Gülce Edebiyat Akımı

Tam Görünüm: CAHİT KÜLEBİ-Hikâyenin Şairi
Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.
C A H İ T K Ü L E B İ
“ H i k â y e “ n i n Ş a i r i



H.Rıdvan ÇONGUR

G i r i ş

Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz.

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu.
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz !
..............

“Hikâye” nin ilk bölümleriyle girdik konuya. Orta-Anadolu’nun yoksul bir köyünde dünyaya gelen şair için, neden böyle bir “giriş” yaptığımızı, bu yazının ilerleyen bölümlerini ve tamamını okuyunca siz de anlayacaksınız.
Cumhuriyet’te doğan büyüyen ilk nesillerin, bu dönem içinde adlarını duyduğu, şiirlerini severek okuduğu, hatta bazılarını da ezbere bildiği şairler arasında yer alan Cahit Külebi’ nin bu şiiri, çekilen sevda, duyulan sevgi sonucu, her hangi bir sevgili üstüne yazılmış değil. Doğduğu köyde, ilk ve ortaokula gittiği kasabada, çocukluğunu yaşarken gördüklerinden yararlanarak yazmıştır bu şiiri...Onun hayat serüveninden, o çileli yıllarının nasıl gelip geçtiğinden habersiz olanlar, “Hikâye” yi bir aşk şiiri sanırlar.. Şairin, özenli mısra örgüsünde canlandırdığı nasıl bir aşk ve özlemdir, mısraları nasıl şekillenmiştir, bunu bilmeleri ise çok zor.

Biz, gençlik çağımızda, şiir okumaya ve yazmaya merak sardığımız günlerde, Külebi’ yi şair olarak önce bu şiiriyle tanıdık ve sevdik. Yıllar geçince, birlikte olacağımızı, Türk Dil Kurumu üyeliğimiz sırasında kendisini daha yakından tanıyacağımızı, Süt adlı kitabı dolayısıyla kendisiyle karşılıklı konuşma yaparak Hisar dergisinde yayınlayacağımızı, gün gelip dilde sadeleşme konusunda birbirimize ters düşeceğimizi, kendisiyle tartışacağımızı nerden bilebilirdik ?

Şiire gönül veren, yazmayı ve okumayı seven, bunu kendilerine uğraş edinenlere diyeceğimiz şu : Külebi’yi tanımadan, hayatı hakkında bilgiler edinmeden, sanatıyla ve düşünceleriyle ilgili bir kanaate varmadan, nasıl bir insan olduğunu doğru dürüst öğrenmeden, sevseniz de onu yorumlayamaz, o şiirde mısralara nelerin yansıtıldığını anlayamaz, şairin nereye varmak istediğini, kısacası şiirin özünü kolay kolay kavrayamazsınız. Bunun doğruluğuna biz ancak, pek çok şairde olduğu gibi, Külebi ‘yi iyice tanıdıktan sonra varabildik.

1. Külebi’nin Şiir Serüveni

Cahit Külebi ‘nin şiirle ilgilenmesi, ilk şiirlerini kaleme alması, 1930’ lu yılların sonlarına, yüksek öğrenim gördüğü döneme rastlar. Bu yıllarda, daha önce de belirttiğimiz gibi, Mehmet Kaplan’ ın yönettiği İnkılâpçı Gençlik dergisinde adı görülen genç isimler arasında Cahit Külebi de vardır (1938).

Bizim “edebiyat dostları” kervanına katılan Cahit Külebi’nin şiir serüveninde 1936-1946 arasında yer alan on yıl, onun tanınması ve “Hikâye” adlı bu şiiri sayesinde sevilmesi, adının ünlüler arasına katılması, onun açısından bir başlangıç dönemi sayılabilir.
“Hikâye”, şüphesiz bu sözleri doğrulayan şiirlerinden sadece biridir. Aslında bu şiir için, hayata attığı ilk adımların ve I.Dünya Savaşı, sonra Millî Mücadele’ nin zor günlerini içine alan o çocukluk döneminin şiire yansımasıdır da diyebiliriz. Şiirin mısra örgüsünde doğup büyüdüğü köyün, kasabanın, o yöre insanlarının bilinçaltından fışkırdığı görülüyor ; böyle bir hal sezilmekte.

2. Doğumu

Aile, Doğu’dan Orta Anadolu’ya göç ederken, annesi onu, konakladıkları, sonradan yerleşerek bir süre kaldıkları köyde ( Zile’nin Çeltek köyünde ) dünyaya getirir. Tarih 20 Aralık 1917... Mehmet Seyda’nın TDK yayınları arasında yer alan “Çocukluk Yılları” ndan öğreniyoruz, kendisi doğum tarihinin Kur’an-ı Kerîm üzerine babası tarafından “1332 Aralık ayı” diye yazıldığını belirtiyor ve şöyle devam ediyor : “1916 ya da 1917 gün sonuna doğru doğmuşum. Ha bir yıl önce, ha bir yıl sonra, ne önemi var, denilebilir. Bence çok önemli. O kış kıyamet günlerinde, annem de tifo ya da tifüsten ağır hasta ; göç ederken bir kağnı üstünde doğabilirdim. Annem çok sağlam yapılı bir köylü ağa kızıydı. İnatçı, acımasız, pratik zekâlı. Yaşı belli değildi. Hiç perhiz etmedi, 90 ‘ına doğru öldü.” (1)

Önce Zile’ye, sonra Çeltek köyüne gelişleri ve yerleşmeleri, bir göçmen kafilesiyle kış ortasında olur. Yanlarında hayvanlarıyla göç ettikleri için babası, onları köye yerleştirir. Biraz da başına buyruk yaşamayı sevdiğinden, iş tutmak üzere Zile’ye yerleşir. !
Savaş, hayat zorlukları sebebiyle göç eden kafileden bir bölümü arasında onlar da böylece kasabaya on kilometre mesafedeki bu köye gelir ve hayvancılık yaparak geçimlerini temin etme savaşı vermeye başlarlar. Köyde doğan çocuğa Mahmut Cahit adı verilir.

Mahmut adının verilmesinde, doğum haberini aldığı zaman babasının Şeyh Mahmut hazretlerinin türbesine yakın bir yerde olması, orada oturması rol oynar. ( Araştırmacılar bilirler, ilk zamanlar şairimiz “Nazmi Cahit” takma adıyla yazar, soyadı kanunundan sonra Külebi’ yi kullanır, Cahit Külebi olur en sonunda adı. )

Cahit Külebi, çocukluğu ile ilgili açıklamalarında, doğduğu köyü, acılarla dolu o günleri anlatırken şunları da ekliyor :
“Çeltek köyü, benim için haşhaş çiçeği, eşkıya baskını, tüten damlarla dolu bir yer. Dayımı bir mısır tarlasında hem vurmuşlar, hem boynuna ip takıp sürümüşler. Bir bunu biliyorum, bir de annemin beni kucağına alıp Zile’ye, babama baskına gittiği bir günü anımsıyorum. Oğlan çocuğu önemlidir köy yerinde. Annem babama karşı beni, hep bir tüfek gibi kucağında taşıdı. Ayrıca annem, Doğu köylerinde öğrendiği, daha sonra hiçbir yerde duymadığım Kürtçe tümcelerle süslü masallar söyledi.” (2)

Burada, söylenen süslü masalların diline dikkat çekmekle yetinelim, değerlendirmeyi okurlarımız yapsınlar... Çocuklar büyürken, yaşadıkları çevre, maddî imkânlar veya imkânsızlıklar, kulaklarına çarpan sözler, duydukları, çevrede konuşulan dil, gördükleri, yaşadıkları, hemen her şey onlarda iz bırakır.

3. Bir şiir : Hikâye

Üst üste savaşlar, yenilgiler yaşanmış, memlekette düzen bozuk, insanlar güvenlerini yitirmişler, Millî Mücadele’ nin yokluklar içinde geçen, sıkıntı çekilen ilk yılları ve bunlar yetmiyormuş gibi, bir de köylerini eşkıya basmakta !.
Tekrar “Hikâye” şiirine dönelim ve bir bölümünde yer alan mısralara göz atalım :

“ Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.”

Diyor ; daha önce anlattıklarını hatırlayalım : O günleri anlatırken kurduğu cümlede bir nokta dikkat çekicidir : “Dayımı bir mısır tarlasında hem vurmuşlar, hem de boynuna ip takıp sürümüşler, bir bunu biliyorum.” (3)
Baba Zile’de çalışıyordu, bu köylük yerde sadece dayıları vardı onlara kol kanat geren. Fakat başlarına gelenlerden sonra, onları koruyan kişinin ölümü, yokluğu çocuk rûhunu nasıl etkiler, hangi duygular içinde bırakır, tahmin edebilirsiniz... Bu şiirde bir bakıma hiç aklından çıkmayan o acılı günlerin etkisi fazlaysa da, aynı zamanda yaşananlar artık geride kalmıştır ve olanları unutur ; sevgiliye seslenir, sevilmeyi, okşanmayı arzular şair. Okun daduğunda ilk varılan sonuç bu zâten. Ama görüyor ve hissediyoruz ki, doğduğu köy, İlkokula başladığı Zile kazası, yaşadığı bütün acı tatlı olaylar, o günlerin bin türlü yokluğu, çekilen çilesi şairin ve yazdığı şiirin özünü sarıp sarmalamakta...

Bize yansıttığı görüntüler gerçekten acıklı. Gülmesini bilmeyen insanlar, kavruk toprak, dudakları çatlatan soğuk... Bütün bu çileleri çeken ise yarının, önce takma adıyla Nazmi Cahit ‘i, sonra Cahit Külebi’ si olacak bizim Mahmut Cahit’tir.

Bir de anası var ki, aklına ne koyarsa yapan, yapabilen yaman bir köy kadını. Oğlunun deyişiyle “köylü ama zeki, şahin gibi bir kadın”. Okuldan kaçan Cahit’ ini, önce süpürgeyle kovalayan , sonra sopasıyla bir güzel döven, en sonunda da yola getirmeyi bilen, adam etmeyi başaran bir güçlülük âbidesi...(4)

4. İlkokuldan Üniversiteye

Şairin ilk okula Zile’de başladığını söylemiştik. O, “sanıyorum ki, üç yaşıma geldiğimde Zile’ye taşındık. Beni hemen ana okuluna verdiler. Anam beni hiç rahat bırakmadı, sabahları döverek okula göndermek isterdi. Başka zamanlar ayaklarımı eteklerinin altına sokarak masallarını dinlediğim o sıcak anne, okul konusunda zebani gibi olurdu” diye anlatır o günleri. (5)
İlk gittiği okulun adı “Numune-i Terakki” dir, Hiç sevmez, hep kaçar bu okuldan; ama sonra Dumlupınar İlkokuluna nakledilir. Burada Pamuk Hoca, sevdirir ona okulu, okumayı. Orada, duvarları süsleyen elişi kâğıtlarından kendilerinin yaptıkları renk renk örgülerden ve duvardaki yazılardan pek hoşlanır. Fakat o duvar yazılarından birini hiç unutmaz : “Maarif, milletin rûhudur” ! “ Çocukluğunda belleğine kazınan bu söz, onun okuyunca öğretmen olmasını da sağlamış olmalı, kim bilir...

Unutamadığı şeylerden, olaylardan biri de çocukluğunda kız kardeşinin uzun süre sakat kalmasına sebep olan bir araba kazası. Bir köye eğlenceye giderken geçirdikleri kazadan canlarını zor kurtarırlar. Babası iki at arabasına sahip o zamanlar. Baba oğul iki arabacı, yaşlı Osman Efendiyle oğlu Mehemmet, onun adına yük taşırlar bu arabalarla. Eğlenceye mi, düğüne mi, ne ise giderlerken araba kazasına uğrarlar.

Doğduğunda konulan adıyla Mahmut Cahit, Zile’den sonra yerleştikleri Niksar’da Danişmend Gazi İlkokulunu bitirir, ortaokula devam eder, buradan mezun olunca da Sivas’a nakleder, Sivas Lisesinde okur. Son olarak, girdiği sınavı kazanınca da, İstanbul’da öğrenim hayatına devam eder, Yüksek Öğretmen Okulu’nun parasız-yatılı öğrencisi olur. 1940 yılında Yüksek Öğretmen Okulunu bitirince de ilk atandığı görev yeri, güney sahilimizde çok güzel bir yurt köşesi olan Antalya ‘dır ; lisenin Türkçe öğretmeni olarak göreve başlar.

5. Külebi’nin Şiiri

Külebi’nin şiirlerini yoğuran köye, büyüdüğü kasaba ve şehirlere dönelim yine. Şair, özellikle “Adamın Biri” adlı eserinde doğduğu, büyüdüğü yöre olarak Çeltek köyü ile, eski Türk başkentlerinden biri olan Niksar ve onunla birlikte Zile’ nin etkisinden kurtulamamıştır. O, tam bir köy çocuğudur. Tanıdığınızda, kendisiyle ilk defa karşılaşıp görüştüğünüzde bunu kolayca fark edebilirdiniz. Yıllar içinde geçirdiği büyük değişime, dış ülkelerde, büyük şehirlerde yaşanmış günlerine, bütün o görgü ve kültür birikimine rağmen, “bana dikkatle bakarsanız görürsünüz, ben bir köy çocuğuyum ! ” der gibiydi ; doğduğu, büyüdüğü çevrenin insanlarındaki “saflık” vardı yüzünde, duruşunda, söz söyleyişinde...
Bunun için diyebiliriz ki, onun hem fizik, hem rûh yapısını, sanat anlayışının mayasını, yeşerdiği ve boy attığı bu yerler, biraz da tabiat yoğurmuştur. Kendisini yakından tanıma imkânı bulunca gördük bunu ; köyünün üstünde bıraktığı izlerin de yakından şâhidi olduk. Külebi, bu izleri, köy kökenli yazar ve şairlerimizden çoğu gibi, hayatı boyunca taşıdı ve yaşadı. Hem bedeninde, hem sanatında ve hele hele mısralarında... İri kemikli bir vücut düşünün ; irice elleri iki yanına, şöyle bırakılıvermiş...Şiirlerine yansıyan bütün o coğrafyayı, söyleyişini etkileyen mahallî sözler, deyimler, ne varsa hepsini değerlendirme kapsamı içine almanız mümkün.. 1940 Yılına kadar, İstanbul’da öğrenim öncesi yıllardaki şiirlerinin ele aldığı, işlediği konuları ile daha sonrakilerin aralarında gözle görülen farklılığı da burada belirtelim.

6. Nasıl Şiir Yazıyor ?

Şiirlerini, farkında olmadan, çalıştığı alana ağırlık verdiği için arada bir karalayıp kâğıda döktüklerini geliştirerek yazdığını kendisi söylüyor. “Bununla birlikte, diyor, şiiri küçümsediğimi de söyleyemem. Nitekim, her zaman – yani aklıma geldiği her zaman – şiirlerimi geliştirecek nitelikler düşünmüşümdür. Bu nedenle de çok şiir yazamadım. Şiirlerim birbirlerinden pek ayrıntısız görünse bile hiçbir zaman kurulmuş bir makineye takıp bir düzüye yazamadım.” (6)

Yazış yönetimini şöyle açıklıyor : “ Bir dizeden, bir temden, bir sözcükten işe başladığımı söyleyebilirim. Bazen bunun yanına bir biçim takılır. Ne var ki, çoğu zaman başlangıçta istediğimi gerçekleştiremem. Başladığım şiir ya yarım kalır (çoğu zaman kaybederim) ya da bambaşka bir şiir ortaya çıkar. Kimi şiirlerimi de bir nefeste yazdığım olmuştur. Hiçbir zaman masa başına geçip de şiir yazdığım olmadı. (7)

Masa başına geçip şiir yazan şairlere benzemediği doğru. Olmadık olayları mısra örgüsüne katmayı bilmediği gibi, süslü hayallerden de uzak kalmıştır Külebi. Şiir yazarken, tozlu yollar, hamutların “şak şak” edişi, kuyruğu düğümlü atlar, dönen tekerleriyle bindiği arabalar, dere boyundaki kavaklar..hep gözünün önüne gelir ; unutamaz geçmişini sarıp sarmalayan görüntüleri. Ama, bütün bu söylenenlerin öylesine bir birleşimine ulaşır ki, bu arada dilimizin musıkisini yansıtmayı da becerir.
Mehmet Kaplan hocanın, onun şiiri hakkındaki şu tespiti, söylediklerimizin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor : “Şehre gelmiş okumuş, fakat doğduğu memleketin havasını kaybetmeden yeni ve güzel bir şiire ulaşmış bir şair demek hiç de yanlış olmaz. Şiirlerinin çoğunda Anadolu toprağından gelen bir ses, koku, bir renk ve ruh vardır.”
“Ağaç nasıl kökü ile beslenerek büyürse, sanatkârların çoğu da kendi köklerini teşkil eden çocukluk yıllarının hayat tecrübelerinden ilham almak suretiyle bir şahsiyet haline gelirler. Modurn psikoloji çocukluk yıllarının insan hayatında ne kadar mühim bir rol oynadığını ortaya koymuştur. Bütün “orijinal” sanatkârlarda görülen bu çocukluğa bağlılık, onunla beslenme ve bu yıllara ait duygularını kültür vasıtası ile geliştirme vâkıasını Cahit Külebi’ de de görüyoruz.” (8)
Ses’ ten yararlanmayan şair yoktur dersek yalan olmaz, ama Külebi şiirlerinde sesi çok iyi kullanmasını bilenler arasında. Zengin hâtıra dağarcığını, mısralarına kattığı ses ile uyandırıyor.

7. Mahmut Cahit’ ten Cahit Külebi’ ye

O gençlik denemelerini kaleme aldığı günlerde şiirlerinin İnkılapçı Gençlik dergisinde yayınlandığını daha önce belirtmiştik. Sağken Külebi’ ye sormak aklımıza gelmedi ama, ona değil de Eskişehir’den hemşehrimiz olan ve sözü geçen dergiyi yöneten Mehmet Kaplan hocaya sorsaydık, bu genç şairi nasıl gördüğünü, bizimle bir noktada buluştuğunu söylerdi, bundan eminiz.

Şair olma yolunda ilerleyen genç bir delikanlı olarak gelir eski Türk başkenti, her yanı denizle çevrili, dünyada benzeri bulunmayan şehre... Orta Anadolu’ nun kavruk, çorak toprağından, kavurucu iklimi ve sert ama mert coğrafyasından İstanbul’a gelir gelmesine ama bilmediği yeni bir dünyaya da açmış olur gözlerini. Dört yılı, denizi görmeden büyümüş bir Anadolu çocuğunun şaşkınlığı, hayranlığıyla Boğaz’ ın sularını seyrederek, insanla dolup taşan vapurlarıyla bir yakadan ötekine geçerek, adalarını, tarihle yaşıt surlarını, burçlarını, hisarlarını, masmavi sularını, balıklarını, balıkçılarını, onların olta atışlarını, bağıra bağıra bir şeyler satan sokak satıcılarını görerek, seyrederek geçirir zamanını. Bir köy çocuğu için ne demek bu, bir düşünün ? Hiç şüphe yok, hem şiirini hem de şahsiyetini şekillendirir içine girdiği bu ortam.

Gençlik döneminden, o üstünde başında ve rûhunda izler bırakan yaşanmış uzun günlere, daha sonra Antalya Lisesindeki öğretmenlik yılları da eklenince, çocukluğunda toprakla tanıştığı gibi denizle, yeni yeni insanlarla tanışması, şiirlerinde, tabiatın başka boyutlarıyla insanların bir başka yüzünü görmesini ve yansıtmasını sağlar, onu şair Cahit Külebi yapar. Ruh dünyası ve kişiliği böylece şekillenir. Bütün bunlara rağmen, sesinde devam eden sıcaklık yanında, konuşurken hissedilen “ağız” farkı, doğup büyüdüğü yerlerin havasından, suyundandır elbette. Böyle bir sonuca, onunla karşılaşma imkânını bulsaydınız, siz de varabilirdiniz. Fakat, hem İstanbul’da geçen dört yıl, aldığı eğitim, hem de onun kararlılığı, bu ağız farkının kolayca anlaşılmasına pek imkân vermiyordu, bunu da söyleyelim.

7. Baki Süha Ediboğlu’nun sözleri

Bizim neslin gençlik yıllarında, Dr. Galip Ataç ‘ın yazdığı “Evin Saati” nde sohbet ederken, şiir programlarında Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerini okurken hayranlıkla dinlediğimiz bir Baki Süha Ediboğlu vardı. O da şairdi. Yayıncılıkta üstâdımız olan bu değerli insanla, talihin cilvesine bakın, TRT’de beraber çalıştık, meslektaş olduk, dostluğunu kazandık... Baki Süha Bey, önce Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen, sonra Varlık yayınevince kitap haline getirilen “Bizim Kuşak ve Ötekiler” adlı eserinde Külebi ‘ nin konuşmasına dikkat çeker ve “ uzaktan uzağa hissedilen bir Orta Anadolu – daha çok Erzurum – diyalekti” nden söz eder. (8) Babası ve ana tarafının, Orta Anadolu’ya göçleri nerelerden olmuş, bilmiyoruz. Ediboğlu’ nun onda daha çok Erzurum ağzı görmesine sebep belki oralardan gelmiş olmasıyla açıklanabilir. Bir tahmin bu sadece.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, sadece konuşmasında değil, duruşu veya kalem tutuşunda da görürdünüz bu köy kökenliğini. Köyünün ve çileli çocukluğunun, gençliğinin bilinçaltına yer etmesinden doğan bir haldi bu.

Türk şiiriyle elli altmış yıl boyunca ilgilenen, sayıları az azımsanmayacak kadar şairin dünyasına girebilen, bazılarıyla tanış-biliş olmanın ötesinde dostluklar kuran bir araştırıcı-yazar, yayıncı, şair, emeklilik yıllarında birkaç üniversitede “Güzel Konuşma” derslerine giren bir öğretim elemanı olan bu satırların yazarı olarak deriz ki, Külebi gibi Coğrafyayı sırtında taşıyan birine çok az rastladık ! Tanıdığımız öteki şairleri de göz önünde tutmak, haklarını teslim etmek şartıyla bu, gerçeğin ifadesinden başka bir şey değildir.

8. Söyleyişindeki Benzetmeler

Onun şiirlerinden yararlanıp, şöyle de anlatmak mümkün : Sevdiği kızı “keçi yavrusu “ na ve sevdiğinin yanaklarını “güz elması” na benzeten ve “ormanlar gibi bakışları var” dı diyen başka bir şaire rastladınız mı ? Tabiî bu söyleyişte, sadece tabiat, yetiştiği yöre değil, çocukluğu boyunca dinlediği hikâyelerin, bütün o masalların da etkisi var, annesinden duyduğu ve ninni olarak dinlediklerinin, duyuş, çığırışların da...

Onu tanıdıktan, hayatının belirli kesimlerini bilip öğrendikten sonra, Külebi’nin şiirini daha rahat anlamak mümkün. Şiirlerindeki derinliği yakalayabilmek için sadece şairi tanımak yetmiyor. Bunun için, ergenliğe adım attığı ve uzunca bir dönemin geçtiği Niksar’ a da tekrar dönelim, söze bu şirin, yerleşimi göz alıcı, yeşili bol ilçeden bir yol aralayalım.

Tertip edilen bir şiir şöleni sebebiyle, birkaç gün konuğu olduğumuz Niksar, bizim üzerimizde, ilk gören diğer konuklarda da olduğu gibi, bir deniz havası, bir deniz iklimi tesiri bıraktı. Oysa deniz kıyısında değildi. Ama, dolaşırken, gezerken kendinizi deniz yakınmış gibi hissediyordunuz. Buna sebep, coğrafî konumuymuş, bilenler öyle açıkladılar. Denizle ilgisi olmayan bu ilçeye hem deniz hem kara iklimi hâkimmiş. Böyle olmasının kerameti de kasabanın orta yerinden akan çaydan geliyormuş.
Doğru söylüyorlardı. Kenti ikiye bölerek akan çayın büyük bir kolu Niksar’ın tam ortasından geçiyordu. Şairin, 1929 yılında bu tarihi ilçenin Gazi Ahmet Danişment İlkokulu’nu bitirdiğini daha önce belirtmiştik. Hem ilkokulun ilk sınıflarını okuduğu Zile’nin, hem de ileri sınıflarını okuduğu Niksar’ ın ve liseyi bitirdiği Sivas şehrinin, Külebi ‘nin sanatını, kişiliğini yoğurduğu şüphesiz. En güzel şiirlerinin ilhamını da başta köyü olmak üzere bu şehir veya kasabalardan almış olmalı...

Bunu, kendisi de söylüyor, bakın :
“Her akşam, Yassı Kalesinden tellâllar çağıran, sokaklarında yaz boyunca yük yük üzüm, alaca mısırlar, tenteli arabalarda uzun kavunlar taşınan, sabahlara kadar büyük leğenlerde pekmez kaynatılan, bu yüzden kışa kadar sokakları sıcak üzüm kokan ve geceleri uzaktan, “Şu Zile’den gece de geçtim görmedim aman” diye türküler duyulan Zile, bana edebiyatı sevdirdi.” (9)

Edebiyat sevgisini köyde, kasabada yeşerten şair, ne var ki çocukluk günlerinin eziyet ve kahrını şiirlerine katmadan edememiştir. “ Adamın Biri” nde o yıllardan derin izler görebiliyoruz. Bu ilk kitabına adını veren şiirin bir bölümünde de bunun izleri var. Savaşın sebep olduğu sıkıntıları, yoksulluğu görerek büyüdüğü için, sözün gelişi yük taşıyan hamalın derdini paylaşmak istemesi bundandır.

Ben göçmen arabaları üstünde doğmuşum
Kış kıyamet gününde.
Türlü boyalara girmişim.
On beş yıl öğrencilik,
Birkaç yıl memurluk etmişim.
Gün olmuş ekmekçi dükkânlarını
Hasretle seyretmişim.
Gün olmuş sevdâ çekmişim.
Bu yaşıma kadar türlü boyalara girmişim.

Cahit Külebi’ nin şiirlerindeki temalar, Mehmet Kaplan hocanın da dikkatinden kaçmaz. Onun yoksul bir Anadolu köyünde doğması, nüfusu fazla olmayan bir ilçesinde okuması, yaşaması, bütün bu sebeplerle halk deyimleri, halk şiiriyle beslenmesi üzerinde durduktan sonra, şöyle sürdürür yorumunu :

“Bu bakımdan der o, toprağı ve insanı ile kaynaştığı, Anadolu halk şairlerine, asla taklit intibaı uyandırmaksızın yaklaşır. Onun için şehre gelmiş, okumuş, fakat doğduğu memleketin havasını kaybetmeden yeni ve güzel bir şiire ulaşmış bir şair demek hiç de yanlış olmaz.” (10)
Yine Kaplan Hocanın aynı noktadan hareket ederek yapmış değerlendirmeye bakalım : “Çocukluk duyguları ile köye bağlı olan Cahit Külebi, kendini büyük şehirlere yabancı hisseder Büyük şehirlerde o, Anadolu insanın saf ve temiz ruhunu bulamaz ve buna üzülür.” (l1)

“İstanbul” Şirini bu yorumuna örnek olarak verdiği için biz de buraya şiirin son bölümünü alıyoruz :
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.

Onda dünyaya gözlerini açtığı, büyüdüğü yöreden, yerlerden gelen bir ses, renk, koku, hatta bir ruh olduğunu da Kaplan’ ın bu söylediklerine ekleyebiliriz. Türk Edebiyatı’ nın 4. cildinde “1940 Sonrasının Şairleri” arasında Ahmet Kabaklı hocanın değerlendirmesi ise, köy kökenli şairin eserlerine bakışımız için değişik bir pencere aralıyor ; ona da burada yer verme gereğini duyduk.

Kabaklı, bir önceki kuşaktan A.Kutsi Tecer, Ömer Bedrettin Uşaklı ve Ahmet Muhip Dıranas’ın ortaya koydukları “Anadolu Şiirleri” tarzına onun, yeni bir üslûpla yaklaştığını söyledikten sonra şöyle bir bakış açısı getiriyor :

“Külebi, büyük şehirde olmasına rağmen köyünden kopmamış aydınlardandır. Anadolu köylerindeki yaşayışları kâh çocukluk hâtıraları halinde, kâh bir aydının bakışıyla yazmıştır. Hayat tecrübesi ve görerek yazma niteliği, onun şiirine buruk, sıcak bir gerçeklik katmaktadır. Anadolu’nun geri kalmış cehresi, değişen dertleriyle birlikte sevimli damları, davul zurnaları ve mutlulukları da şiirine girmektedir.
(.....) Yurt şiirlerinde tabiatın yoksunluğu ile insanın bahtsızlığı iç içe sunulur.” (11)

Bu alıntıdaki “gerçeklik” sözünü, yeri geldiği için şairin Düşün dergisinde yer alan bir konuşmasıyla biraz daha açalım. Külebi der ki :

“Yeni romantizm tabiri ile, ortada dönen romantik anlamı arasında fazla bir ilgi yoktur. Çoğu romantik denince, aşağılık, ya aşırı yapma duygunun ya da temeli duygusuz ve yeryüzüyle hiçbir ilgisi bulunmayan bir kısım döküntü sanat eserlerini anlamaktadır.
Halbuki yeni romantizm yapıcıdır. Fertçi değil toplumcudur. Hayat ile ilgisi pek azdır. Gerçeğe sağlam bağlarla bağlanmıştır. Tazedir. Çoğu zaman iyimser ve neşelidir. Hüznü de kederi de başkadır. Kaynağı millî sanattan gelir. Gözleri bağlı değildir. Açıkçası realizm ile birlikte yürümektedir. Ona nasıl yeni romantizm denirse, yeni realizm demek de doğru olacağı gibi, başka bir ad da takılabilir : Gerçekçi romantizm gibi.” (12)

Onu saran coğrafya, duygularının dile gelmesi için bir kaynak görevi yapar gibidir. Türkiye coğrafyası ile Türk bayrağı arasında nasıl bir şekil
benzerliği varsa, yazdığı şiirde, bu benzerliğin unutulmaz mısralar haline dönüşmesini de öylece görürüz :

Türkiye bayrağımız gibi
Dalga dalgadır ;
Türkiye bayrağımız gibi
Dalga dalgadır ;
Sivas kiliminden yolları
Gökte yıldız kadar köyleri vardır.

Anadolu coğrafyası onun genç ruhunda izler bırakır ve birden “Yurdumuz” üstüne şiirinde, güzel mısralar haline dönüşüverir :

Yurdumuz

Pasinler’deki köyümüzün
Sokakları beyazdı.
Pasinler’deki köyümüzün
Sokakları beyazdı.
Sonra ovalar gördüm ki
Ya çöldü, ya ayazdı.

Uzak ovalar !
Çorak ovalar !
Göklerinde uçan koca uçaklar
Nereye giderler, nerden gelirler ?

Türkiye bayrağımız gibi
Dalga dalgadır ;
Türkiye bayrağımız gibi
Dalga dalgadır ;
Sivas kiliminden yolları
Gökte yıldız kadar köyleri vardır.

Uzak köyler !
Harap köyler !
Uzak köylerimizde doğan hemşeriler
Neler konuşurlar,
Neler düşünürler,
Ne yerler ?

*
9. Şairin Resmî Görevleri

Bir gün, bütün o yaşadıklarından sonra şair, Antalya gibi denizi masmavi, şirin bir sahil şehrinde öğretmen olarak iş tutmuşsa, bunu tam doksan yaşına kadar ömür süren anasının okuma konusundaki gayretine, bu yolda ondan yediği süpürge sapına, etini morartan sopaya borçludur, dersek yalan olmaz !

Sonra Külebi’yi, 1952-1956 yılları arasında geçen sürede Devlet Konservatuarı’nda öğretmen, daha sonraki dört yılda MEB’ da müfettiş, 1960-1964 yılları arasında da İsviçre’de kültür ataşesi ve talebe müfettişi olarak görürüz.
Dış görevden dönüşünden sonra şair, Millî Eğitim Bakanlığı’nda eğitim hizmetlndeki çalışmalarına devam eder. 1946-1965 yılları arasında basımı gerçekleştirilen Adamın Biri, Rüzgâr, Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda, Süt adlı kitaplarına 1969’ da beşincisini, “Şiirler” i eklediğini görüyoruz.

10. Külebi ile Tanışma

Cahit Külebi’ nin eserlerinden sonra, onunla yüz yüze tanış olmamız Türk Dil Kurumu üyesi olduğumuz yıllara rastlar. İki yılda bir toplanan Dil Kurultaylar’ ında karşılaşmaya, görüşmeye başladık.

1965 yılında Hisar yayınları arasında “Süt” adlı şiir kitabı yayınlandı. Çınarlı’ nın bize de armağan ettiği kitabı okuduğumuz günlerde, Ankara Radyosu’ndaki bir program vesile oldu ve kendisiyle kitap üstüne karşılıklı bir konuşma yapma imkânı bulduk, konuşma metnini Hisar dergisinde yayınladık. (13)
O konuşmada şair, kendisini anlatırken şöyle demişti :
“Ben çevremin etkisi altında kalmamaya özenmiş, kendi küçüklüğü içinde yaşamayı seven bir insanım. Ama gene de insan, çevresinin etkisi altında kalıyor. Benim de bir kolaylığım vardı mısra ritimlerinde, o ritimleri bıraktım. İlk zamanlarda o ritimleri bana karşı kullandılar. “Külebi ancak bir takım halk oyunlarının ritimlerini tekrarlamak suretiyle ondan başarı sağlıyor...” diye. Halbuki benim için şiirde başarı veya başarısızlık diye bir şey yoktur. Kendi kendim için bile yazmıyorum. Ve yazdıklarımı, sanıyorum ki senede belki üç kere dahi hatırlamıyorum.” (14)
( Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı’nın 4. cilidi, 124. sayfasında bu karşılıklı konuşmadan yararlanır, sadece Hisar dergisini kaynak olarak gösterir. Bunu da bu arada belirtelim. )
Kabaklı’ nın söyledikleri de onun şiire, sanata bakışına ışık tutabilir. Süt adlı şiir kitabını, Yeşeren Otlar’ dan on yıl sonra yayınlamıştı. Geçen zaman dilimi içersinde hep Anadolu’yu dile getirmiş ; köyler, kasabalar, yaşadığı şehirler, denizleriyle, zenginlikleriyle, güzellikleri, dertleri, yoksulluklarıyla, bütün bu yerlere vurgunluğu ve memleketinin insanlarına tutkunluğu anlatılarak şiirleştirilmişti. Hem de öylesine kolayına, “şairaneliğe” kaçmadan... Yine o radyo konuşmamız onun o günlerdeki dil anlayışına, sadeleşme hareketine yaklaşımına da açıklık getiriyordu. Aşırılardan değildi. Şu söylediklerini, Hisar dergisinde de yayınlanan konuşmasından aldık : “Yazabileceğim her şeyi söyleyebiliyorum, bugünkü Türçemizle.” (15)

“Tüm” gibi, “günlük” gibi kelimelere karşılık, Doğu Anadolu ağzının deyimlerini, destan dilini seve seve kullanmakta olduğunu da ilâve etmiş, sözlerini şu cümlelerle bağlamıştı :
”Bütün şairler gibi ben de kelimeleri, deyimleri canlı varlıklarmış gibi severim. Yalnız kendi yazdıklarımda değil, başkalarının şiirlerinde de, kelimeleri okşama hissi gibi bir duyu belirir içimde. Sevip beğendiğim her kelimeyi kullandım.
Ne var ki, ister öz Türkçe olsun, ister halk deyimi, isterse anılarımızın belirtileri olsun, Batılı düşüncesi içinde, oyun yapma amacıyla, kelimeleri temcit pilâvı gibi tekrarlamanın yerinde olacağı kanısında değilim. Kelimeleri işime yaradığında kullanır, sonra sözlüklerdeki yerlerine gönderirim, ben de her şair gibi. Ardından biçimler içinde, yeni düşünceler, kelimelerini de yanlarına takıp gelecektir.” (16)

O gün bize söyledikleriyle bize biraz ters düşen dil tutumunun 1980’li yıllardaki seyrine, gerek görürsek, daha sonra yer vereceğimizi şimdilik dokunmakla yetinelim ve yeri gelmişken onun şiir dili üstüne bir görüşümüzü daha dile getirelim.
Külebi’nin en büyük dayanağı, dilimizin sahip olduğu musikiyi belirgin hale getirecek sağlam kafiyelerden yararlanmasıdır. Heceleri, harfleri dikkate alıyor, kullandığı kelimelerde onların şiire katacağı ritmi, ahengi yakalamak, iyi kullanmak bakımından da usta bir şair. Ele aldığı sıradan bir konu olsa bile, kurduğu bu ses düzeniyle okunurluğu, dikkati çekmeyi başarıyor. Onun “Tokat’a Doğru” adlı şiirini yorumlarken Kaplan Hoca da bu görüşümüzü paylaşıyor, “ses, diyor, hâtıraları uyandıran en kuvvetli vasıtalardır” Cahit Külebi için.

11. TDK Genel Yazmanlığı

Cahit Külebi ‘ nin, 1946-1965 yılları arasında basımı gerçekleştirilen Adamın Biri, Rüzgâr, Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda, Süt adlı dört kitabına 1969’ da beşincisinin, “Şiirler” in eklendiğini görürüz.
Şairin 1970 yılında bir süre Kültür Müsteşar yardımcılığı, 1972-1983 yılları arasında da Türk Dil Kurumu Genel Yazmanlığı yaptığını biliyoruz. Dr. Mehmet Önder, Kültür müsteşarı iken onun yardımcısı olmayı Külebi teklif etmiş, öyle atanmıştır yardımcılığa...Bu göreve gelişin nasıl olduğunu, son yıllardaki “dilde aşırıcılardan” yana değişim gösteren tutumuna karşı düşüncelere sahip Önder’den, bir Hisar toplantısında duyduk, öğrendik.

12. Külebi ile ilgili bir hâtıra

Türk Dil Kurumu’nda görevli bulunduğu yıllara ait bir hâtıramızdan söz edelim. Bu hâtıra,“Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda” adlı eserinde geçen Kop Dağı’ndaki çeşme ile ilgili. Hangi yıl olduğunu şimdi söylemek mümkün değil. Kurumun Genel Yazmanlığına geldiği yıllarda olabilir. TRT’de çalışıyoruz, bir Doğu gezisine çıktığımızda çevreyi gezip yayınların nasıl dinlenildiğini ve izlendiğini araştırıyoruz. Bir gün yolumuz Kop Dağı’na düştü.

Kış ortası, her yanı kar bürümüş, soğun iliklerimize işediği bir gün... Yolları kar kapatmış, Karayollarının araçları ha bire açıyorlar. Kar kışta çalışan didinen insanlara selâmlaşa selâmlaşa, arabamızla yol aldık, bu kuruluşun Kop Dağı’ndaki istasyonlarından birinin önünde mola verdik. Vakit öğle üzeri. Selâm verip, girdik içeri. Sandalyeler, tabureler, kocaman bir tahta masa, tam orta yerde bir soba ve üzerinde suyu fokurdayan bir çaydanlık ! Hava o kadar dondurucu ki, çaydanlıktan çıkan buharla karşılaşınca, sanki birden ısınıverdik. Halimizi gören Karayolcular, hemen çay ikram ettiler ve aç olup olmadığımızı sordular, sohbete başladık. Bizi karşılayan ve ağırlayanların çoğu o yöreden, kimi ya Erzurumlu, Karslı, kimi Bayburtlu Artvinli ya da yakın köy ve kasabalardan....

İnsan, edebiyatla, şiirle uğraşır da Kop Dağı’na gelmişken Cahit Külebi’nin şiirindeki çeşmeyi hatırlamaz, merak etmez mi ? Ettik tabiî, sorduk yerini târif ettiler. Bu çeşmenin şiire girdiğinden, o şiiri okuyup pek çok insanın çeşmeyi merak ettiğinden haberleri yoktu tabiî.
İçlerinden o yöreden olduğu belli, kara yağız biri :
- İçtiğimiz çayın suyu o çeşmeden beyim” dedi.

Çaylar içildikten, sıcak ekmeğin arasına konulan tulum peyniriyle açlık giderildikten sonra, tekrar düştük yola. Arabamız beş on dakika sonra çeşmeye yaklaşınca, çok eskiden tanış olduğumuz biriyle karşılaşıyormuş gibi heyecanlandık. Gerçekten, serçe parmak kalınlığında akan suyuyla Kop Dağındaki çeşme büyüleyiverdi bizi. Eğildik,avuç avuç suyundan içtik, önünden yanından seyrettik, bir de başına durup poz verdik, fotoğrafımızı çektirdik. Dondurduk sizin anlayacağınız çeşmayi ziyaret ettiğimiz ânı. Gezi sona erip Ankara’ya döndüğümüz zaman, aklımızda hep Külebi ‘yi ziyaret ederek fotoğrafı kendisine göstermek, vermek vardı.
Kurumdaki odasına girdiğimizde “görünce bakalım ne yapacak ?” sorusuyla yanına vardık. Fotoğrafı masasının üstüne bırakırken dedik ki :
“- Kop Dağındaki çeşme, şairine selâm yolladı. İşte bu da resmi !”
Külebi, aldı fotoğrafı eline, baktı baktı, sonra yüzünde şaşkın bir ifade, ne dese beğenirsiniz ?
“-Ben bu çeşmeyi hiç mi hiç görmedim.Bizim şiirdeki çeşme, demek bu.”
Sonra baktı baktı ve fotoğrafı sonra masanın üstüne bıraktı. Gözleri bir ona, bir bizim yüzümüze çevrildi, bir süre hiç konuşmadan kala kaldı öyle.

Nedense, o günden beri, onun hayretle söylediği sözlerin, gönlümde bıraktığı bir hüzün vardır.
“Kop Dağında akar bir Çeşme var
Serçe parmak kalınlığında suyu..”
Mısralarına geçen çeşme de aynı hüznü yaşamış mıdır, bilemeyiz.

Bu hâtıramızı anlatmaktaki sebep, aslında sözü dost Nüvit Kodallı tarafından bestelenen “Atatürk Kurtuluş Savaşında” adlı destan şiirine getirmek. “Edirne’den Ardahan’a kadar” mısralarıyla başlayan şiirin baş tarafında geçer , sözünü ettiğimiz bu çeşme :

“Kop Dağı’nda akar bir çeşme var
Serçe parmak kalınlığında suyu
Haram etmiş gece gündüz uykuyu
Akar da akar...

Cahit Külebi’nin Atatürk ve Kurtuluş Savaşı üstüne kaleme aldığı bu uzun şiiri, memleketi şiire taşıması yönünden, benzerlerinden farkı vardır. Bir uçtan öbürüne, ülkenin bütün şehirleri, kasabaları, köyleri dile gelir. Samsun, İzmir, İstanbul, Edirne e Doğuda Ardahan, mis kokulu ağaçlarıyla Kuzey, kavuran güneşiyle Güney kentleri birbirini takip eder. Savaş boyunca insanların yaşadığı rûh haliyle Anadolu coğrafyasının nasıl kucaklaştığını, toprağın nasıl coşkuyla canlandığını ve çiçek açtığını görürüz.

Bizim, Çeltek köyünde doğan şairimizin, Millî Mücadele’ yi yürüten yiğit Anadolu Türk’ünün sesi, soluğu, konuşan ağzı olduğunu görürüz :

Bu toprak bizim yurdumuzdur !
Deli gönül yücesine çıkar !
Bir üveyik olur, uçar gider
Ardahan’ dan Edirne ‘ye,
Edirne ‘den Ardahan’ a kadar.

O Millî Mücadele ki, yaman bir milletin başında Mustafa Kemal Paşa ile vermiş olduğu yiğitçe bir mücadeledir, yaman bir savaştır.

Külebi, yazdığı o destan şiiriyle hem milleti, hem de ölüm-kalım savaşı veren o büyük askeri, övgülere boğmadan dile getirme hünerini gösterir. Ve o şiirde, esinini yer yer Anadolu halk şairlerinden alan deyişlerle, biz de şairiyle birlikte coşar, duygulanırız :

Davranı da oeli gönül davranı !
Kemal Paşa dinlemiyor fermanı !
Anası, bacısı, kızı, kızanı
Bizim millet gibi görülmemiştir.

13. Son Yılları

1980’li yıllardan itibaren, TDK ‘da “öz Türkçecilik” görüşüne sahip üyelerle dilde sadeleşmenin aşırılığa gidilmeden sürdürülmesi gerektiğini ileri sürenler arasında anlaşmazlık, sevimsiz bir hal aldı, dilin tarihle bütünleşen varlığına ve gelişmesine zarar verir duruma gelmeye başladı. On yılı aşkın bir süreden beri Kurumun Genel Yazmanlık görevini yürüten Külebi, geçmişte gösterdiği ılımlı tutumundan uzaklaşınca, bir yandan bazı üyelerin ihracına gidilirken, bazı üyeler de, bu duruma tepki göstererek istifa etmeye başladılar.

Dilde sadeleşme hareketine programlarımızda yansıttığımız anlayış sebebiyle üyeliğe çağrıldığımız, bu harekete yayıncı olarak destek verdiğimiz hizmetlerle tanınan bir üye olduğumuz halde, “yıllık aidat yatırmama sebep gösterilerek üyelikten ihraç” kararı alınınca, biz de bu kararı verenleri “protesto” etmeyi uygun bulduk, basına bir açıklama yaparak Kurumdan istifa ettik.
Bizim neden istifa ettiğimizi birinci sayfadan duyuran gazetelerin başında Tercüman da vardı. Gazete yönetimi, Genel Yazman olarak Külebi’nin “açıklama yazı” sını yayınlamamış, fakat birinci sayfa yazarı ve Kemal Ilıcak’ ın eşi, köşesinde bu açıklamaya yer vermişti. Külebi’nin söyledikleri, gerçeği ifade etmediği için, bizim üzülmemize sebep oldu. Aynı gazetede birbirine ters düşen görüşlerin, basın ve düşünce hürriyetiyle ilgisizliği de ayrıca üzülmemizin diğer bir sebebiydi, diyebiliriz.

14. Sona Doğru

Cahit Külebi’ nin, 1983 yılında, Dil ve Tarih Kurumları çıkarılan bir kanunla yeni bir yapı içinde yerini alınca Genel Yazmanlık görevi son bulur ve SODEP’te katılarak siyaseti seçer. 1980 Yılında “Sıkıntı” yı, şairin 1982’de yayınlanan “Bütün Şiirleri” takip eder. Siyasete atıldığı yıllar içinde de, 1991’de Güz Türküleri’ ni yayınlayan şairin biri “deneme”, biri “anı” türünde iki eseri daha var : “Şiir Her Zaman”, “İçi Sevda Dolu Yolculuk”...

TRT Televizyonu, onun sağlığında bir belgesel hazırlamış, 20 Haziran 1997’ de ölümünden sonra, Kültür Bakanlığı tarafından Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü girişindeki alana, bizim de katıldığımız bir tören düzenlenerek adına bir anıt dikilmiştir.

Şair, geçmiş yıllarda sırasıyla Sokak, İnsan, Varlık, Yaratış, Türk Dili, Hisar, Söz gibi dergilerde yazmayı sürdürür, buna 1983’ ten sonra kurulan Dil Derneği’ nin çıkardığı Yeni Türk Dil dergisi eklenir.

Pek çoğumuzun belleğinde kalan, unutamadığımız şiirleri var şairin. Bunlardan biri de “Atatürk Kurtuluş Savaşında”. İlk bölümü şöyle :

Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda

Edirne’den Ardahan’a kadar
Bir toprak uzanır
Boz kanatlı üveyikler üstünden uçar
Ardahan’dan Edirne’ye
Edirne’den Ardahan’a kadar.

Kopdağı’nda akar bir çeşme var
Serçe parmak kalınlığında suyu.
Haram etmiş gece gündüz uykuyu
Akar de akar.
.....................
Bu toprak bizim yurdumuzdur ;
Deli gönül yücesine çıkar.
Bir üveyik olur, uçar gider
Ardahan’dan Edirne’ye
Edirne’den Ardahan’a kadar.

Cahit Külebi’yi sevenler, adını “Hikâye” ile birlikte hatırlayacaklar. Onun şiirini değerlendirenler de bu görüşümüze katılacaklardır :

Hikâye

Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz.

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu.
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz !

Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu.
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz !

Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz !

Benim doğduğum köylerde
İnsanlar gülmesini bilmezdi.
Ben bu yüzden böyle nâcçar kalmışım
Gül biraz !

Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi.
Hep bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz !

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin !
Benim doğduğum köyler de güzeldi.
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz !

________________________

1. Seyda, Mehmet : Çocukluk Yılları, TDK yay. Ankara, 1980. 174.s.
2. Age. 175.s.
3. Age. 176.s.
4. Age. 176.s
5. Age. 176.s
6. Köklügiller, Ahmet-Minnetoğlu, İbrahim : Nasıl Yazıyorlar, İstanbul,1974.257.s
7. Age. 258.s.
8. Kaplan, Mehmet : Şiir Tahlilleri 2, İstanbul 1980 (3. baskı), 285.s
9. Ediboğlu, Baki Süha : Bizim Kuşak ve Ötekiler, İstanbul, 1968. 57.s.
10. Kaplan, Mehmet : Şiir Tahlilleri 2, İstanbul 1980 (3.baskı), 283.s
11. Age. 284.s
12. Kabaklı, Ahmet : Türk Edebiyatı / 4. Cilt, İstanbul, 1991, 121.s
13. Ercan, Enver : Külebi ile Şiir Üstüne, Düşün der. Mart 1986.
14. Çongur, H.Rıdvan : Külebi ile Konuşma, Hisar der. Temmuz 1965,
15. Age.
16. Age.
17. Age.