı almıştır anılar.

Sonrasında suskunluk, gitarın anlattıkları ve adlarını Hasret koyduğum denizin üstünde türkü söyleyerek uçan martılar, karşı masada elinde gül yanında sevgilisiyle oturan bir delikanlı, yan masada yarım kalmış rakısına bakarak, duyabildiğim kadarıyla, “mavi bir çığ altındayım / üstümde mavi bir kardan adam / aşk beni kurtarmaya gelecek yarın / şimdi uyku zamanı her yana bulaşacak etten yalnızlıklar / yaşam şuh bir kadınmış kalçalarında….” dediği kırık bir şiiri mırıldanan başka bir yalnız…

O türkünün sözleri bu akşam bizi davet ederek aklımızdaki ve yüreğimizdeki herkesi Emrah’ın denizine götürmüştü.

“Mehmet amca bana ve Hasret’e Leman Sam’dan rüzgar’ı dinlettikten sonra Sevgililer günü ile ilgili bizi çocukluğumuza götürecek bir masal anlatır mısın lütfen. Biz armut ağacının altına gidiyoruz. Sende mola ver. Hadi…..”