17/09/2011, 03:47
Ege Kıta Sahanlığı Sorunu ve Uluslararası Yargı Kararları
Yücel ACER
Her ne kadar hukuksal anlamda “kıta sahanlığı” kavramı, 1940’lı yıllardaki gelişmeler ve özellikle de 1945 yılında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Truman tarafından yayımlanan bildiri ile ortaya çıkmış ve 1950’li yıllarda Uluslararası Hukuk’un bir parçası olarak değerlendirilmeye başlanmış olsa da,[1] Ege Denizi kıta sahanlığı alanlarının Türkiye ve Yunanistan arasında sınırlandırılmasına ilişkin sorunun ortaya çıkması 1970’li yılların başını bulmuştur. Sorunun gün yüzüne çıkışının görünen nedeni, Türkiye’nin, Kasım 1973’te Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na, Ege Denizi’nin doğusundaki bazı bölgeleri kapsayan 27 adet petrol arama ruhsatı vermesi[2] ve 1974 yılı içerisinde de yeni ruhsatlar vermeye devam etmesidir.[3]
Temel olarak Yunanistan, Türkiye’nin araştırmalar yapacağını bildirdiği bölgelerden bir kısmının, bölgedeki Yunan adalarının[4] kıta sahanlıkları olduğunu ve bu nedenle bu girişimin Uluslararası Hukuka aykırı olduğunu bildirerek itiraz etmiştir. Hatta, Yunanistan daha da ileri giderek sorunu, 19 Ağustos 1976 tarihinde tek taraflı bir başvuru ile Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) önüne getirmiş fakat Divan, yetkisizlik gerekçesiyle davayı reddetmiştir.[5]
Aradan geçen yaklaşık otuz yıla rağmen soruna bir çözüm bulunması mümkün olamamıştır. Doğaldır ki, çözümsüzlüğün bu derece uzun sürmesinin temel nitelikli bazı sebepleri mevcuttur. Bunlardan ilki, iki ülke arasındaki ilişkilerin niteliği ile ilişkilendirilebilir. İki ulus ve bunun bir yansıması olarak iki devlet arasındaki ilişkilerin, özellikle tarihi kimi olaylardan kaynaklanan bir güvensizlik ve hatta husumete dayandığı ve bu unsurun, iki ülke arasındaki sorunların kolaylıkla çözüme kavuşturulmasını engellediği söylenebilir. Zira, iki taraf, bu güvensizlik ortamında ya hiç görüşme masasına oturmamakta, veya görüşmelere başlansa dahi herhangi bir taviz verme eğilimi göstermemektedirler.
Çözümsüzlüğün ikinci temel nedeni ise, iki tarafın, kıta sahanlığı sınırlandırma sorunu da dahil olmak üzere mevcut temel sorunlar üzerinde birbirlerininkine çok uzak nitelikte iddialara ve hukuksal görüşlere sahip olmalarıdır. Bu güne kadarki çözüm girişimlerinde, iki tarafın temel iddiaları ve görüşleri arasındaki bu uçurumu kapatmak mümkün olamamıştır.
Birinci etmenin giderilmesi daha çok siyasi nitelikli gelişmelere bağlı gözükürken, ikincisinin ortadan kaldırılması ise daha ziyade ilgili Uluslararası Hukuk kurallarının gerçekte ne olduğu ve nasıl uygulandığının ortaya konmasına bağlı gözükmektedir. Her ne kadar uluslararası mahkeme kararları Uluslararası Hukukun bağlayıcı kurallarının doğduğu bir kaynağı oluşturmasa da, deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin oluşmuş genel nitelikli bağlayıcı hukuk prensipleri, uluslararası mahkeme kararlarınca uygulanmış ve büyük oranda açıklığa kavuşturulmuş. Dolayısı ile, tarafların iddialarının somut olarak değerlendirilmesi temelde UAD’nın ve kimi ad hoc nitelikli hakemlik mahkemelerinin günümüze kadar sonuçlandırılmış oldukları deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin yargı kararlarına başvurmayı gerektirmektedir.
Çalışmamızda öncelikle, sorun üzerinde iki tarafın temel hukuksal iddiaları ortaya konacak ve daha sonra günümüze kadarki yargı kararları ışığında ortaya çıkan somut sınırlandırma prensipleri tespit edilecektir. Sonuç olarak bu prensipler ışığında tarafların iddialarının hukuksal geçerliliği genel bir biçimde değerlendirilebilecektir. Ege kıta sahanlığı sorununun hukuksal temelde çözüm ihtimalinin özellikle son gelişmeler çerçevesinde arttığı hatırlanırsa[6] bu çalışmanın, sorunun uluslararası yargı kararları temelinde hukuki açıdan bütüncül değerlendirilmesi ihtiyacına cevap vermeye yönelik olduğu açıktır.
1. Tarafların Hukuksal İddiaları
1.1. Yunanistan’ın Hukuksal İddiaları
Sorunun ilk ortaya çıktığı yıllarda, her iki tarafta, kendi iddialarını desteklemek için bazı hukuksal prensiplere dayanma yolunu seçmişlerdir. Çok genel olarak belirtildiğinde Yunanistan, 1958 yılında imzalanmış olan Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesinde kabul edilmiş olan kıta sahanlığına ve bu alanların sınırlandırılmasına ilişkin maddelere dayanmıştır.
Sözleşmenin 1nci Maddesinin 1, b paragrafına göre kıta sahanlığı kavramının hangi alanları kapsadığı şu şekilde ifade edilmiştir:
“Söz konusu maddeler açısından ‘kıta sahanlığı’ kavramı şu alanları ifade eder; a) kıyıya bitişik denizin tabanı yada altındaki fakat karasularının dışındaki, 200 metre derinliğe kadar yada bunun ötesinde belirtilen alanın doğal kaynaklarının işletilebildiği derinlik çizgisine kadar uzanan alanlar; b) adaların kıyılarına bitişik benzeri alanların deniz yatağı ve onun toprak altındaki kısmı”.
Dolayısı ile Yunanistan’a göre, adalarında kıta sahanlığı mevcuttu ve bu nedenle kıta sahanlığı sınırlandırması esnasında adalar da, kıta ülkesi ile eşit statüde kıta sahanlığına sahip olmalıydılar. Yunanistan, sınırlandırma çizgisinin tam olarak nasıl belirleneceği konusunda da öncelikle Sözleşmenin sınırlandırmaya ilişkin olan 6ncı Maddesinin 2nci paragrafına dayanıyor gözükmüştür. Maddeye göre:
“Herhangi bir antlaşma olmadığı durumlarda veya özel durumlarca başka bir sınırlandırma çizgisi haklı gösterilmedikçe, sınırlandırma çizgisi, bütün noktaları her bir devletin karasularının ölçümünde esas teşkil eden kıyı çizgisine eşit uzaklıkta olan eşit uzaklık çizgisidir.”[7]
Bu maddeye dayanarak Yunanistan, Doğu Ege’deki Yunan adaları ile Türkiye arasındaki kıta sahanlığı çizgisinin eşit uzaklık çizgisi olarak belirlenmesi gerektiğini iddia etmiştir. Zira Yunanistan’a göre, 6. Maddede belirtilen “özel durumlar” (special circumstances) Ege Denizinde mevcut değildir.
Yunanistan, adları ile Türkiye ülkesi arasındaki kıta sahanlığı çizgisinin eşit uzaklık çizgisi olması gerektiği iddiasını desteklemek için, 1969 yılında UAD’nın Kuzey Denizi davalarındaki kararına da dayanmıştır. Mahkeme, kararının ilgili kısımlarında, eşit uzaklık çizgisinin karşıt kıyılar arasındaki kıta sahanlığı sınırlandırmasında çoğu kez uygulanan yöntem olması gerektiğini belirtmişti.[8]
Yukarıda belirtilen Yunan iddialarının, 1970’li yıllardan beri değişmeden günümüze kadar devem ettiği belirtilmelidir. Türkiye’nin aşağıda belirtilecek iddiaları karşısında Yunanistan’ın özellikle vurguladığı nokta, Ege Denizi’nde adaların varlığı veya bu adaların çoğunun taraflardan birine ait olmasının veya Ege Denizi’nin yarı kapalı bir deniz olmasının, 1958 Sözleşmesi’nin 6ncı maddesindeki “özel şartlar” kapsamına girmediği ve dolayısı ile sınırın ortay hat olması gerektiğidir.[9] Bu vurgunun önemli olduğunu belirtmek gerekir. Zira, gelişen sınırlandırma hukuku sonuç itibarı ile sınırlandırmanın ilgili şartlar çerçevesinde hakkaniyete uygun sonuç doğurması gerektiğini kabul ediyor olması karşısında, Yunanistan, Ege’deki şartların, ortay hat dışında bir sınırlandırmayı gerektirmediğini savunmaktadır. Bir başka deyişle Yunanistan’a göre adalarla Türkiye ülkesi arasındaki ortay hat sınırı, hakkaniyete uygun sınırlandırma olarak kabul edilmelidir.
1.2. Türkiye’nin Hukuksal İddiaları
Sorunun 1970’li yıllarda ortaya çıktığı ilk aşamalarda Türkiye’nin temel hukuksal iddiası, Doğu Ege’deki Yunan adalarının tümünün, Türkiye’nin doğal kıta sahanlığı uzantısı veya yaygın tabiri ile doğal uzantısı üzerinde bulunduğu ve bu nedenle hiçbir kıta sahanlığına sahip olamayacakları idi. Bu iddianın temelini ise, UAD’nın 1969 yılı Kuzey Denizi davaları kararında, “doğal uzantı” kavramına yaptığı vurgudur. Bu davada, Danimarka ve Hollanda, Almanya karşısında, her devletin kıta sahanlığı alanlarının kendisine yakın alanları kapsaması gerektiği iddiasına başvurmuşlardır. Yani, hiçbir devlet, başka bir ülkenin kıyısına daha yakın olan bir alanı kıta sahanlığı olarak elde edememelidir. İddia edilen bu “yakınlık” (proximity) prensibi karşında UAD, doğal uzantı kavramını vurgulamış ve asıl olanın yakınlıktan ziyade her devletin kendi doğal uzantısına kıta sahanlığı olarak sahip olması gerektiğini belirtmiştir.[10] Türkiye, daha sonraki yıllarda, kıta sahanlığı davalarındaki trende uygun olarak, doğal uzantı prensibi üzerine yaptığı vurguyu azaltmış ve daha çok “hakkaniyet prensipleri” ve “hakkaniyete uygun çözüm” üzerinde vurgu yapmaya başlamıştır.
Bu yıllarda da ortay konduğu gibi Türkiye’nin bir diğer temel iddiası, kıta sahanlığı sınırlandırmasında asıl olan şeyin sonuçta, hakkaniyet prensipleri ışığında bölgenin bütün ilgili özelliklerinin dikkate alınarak “hakkaniyete uygun” bir sonucun bulunması olduğudur. Bu çerçevede Türkiye belirtmektedir ki, adalarını kıta sahanlığı hakkına sahip olması, bu adaların sınırlandırma esnasında kıta sahanlığı hakkına sahip olacakları anlamına gelmemektedir. Zira bu adalara kıta sahanlığı verilmesi, hakkaniyete uygun olmayan bir sonuç yaratıyorsa, söz konusu adalar tümden ihmal edilebilirler.
Ege’de hakkaniyete uygun çözümle ilgili olarak Türkiye, ülkesine yakın Yunan adalarının varlığının ve Ege’nin kendine has diğer özelliklerinin dikkate alınması gerektiğini ve hakkaniyet prensipleri çerçevesinde bu adalara kıta sahanlığı verilmemesi gerektiğini savunmaktadır. Dikkate alınması gereken özellikler arasında Anadolu’nun doğal uzantısı, iki ülke arsında Lozan Antlaşmaları ile kurulmuş denge, Ege Denizi’nin nispeten dar bir deniz olması ve Türkiye’nin kıyı uzunluğu gibi faktörler belirtilmektedir.[11] Sonuç itibarıyla Türkiye, Ege’de kıta sahanlığı sınırlandırma çizgisinin yaklaşık olarak Ege’nin ortasından geçen bir çizgi olması gerektiğini savunmaktadır.[12]
2. İddiaların Yargı Kararları Işığında Değerlendirilmesi
Uluslararası Hukuk çerçevesinde, hem antlaşmalar hukuku hem de teamül hukuk olarak ortaya çıkmış bazı temel nitelikli sınırlandırma prensipleri mevcuttur.[13] Aşağıda belirtilecek bu prensipler, oldukça genel ve soyut niteliktedirler. Bu nedenle, bu prensiplerin herhangi bir sınırlandırma anlaşmazlığında nasıl uygulandığının tespiti günümüze kadar daha çok UAD’na ve bu maksatla kurulmuş ad hoc hakemlik mahkemelerine düşmüştür. Günümüze kadar, doğrudan sınırlandırma anlaşmazlıklarına ilişkin 10 adet uluslararası yargı kararı verilmiştir. Deniz alanları sınırlandırmasını da içeren 3 dava hala yargı önündedir.[14]
Uluslararası bir mahkeme önüne gelmiş ilk sınırlandırma davası 1969 tarihli Almanya ile Hollanda ve Almanya ile Danimarka arasındaki Kuzey Denizi davalarıdır.[15] Kıta sahanlığının sınırlandırılması meselesine ilişkin diğer bir dava, 1976 yılında ad hoc uluslararası hakemlik mahkemesince karara bağlanmış olan İngiltere ile Fransa arasındaki sınırlandırma davası (İngiltere-Fransa davası) dır.[16]
1980’li yıllar, bu konuya ilişkin davaların sayısının oldukça arttığı yıllar olmuştur. Tunus ve Libya tarafından UAD’na sunulmuş kıta sahanlığı sorunu, Mahkemece 1982 yılında karara bağlanmıştır (Tunus-Libya davası).[17] 1984 yılında Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri’nin UAD’na sunduğu Maine Körfezindeki kıta sahanlığının sınırlandırılması meselesi UAD’nınca olarak karara bağlanmıştır(Maine Körfezi davası).[18] Libya ile Malta arasındaki kıta sahanlığının sınırlandırılması meselesini UAD1985 yılında (Libya-Malta davası) çözüme kavuşturmuştur.[19] Aynı yıl çerisinde karara bağlanan diğer bir kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge alanlarının sınırlandırılması davası ise, Gine ile Gine-Bissau arasındaki sınırlandırma meselesidir (Gine-Gine-Bissau davası) ve iki tarafça bu amaç için kurulan ad hoc hakemlik mahkemesince karara bağlanmıştır.[20]
Kanada ile Kanada kıyıları açığındaki denizaşırı Fransız adaları St. Pierre ve Miquelon arasındaki kıta sahanlığı ve MEB alanlarının sınırlandırılması meselesine ilişkin anlaşmazlık 1992 yılında ad hoc hakemlik mahkemesince karara bağlanmıştır.[21] Bir sonraki yıl içercisinde ise UAD, Danimarka’nın Greenland adası ile Norveç’in nispeten çok küçük adası Jan Mayen arasındaki kıta sahanlığı ve MEB alanlarını sınırlandıran kararını vermiştir (Jan Mayen davası).[22] Diğer bir kıta sahanlığı ve MEB sınırlandırılma davası ise Eritire-Yemen davasıdır ve taraflarca oluşturulan ad hoc hakemlik mahkemesince 1999 yılı sonunda karara bağlanmıştır.[23] Karara bağlanan en son dava Katar ile Bahreyn arasındaki deniz alanlarının sınırlandırılmasına ve bazı egemenlik sorunlarının çözümüne ilişkin Katar-Bahreyn davasıdır.[24]
Şüphesiz ki uluslararası mahkemelerin önüne gelmiş ve karara bağlanmış sınırlandırma uyuşmazlıklarının ilgili olduğu coğrafi alanlar arasında fiziki benzerlikler mevcuttur. Bu coğrafi alanlar kimi özellikleri ile Ege Denizi’ndeki durumlara benzerlikler göstermektedir. Bu nedenle, daha önceki davalardaki yargı kararları, genel sınırlandırma prensiplerini açıklayan prensip ve motorlar oluşturmanın yanısıra ilgili alanların Ege Denizine benzerliklerinden dolayı, Türkiye ve Yunanistan’ın iddialarına ve Eğe kıta sahanlığı sınırlandırmasına ilişkin önemli yansımalar içermektedirler.
2.1. Hakkaniyet Prensipleri ve Hakkani Çözüm
1969 yılındaki Kuzey Denizi davalarında Hollanda ve Danimarka, sınırlandırma hukukunun eşit uzaklık çizgisinin uygulanmasını öngördüğünü ve bu sınırlandırmada da eşit uzaklık çizgisinin uygulanması gerektiğini iddia etmişlerdir. Almanya’nın “konveks” biçimindeki kıyı çizgisi nedeniyle, eşit uzaklık çizgisi Almanya ya daha az kıta sahanlığı bırakacaktı.
1958 Sözleşmesi’nin ilgili 6. Maddesi tarafların çeşitli çekinceleri dolayası ile bu davada uygulanamazdı ve ilgili teamül hukuku uygulanmalıydı. Mahkeme, incelemesinin başlarında eşit uzaklık metodunun yada prensibinin, uygulanması zorunlu bir hukuk kuralı olmadığını belirtmiştir. 1958 Sözleşmesinin ilgili maddesi henüz her devleti bağlayan bir yapılageliş (teamül) kuralı haline gelmemişti.[25]
Eşit uzaklık metodu yada prensibinin zorunlu olmadığı anlayışı takip eden yargı kararlarında sıkça vurgulanmıştır. İngiltere-Fransa davasında Hakemlik Mahkemesi, 6. Madde ile teamül hukuku arasında bir fark olmadığını ve her iki hukukun da eşit uzaklık prensibinin uygulanmasını zorunlu kılmadığını vurgulamıştır.[26] 6. Maddedeki “eşit uzaklı” prensibi mutlak bir prensip değil ama “eşit uzaklık-özel durumlar prensibi” olarak algılanmalıydı. Her ne kadar bu özel durumların ne olduğu maddede belirtilmemişse de, özel durumların varlığında bunlar dikkate alınarak uygun bir sınırlandırma metodu uygulanmalıydı.
İki veya daha çok devlet arasında herhangi bir kıta sahanlığı sınırlandırmasını eşit uzaklık prensibi düzenlemediğine göre, kıta sahanlığı sınırlandırmasını düzenleyen hukuk kuralı yada kuralları neydi?
Kuzey Denizi davalarında UAD; kıta sahanlığı sınırlandırmasında zorunlu olarak uygulanması gereken hukuk kurallarının “hakkaniyet prensipleri” (equitable principles) olduğunu belirtmiştir. Hatta Mahkemeye göre, 1958 Sözleşmesinin 6. Maddesindeki “özel şartlar” (special circumstances) ibaresinin maddeye dahil edilmesinin asıl nedeni de sonuçta sınırlandırmanın asıl maksadının hakkani bir çözüme varmak olduğundandı. Mahkeme, karşıt kıyılar arasındaki sınırlandırmanın çoğunlukla eşit uzaklık çizgisi olması gerektiğini belirtmişti ama bunun nedeni bu metodun zorunlu olmasından değil, karşıt kıyılar arasında çoğu kez hakkaniyeti sağlayan metodun bu olmasındandı.[27] Mahkeme, bunun kaynağının ise hem kıta sahanlığına ilişkin, Truman Bildirisi gibi ilk bildirilerdeki sınırlandırmaya ilişkin ilkeler, hem de kıta sahanlığı kavramının hukuksal özellikleri olduğunu belirtmiştir. Mahkeme kıta sahanlığı sınırlandırmasını “bütün ilgili şartları dikkate alarak hakkaniyet prensiplerinin uygulanması ile hakkaniyete uygun bir çözümün bulunması” olarak ifade etmiştir.[28]
Sınırlandırmanın, bütün ilgili şartları dikkate alarak hakkaniyet prensipleri temelinde yapılması gereği ve 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 6. Maddesindeki sınırlandırma kuralının sonuçta hakkaniyete uygun çözümü amaçladığı yargı kararlarında tartışmasız bir biçimde kabul edilmiş ve vurgulanmıştır. Bu kararlarda dikkati çeken gelişme ise, sınırlandırmaya ilişkin prensibin bir miktar vurgu değiştirmesi olmuştur. Kararlarda hakkaniyet prensiplerinin yanısıra, “hakkani çözüm” (equitable result) en az aynı önemde vurgulanmıştır. ABD ve Kanada arasındaki Maine Körfezi davasında UAD, sınırlandırmanın hakkaniyet prensipleri ve bölgenin coğrafi ve diğer özellikleri çerçevesinde bir hakkani çözüm oluşturacak sınırlandırma metotları çerçevesinde yapılması gerektiğini belirtmiştir.[29] Libya-Malta davasında, UAD yine hakkani çözümü sıkça vurgulamıştır.[30]
2.2. Coğrafyanın Üstünlüğü Prensibi
Sınırlandırmanın hakkaniyet prensipleri temelinde ve bütün ilgili unsurların dikkate alınarak yapılması kuralı Uluslararası Hukuka tartışmasız bir biçimde yerleşmiştir. Lakin halen devam eden tartışma konusu, hakkaniyet prensiplerinin neler olduğudur. Hukukun objektif prensipler sağlamasının vazgeçilmez bir unsur olduğu düşünüldüğünde, hakkaniyet kavramının, sosyal bilimlerde kullanıldığı nispi niteliğinden öte objektif ve genel geçer bir biçimde tanımlanmış bir içeriğe sahip olması gerekir. Uluslararası Deniz Hukuku’nda, çerçevesi çizilmiş ve tanımlanmış bir hakkaniyet prensipleri seti mevcut mudur?
Hakkaniyet prensiplerinin neler olduğu sorusunun yanıtı, deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası yargı kararlarında büyük oranda verilmiş gözükmektedir. Birçok yargı kararında belirtilmiştir ki, herhangi bir sınırlandırma işleminde, aralarından duruma uygun olan prensiplerin seçilebileceği bir hakkaniyet prensipleri seti mevcuttur.[31]
Yargı kararlarında ön plana çıkarılan prensip “coğrafyanın üstünlüğü” prensibidir. Kuzey Denizi davalarında bu prensip Mahkemece, “coğrafyanın yeniden şekillendirilmesi söz konusu olamaz” biçiminde ifade edilmiştir.[32] İngiltere-Fransa davasında “eşit uzaklık yada başka herhangi bir sınırlandırma metodunun uygunluğunu coğrafi şartlar belirler” biçiminde özetlenmiştir.[33] Tunus-Libya davası kararında “kıta denize hakimdir” şeklinde ifade edilmiştir.[34] Libya Malta davası kararında “tarafların kıyıları başlama çizgisini oluşturur” ifadesi kullanılmıştır.[35]
Hem kıta sahanlığı hem de MEB alanlarının tek bir davada sınırlandırıldığı kararlarda da coğrafyanın üstünlüğü prensibi aynı şekilde ön plana çıkarılmıştır. Kanda-Fransa davasında Mahkeme, coğrafi unsurların sınırlandırmanın merkezini oluşturduğunu ifade etmiştir.[36] Jan Mayen davasındaki kararda benzeri bir biçimde Mahkeme sınırlandırmanın, ilgili alanın coğrafi çerçevesine dayandığını belirtmiştir.[37] Katar-Bahreyn davsında UAD, kara denize hakimdir prensibini tekrarlamış ve bu prensibin devletin kara ülkesi üzerindeki egemenliğinin bir sonucu olduğunu vurgulamıştır.[38]
Coğrafyandan kasıt, iki ülke arasında sınırlandırmaya konu olan alandaki anakara coğrafyasıdır. Bu bağlamda en önemli unsur, anakara kıyılarının uzunluğudur ve kural olarak kıyı uzunluğu, elde edilecek deniz alanını belirleyen en önemli coğrafi faktör olarak belirmektedir.[39] Bir başka önemli coğrafi unsur, kıyı çizgisi üzerindeki kıvrımlar, girintiler ve çıkıntılardır. Kuzey Denizi davaları kararında açıkça belirtildiği gibi, dikkate alınacak coğrafî şekiller, bölgenin coğrafi yapısı çerçevesinde önemsiz sayılmayacak unsurlar olmalıdır.[40] Katar-Bahreyn davasında UAD, iki ülkenin kuzey kıyılarının uzunluk ve şekil açısından benzer olduğunu belirtmiş ve sadece Bahreyn kıyısında Fasht al Jarim’in denize doğru bir çıkıntı olduğunu ama bununda bilgenin coğrafi çerçevede önemsiz bir unsur olduğundan ihmal edilmesi gerektiğini belirtmiştir.[41]
İşte bu unsurlar, bir sınırlandırma eyleminde, başlangıç ve daha sonra çok az değişecek olan “temel” sınırlandırma çizgisini belirleyen unsurlardır. Neredeyse bütün sınırlandırma davalarında mahkemeler, sınırlandırma işlemine başlarken önce iki anakara ülkesi arasında, anakara ülkelerinin coğrafi özelliklerini yansıtan bir sınırlandırma çizgisi belirlemişler veya en azından böyle bir çizgiyi referans noktası kabul etmişleridir. Bu sınırlandırma çizgisi hem başlangıç çizgisini, hem de dikkate alınan diğer unsurlarca az değiştirilecek temel sınırlandırma çizgisini oluşturmuştur. Bu sınır çoğu kez, iki anakara ülkesinin coğrafi ilişkini en iyi yansıttığı için iki ülke arasındaki eşit uzaklık çizgisi olmuştur.
İngiltere-Fransa davasında Mahkeme, önce İngiltere ve Fransa arasında bir ana sınırlandırma çizgisi belirlemiş ve bu çizginin Fransa tarafında kalan İngiliz Kanal Adalarına sadece sınırlı bir kıta sahanlığı vermiştir. Zira, bu adların varlığı, iki ülke arasındaki coğrafi dengeyi bozan bir özellik göstermekteydi.[42] UAD’nınca Libya-Malta davasında mesafe prensibine yapılan vurgu sonuçta sınırlandırmaya, kıyı coğrafyasını en iyi yansıtan eşit uzaklık çizgisi ile başlanmasına yol açmıştır.[43] Jan Mayen davasında Mahkeme, sınırlandırmaya eşit uzaklık çizgisi ile başlamış ve bununda coğrafyanın üstünlüğünde kaynaklandığını belirtmiştir.[44] Maine Körfezi davasında da Mahkeme açıkça, anakaralar arasındaki eşit uzaklık çizgisi ile başlanması gerektiğini zira bunun, söz konusu alanın coğrafi özelliğini en iyi yansıttığını belirtmiştir.[45] Katar-Bahreyn davasında UAD aynı yöntemi izlemiştir.[46] Sadece Eritre-Yemen davasında, eşit uzaklık çizgisi ile başlanmamıştır zira, üzerinde her iki tarafın da anlaştığı bir tarihi çizgi Mahkeme için başlangıçta temel sınırlandırma çizgisi olarak kabul edilmiştir.[47]
2.3. Diğer Faktörlerin Dikkate Alınmasına İlişkin Prensipler
Sınırlandırmada hakkaniyetin sağlanmasının, sadece coğrafi unsurların dikkate alınması ile sağlanamayacağı ve diğer bütün ilgili unsurların dikkate alınması gerektiği uluslararası yargı kararlarında ayrıca vurgulanmıştır. Gerçekten hakkaniyete uygun bir sınırlandırma yapılması için diğer unsurların da dikkate alınması gerekmektedir.[48]
1969 yılında UAD, dikkate alınacak unsurlara hukuksal bir sınır olmadığını belirtmişti[49] ancak, takip eden bütün yargı kararlarında, dikkate alınacak unsurların sadece kıta sahanlığı ve/veya münhasır ekonomik bölge kavramları ile “ilgili” olması gereği kabul edilmiştir.[50]
Yargı kararlarına göre, bu ilgili unsurlardan başta geleni, bölgede mevcut adalar ve diğer coğrafi formasyonlardır. Yukarıda belirtildiği gibi Uluslararası Hukuk adalara kıta sahanlığına sahip olama hakkını açıkça tanınmıştır lakin iddiaların aksine bu daların sınırlandırma esnasında anakara ülkeleri ile aynı statüde oldukları manasına gelmemektedir. Bir başka deyişle sınırlandırmada adalar söz konusu olduğunda, sahip olma ile sınırlandırma arasında kesin bir ayrım söz konusudur. Sonuçta adlar, coğrafi konumları, ekonomik ve sosyal nitelikleri gibi sahip oldukları unsurlar çerçevesinde sınırlandırma çizgisini ya hiç etkilemekte, ayda sınırlı bir biçimde etkilemektedirler.
Kendi ülkesinin kıyılarına daha yakın daların rolü ile ilgili örnek Tunus-Libya davasında Tunus’un Kerkennah adalarıdır. Bu adaya Mahkeme yarım etki (half-effect) tanımıştır.[51] Gine-Gine Bissau davasında Mahkeme, kıyı uzunlukları belirgin bir biçimde farklı olmayan, kıyı şekilleri benzer olan iki taraf arasındaki sınırlandırmada bu tür adaların sınırı önemli bir derecede etkilemelerine izin verilmemesi gerektiğini belirtmiştir.[52]
Eritre-Yemen davasında, Mahkeme, Dahlak adalarına önemli bir etki tanırken, daha güneydeki kıyı adalarını tümden ihmal etmiştir. Özellikle kurak ve sosyal hayata elverişsiz olmaları nedeni ile Yemen’in Jabal al-Tayr ve Zubayr adalarına hiç etki verilmemiştir.[53] Tunus-Libya davasında, Mahkeme, bölgedeki unsurların daha önemli olduğunu belirterek, Tunus’un Jerba adasını tümden ihmal etmiştir.[54] Gine-Gine Bissau davasında Mahkeme, Alcatraz adalarının kuzey kesimlerine doğru bu adalara, 12 millik karasularının ötesinde hiç kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge vermemiştir.
Kendi ülkesinin kıyılarının hemen yakınında yerleşmiş bu tür kıyı adaları bazen sadece, deniz alanlarının ölçümüne esas oluşturan kıyı çizgisinin oluşturulmasında bir etki sahibi olmaktadırlar. Ama çoğu kez kıyı çizgisini tam bulundukları yer kadar değil daha az etkilemelerine izin verilmekte yani sınırlı bir etki tanınmaktadır. İngiltere-Fransa davasında, İngiltere’nin kıyı adası Scilly Isles ile Fransa’nın kıyı adası Ushant, kıyı çizgisi oluşturmada tam etki verildikleri taktirde hakkaniyete aykırı sonuç doğuracaklarından, kıyı çizgisini ancak kısmen etkilemelerine izin verilmiştir.[55]
Bir ülkenin, başka bir ülkenin kıyılarına yakın adalarının, sınırlandırmadaki rolü İngiltere-Fransa davasında gündeme gelmiştir. İngiltere’nin Kanal adaları sınırlandırma sonucunda sadece 12 mil genişliğinde bir çerçevelenmiş (enclave) kıta sahanlığına sahip olabilmişlerdir. Şayet bu adalara taraflarca daha önceden 12 mil genişliğinde münhasır balıkçılık bölgesi tanınmış olmasa idi, bu rakam daha küçük de olabilirdi. Bu tür adlalar için Mahkeme, coğrafi konumlarının, kıta sahanlığı elde etmeleri açısından ciddi bir negatif unsur oluşturduğunu belirtmiş.[56] Bu davada, bu adaların ihmal edilmemelerinin sebebi, sosyal ve ekonomik açıdan önemli oluşları ve İngiltere den kısmen ayrı bir statüye sahip olmalarıdır.[57]
Belirtmek gerekir ki, bir başka devletin kıyılarına yakın olmayan, ama iki ana kıta arasındaki eşit uzaklık çizgisi dikkate alındığında hala diğer ülkeye yakın olan adaların durumu son zamanlara kadar gündeme gelmemişti. Ancak bu adaların sınırlandırmadaki rolünün de, diğer konumdaki adalar için etkili olan faktörler çerçevesinde değerlendirileceğini tahmin etmek mümkündü. Bu çerçevede Katar-Bahreyn davasındaki Bahreyn’e ait Qit’at Jaradah adasının durumu bir örnek oluşturmuştur. Bu adanın, iki ülke arasındaki eşit uzaklık çizgisi civarında bulunan küçük ve sosyal hayata elverişsiz bir doğal yapıya sahip olduğu vurgulanmıştır. Mahkeme, bu özellikleri ile bu adaya, bölgenin özellikleri çerçevesinde düşünülüğünde bir etki tanımının hakkaniyete uygun olmayacağını belirtti ve bu adaları ihmal etti.[58]
Adalar dışında dikkate alınması gereken bir başka unsur deniz tabanın jeolojik ve jeomorfolojik özellikleridir. Kuzey Denizi davalarında UAD, “doğal uzantı” (natural prolongation) kavramına o derece vurgu yapmıştır ki, sınırlandırmada önemli olanın her iki tarafın doğal uzantılarının kendilerine verilmesi olduğu sonucu doğmuştur.[59]
Fakat, bir sonraki dava olan İngiltere-Fransa davasında Hakemlik Mahkemesi, doğal uzantı faktörünün mutlak bir rolü olamayacağını belirtmiştir. Aynı görüş, Kanda-Fransa davasında[60] Tunus-Libya[61] ve Libya-Malta[62] davalarında tekrarlanmıştır. Doğal uzantı faktörünün sınırlandırma çerçevesinde etkisinin azalması iki sebebe dayandırılmıştır. Birincisi, hukuksal manada kıta sahanlığı kavramının ve ilgili hakların temelini artık doğal uzantı kavramından ziyade mesafe faktörü oluşturmaktadır. İkincisi ise, günümüzde sınırlandırma sürecinde çoğu kez sadece kıta sahanlığı sınırlandırması değil, tek bir sınırlandırma çizgisi ile hem kıta sahanlığının hem de münhasır ekonomik bölge sınırlandırması söz konusu olmaktadır. Bu durumda, sadece kıta sahanlığı açısından bir miktar önem taşıyan ama münhasır ekonomik bölge kavramı ile bir ilgisi olmayan jeolojik öğeler sınırlandırma esnasında neredeyse tamamen etkisini yitirmektedirler.[63]
Sonuç olarak, tespit edilebilseler dahi, jeolojik ve jeomorfolojik öğeler sınırlandırma çerçevesinde diğer ikincil nitelikli ilgili faktörlerle birlikte değerlendirilmektedirler ve mutlak değil ancak nispi bir etki sahibi olmaktadırlar.
Sınırlandırılacak alanlardaki doğal kaynaklar dikkate alınması gereken bir diğer ilgili faktördür. Varlığı bilinen doğal kaynakların sınırlandırmada dikkate alınacağı yargı kararlarında kesin bir biçimde kabul edilmiştir. Bu faktörler canlı türler olabileceği gibi madenler ve diğer mineral kaynaklar olabilmektedir. Münhasır ekonomik bölge sınırlandırması söz konusu olduğu zaman akıntılar ve rüzgar enerjisi gibi doğal unsurlarda bu faktörler arasında yer almaktadır.
Yargı kararlarından ortaya çıkan sonuç odur ki, bölgedeki mevcut doğal kaynakları ağır bir biçimde orantısız paylaştıran bir sınırlandırma çizgisi hakkaniyete uygun bir sınır olarak kabul edilemeyecektir.[64] Kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge kavramlarının asıl varlık sebebinin bu doğal kaynaklar üzerinde kıyı devletine münhasır haklar sağlamak olduğu hatırlanırsa bu sonuç şaşırtıcı olmamalıdır. Eritire-Yemen davasında, ülkelerin balıkçılığa bağımlılıkları Mahkemenin kararında önemli bir rol oynamıştır. Bu etkinin bir diğer sebebi de, balıkçılık üzerindeki tarihi hakların korunması çabası olduğu söylenebilir.[65] Jan Mayen davasında Mahkeme, bölgedeki caplin türü balıkçılık bölgelerinin dengeli dağılımına büyük önem vermiş ve sınırlandırma çizgisinde bu maksatla ayarlamalar yapmıştır. Katar-Yemen davasında UAD, şayet denizden inci (pearl) çıkarma uğraşının artık sona ermiş olması nedeni ile bu unsuru dikkate almamıştır ama şayet sona ermemiş olsaydı dikkate alınması gereken bir unsur olacağını da belirtmiştir.
Ancak, ülkelerin birbirlerine göre nispi ekonomik gelişmişlik seviyeleri sınırlandırmada dikkate alınan bir unsur değildir. Yargı kararlarında bu gibi unsurların zamanla değişken ve oldukça göreceli kavramlar oldukları vurgulanmıştır.[66] Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, adaların dikkate alındığı durumlarda, bu adaların ekonomik ve sosyal durumları, denize bağımlılıkları, adaların sınırlandırmadaki etkilerinin belirlenmesinde önemli yer tutmaktadır.
Son olarak, bölgedeki mevcut veya muhtemel sınırlar da, iki devlet arasındaki sınırlandırmayı etkileyen faktörlerdendir. Örneğin, Tunus-Libya davsında, UAD, taraflarla üçüncü devletler arasındaki sınırlandırma durumlarını da dikkate almıştır.[67] Yine bu davada ve Eritre-Yemen davasında, tarafların balıkçılık veya petrol arama ruhsatı alanları gibi daha önceden başka nedenlerle belirledikleri sınırlar da dikkate alınmıştır.
Deniz savunma ve güvenlik unsurların, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge kavramları ile ilgilerinin azlığı nedeni ile sınırlandırmada, sınır çizgisini şu yada bu biçimde değiştirecek bir etkiye sahip olmayacakları yargı kararlarında belirtilmiştir. Kuzey Denizi davalarında UAD, bu faktörlerin sınırlandırma çizgisini etkileyen değil ancak desteklen yada güçlendiren unsurlar olacağını belirtmiştir.[68] Libya-Malta davsında da Divan, bu unsurların sınırlandırmaya tamamen alakasız olmadığını belirtmesine rağmen bunların sınırı etkileyen unsurlar olabileceğinden bahsetmemiştir.[69] Gine-Gine-Bissau davasında Mahkeme, bu unsurları, yukarıdaki faktörler çerçevesinde vardığı sonucu destekleyici unsurlar olarak değerlendirmiştir.[70] İngiltere-Fransa davasında Mahkeme, bu unsurların sınırlandırmaya negatif yada pozitif bir etkisi olmayacağını belirtmiştir.[71]
2.4. “Oransallık” ve “Projeksiyon” Prensipleri
Şu ana kadar üzerinde durulan prensipler, sınırlandırmanın belirli bir hukuksal çerçeve içerisinde yapıldığını ve bu çerçeveye göre coğrafi unsurların sınırlandırma çizgisini temel olarak belirlediğini, belirli bazı ilgili faktörlerin ise, hakkaniyet sağlanması açısından bu sınır üzerinde kısmi etkiler sağladıklarını ortaya koymuştur. Ayrıca, coğrafya kavramından özellikle anakara coğrafyasının anlaşılması gerektiğinin yargı kararlarında açıkça ortaya konduğu da belirtilmiştir. Ancak, bu kukusal çerçeve içerisinde bazı faktörlerin birbirine oranla sınırlandırma üzerindeki etkilerinin ne olacağı, ve ayrıca hakkaniyeti bozmadan ne dereceye kadar etkili olacakları net bir biçimde belirlenmiş değildir.
Yargı kararlarında bu konuları düzenleyen bazı prensipler ortaya konmuştur. Bu prensiplerden birincisi “oransallık prensibi” (proportionality) dir. Bu prensibe göre, sınırlandırma sonuç itibarıyla iki devletin kıyı uzunlukları arasındaki oran ile bu ülkelere verilen kıta sahanlıkları ve/veya münhasır ekonomik bölge alanları arasındaki oranın birbirine yakın olması gerekir. Dolayısı ile oransallık, yukarıdaki çerçeve ile sonuçlanan sınırlandırmanın hakkaniyete uygunluğunu test eden bir nihai kontrol prensibi işlevi görmektedir. Sonuç itibariyle bir faktör, kıyı uzunlukları arasındaki oranın sınırlandırmaya yansımasını önemli ölçüde değiştirecek bir etkiye sahip olamayacaktır. Olduğu taktirde, o sınırlandırma çerçevesinde hakkaniyeti sağlayan bir metot olarak değerlendirilmemelidir.[72] Sınırlandırmada anakara coğrafyasının üstünlüğü hatırlanırsa, bunun oldukça mantıki bir prensip olduğu kabul edilmelidir.
Benzeri nitelikteki bir başka prensip ise “kapatmama” (non-encroachment) prensibidir. Özellikle kıta sahanlığı genişliğinin tespitinde mesafe unsurunun kabul edilmesiyle birlikte, sınırlandırma çizgisinin, her ülkeye, kıyılarına yakın alanları bırakmasını sağlaması gerektiği kabul edilmişidir. Yani bir ülkenin yakındaki deniz alanını bir başka ülkeye vermekle sonuçlanan bir sınırlandırma metodunun hakkaniyete aykırı olduğu vurgulanmıştır.[73] Örneğin Kanada-Fransa davasında, Mahkeme, Fransız adalarına güneydoğu yönünde uzanacak bir deniz alanı vermemiştir. Gerekçe olarak ta bu durumun, Kanada kıyılarının denize alanlarını keseceğini (cut-off) göstermiştir.[74]
Fakat, yinede belirtmek gerekir ki, hem oransallık hem de kapatmama prensipleri mutlak bir biçimde uygulanmamaktadır. Zira, sınırlandırma çizgisi, sadece anakara kıyı uzunluklarını tam yansıtan bir çizgi olsaydı diğer ilgili faktörlere bir rol tanınmamış olacak ve hakkaniyet sağlanamamış olacaktı. Veya, bir anakaranın deniz alanını ne pahasına olursa olsun kesmeme durumu, sonuçta o bölgenin şartları bütün olarak değerlendirildiğinde hakkaniyete aykırı sonuç doğurabilecektir. Bu nedenlerle, bu prensipleri, adalara verilecek etki de dahil olmak üzere, belirtilen ilgili faktörlere ne dereceye kadar etki tanınacağını belirleyen “genel nitelikli” prensipler olarak değerlendirmek gerekmektedir.
3. Ege Denizi’ne Yansımalar
Deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası yargı kararlarını, sınırlandırmayı düzenleyen genel prensiplerin yorumu ve somut durumlara uygulanması açısından değerlendiren incelememizden Ege denizindeki kıta sahanlığına ilişkin önemli sonuçlar çıkmaktadır.
Öncelikle, sınırlandırmada eşit uzaklık prensibi değil hakkaniyet prensiplerinin uygulanması zorunlu olduğuna göre, Ege Denizindeki sınırlandırma, ister ikili antlaşma ile olsun veya bir uluslararası mahkeme vasıtası ile yapılsın,[75] hakkaniyet prensipleri çerçevesinde ve hakkaniyete uygun bir çözüm sağlamak temelinde yapılmalıdır. Dolayısı ile, özellikle 1970’lerde Yunanistan’ın eşit uzaklık prensibine yaptığı vurgu günümüzde hukuksal olarak bir geçerliliğe sahip gözükmemektedir.
İkinci olarak, hakkaniyet prensiplerinin temel olarak anakara coğrafyasına üstünlük tanıdığından hareketle, Ege Denizinde, öncelikle ve temel olarak dikkate alınması gereken unsurların adalar değil, anakaraların coğrafi özellikleri olduğu açıktır. Bu coğrafi özelliklerin başında da iki ülkenin kıyı uzunlukları ve kıyı yapısı gelmektedir. Ege’de iki ülke kıyı uzunlukları, adalar hariç tutulduğunda dengeli gözükmektedir.[76] Kıyı coğrafyası özellikleri açısından her iki ülke de önemli sayılacak girinti ve çıkıntılara sahipse de bunlar dengeli ve karşılıklı gözükmektedir.[77] Dolayısı ile, Yunanistan’ın adaların kıta sahanlığına sahip olma hakları ile sınırlandırmadaki rolleri arasında bir ayrım yapmadan, Ege de sınırlandırmanın adalar ve Türkiye ülkesi arasında eşit uzaklık çizgisi olması gerektiği iddiası hem hukuksal dolayısı ile hem de fiziki verilere ters düşmektedir.
Öte yandan, hem oransallık hem de kapatmama prensipleri de, özellikle Doğu Ege’deki Yunan adalarının kıt sahanlığına sahip olmamalarını gerektirmektedir. Mevcut 6 mil karasuları genişliği durumunda, bu adaların karasuları sebebi ile Yunanistan zaten Ege Denizinin Türkiye ye oranla önemli bir oranını elinde bulundurmaktadır.[78] Birde özellikle Doğu Ege adalarının kıta sahanlıklarına sahip olmaları kabul edilirse, Türkiye’nin fiilen kıta sahanlığına sahip olama imkanı ortadan kalkacaktır. Bu da Türkiye’nin kıyı uzunluğu ile elde edeceği deniz alanı arasında hakkaniyete açıkça ters bir orantısızlık yaratacaktır. Oysa, bu adalar ihmal edildiğinde dahi, adaların karasuları nedeni Yunanistan yine de Ege Denizi’nin büyük bir oranını elinde bulunduracaktır.[79] Adalara kıta sahanlığı verilmesi durumu kapatmama prensibine de açıkça ters düşecektir. Zira, Türkiye kıyılarının önü tamamen kapatılacak ve kendisine yakın deniz alanları bir başka ülkeye verilmiş olacaktır.
Bu prensipler çerçevesinde, benzeri etkiler doğuran Batı Ege adalarının önemli bir kısmı da dahil olmak üzere Ege adalarının büyük çoğunluğuna ya hiç kıta sahanlığı verilmemeli yada sınırlı bir kıta sahanlığı alanı verilmelidir. Bu çerçevede, bu gün Yunanistan’ın üzerinde en fazla durduğu iddia olan adaların da kıta sahanlığına sahip olma hakları ve anakaralarla eşit değerlendirilmeleri, uluslararası yargı kararlarında açıkça reddedilmektedir.
Ege Denizinin deniz tabanına ilişkin jeolojik ve jeomorfolojik verilerin sınırlandırma da çok önemli bir rol oynamayacakları da açık olmalıdır. Zira artık bu unsurların öneminin azaldığı yargı kararlarında vurgulanmıştır. Üstelik Ege gibi genişliği toplam 400 mili aşamayan denizlerde bu unsurların sınırlandırmadaki rolü daha da kısıtlıdır. Dolayısı ile 1970’lerdeki Türk görüşlerinde bu yöndeki vurgunun değerinin bu gün için hukuksal olarak önemli oranda azaldığı söylenebilir.
Ege Denizi’nde sınırlandırmayı etkileyecek ikincil nitelikli unsurlar doğal kaynaklar olarak karşımıza çıkacaktır.[80] Zira yukarda belirtildiği gibi, bu unsurların sınırlandırmadaki önemi yargı kararlarında sıkça vurgulanmıştır. Fakat bu konuda, Ege Denizi’ne ilişkin olarak önemli bir bilgi eksikliğinden söz etmek mümkündür. Mevcut balık stoku ve maden ve petrol rezervleri oldukça sınırlı gözükmektedir. Uzun süredir her iki tarafta, karşılıklı bir tutum ile Ege Denizi’nde doğal kaynak arama faaliyetleri gerçekleştirmemektedirler. Bu nedenle muhtemel kaynaklar üzerine elde edilen bilgiler sınırlı kalmaktadır. Herhangi bir sınırlandırma sürecinden önce Ege’de bu konuda detaylı çalışma yapma gereği açıkça ortadadır.
Bu değerlendirmeler ışığında belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin Ege kıta sahanlığı sınırlandırmasına hukuksal yaklaşımları, deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin Uluslararası Hukuk kuralları ve bunların uluslararası mahkemelerce yorumlanıp uygulanış şekline uyumlu gözükmektedir. Özellikle belirtilmelidir ki, Yunanistan’ın, sınırlandırmanın Doğu Ege adaları ile Türkiye arasında eşit uzaklık çizgisi ile yapılması iddiası, hakkaniyet prensiplerine ve bu prensiplerin sınırlandırmaya ilişkin yargı kararlarında uygulanışına temelde aykırı gözükmektedir.
Yrd. Doç. Dr Yücel ACER:
Onsekiz Mart Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
Uluslararası İlişkiler Bölümü, Çanakkale & USAK Deniz ve Su Hukuku Araştırmaları Merkezi Müdürü
--------------------------------------------------------------------------------
[1] O’CONNELL, D.P., 1982, The International Law of the Sea, vol. I, Oxford: Clarendon Press, s. 470; MOUTON, H. W., 1952, The Continental Shelf. The Hague: Clarendon, p. 49.
[2]Bakınız, Resmi Gazete, 1 Kasım 1973.
[3] Karar no. 7/8594. Resmi Gazete, 18 Haziran 1974.
[4] Yunanistan’ın ilgili notasında ismen belirtilen adalar şunlardır: Samothrace, Limnos, Aghios Eustaritos, Lesvos, Chios, Psara, and Antipsara. Note Verbale, 7 Şubat 1974, içinde The Aegean Sea Continental Shelf Case, Pleadings, s. 21-22.
[5] The Aegean Sea Continental Shelf Case. (Greece v. Turkey). Judgment of 19 December 1978. ICJ Reports, 1978, s. 3. Kararın ayrıntılı incelemesi için, bakınız, GROSS, L., 1977, “The Dispute Between Greece and Turkey Concerning the Continental Shelf in the Aegean”. American Journal of International Law, vol. 71, s. 31-59.
[6] Bakınız, ACER, Y., 2001, “Ege’de Diyalogla Çözüm Yakın mı?” Liberal Düşünce, Sayı 23, s. 145-163.
[7] Paragrafın İngilizce metni şu şekildedir: “In the absence of agreement, and unless another boundary line is justified by special circumstances, the boundary is the median line, every point of which is equidistant from the nearest points of the baselines from which the breadth of the territorial sea of each State is measured.”
[8] Kuzey Denizi davaları, par. 57.
[9] Örnegin bakınız, Yunanistan’ın BM Üçüncü Deniz Hukuku Konferansındaki iddialrı. Doc. A/CONF.62/C.2/L.25, Off. Rec., III, s. 202. Ayrıca bakınız, Yunanistan’ın Açıklaması, UNCLOS III. Off. Rec., I, par. 27, s. 129.
[10] Kuzey Denizi davaları, par. 37-59.
[11] İddialar için, bakınız, Bern görüşmelerinde Türkiye temsilcisi Büyükelçi Suat Bilge’nin Açıklamaları. Bern, 31 Ocak 1976, içinde The Aegean Sea Continental Shelf Case, Pleadings, s. 167-168;
[12]Türkiye’nin sonuç itibarıyla bu çizgiyi savunduğu, 1970’li yıllarda TPOA ya verilen araştırma izinlerinin gösterildiği haritadan açıkça anlaşılmaktadır. Harita için bakınız, ARVANITOPOULOS, C. and SYRIGOS, A., 1988, The International Legal Status of the Aegean Sea, Athens: Ministry of Press and Mass Media, Secretariat General of Information.
[13] Sınırlandırmaya ilişkin uluslararası sözleşme maddeleri: 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, Madde 6; 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, Madde 74 ve 83.
[14] Bunlar: Territorial and Maritime Dispute (Nicaragua v. Colombia), (2001-); Maritime Delimitation between Nicaragua and Honduras in the Caribbean Sea (Nicaragua v. Honduras), (1999-); Land and Maritime Boundary between Cameroon and Nigeria (Cameroon v. Nigeria), (1994-).
[15] The North Sea Continental Shelf Cases. (Federal Republic of Germany v. Denmark; Federal Republic of Germany v. Netherlands). Judgment of 20 February 1969, ICJ Reports, 1969, p. 2. Karar üzerine bir inceleme için, bakınız, BROWN, E.D.,1970, “The North Sea Continental Shelf Cases”. Current Legal Problems, vol. 23, pp. 187-215; JENNINGS, R.Y., 1969, “The Limits of Continental Shelf Jurisdiction: Some Possible Implications of the North Sea Cases Judgment”. International and Comparative Law Quarterly, vol. 18, s. 819-832
[16] The Arbitration Between the United Kingdom of Great Britain and the Northern Ireland and the French Republic on the Delimitation of the Continental Shelf, (the United Kingdom v. the Republic of France). Decision of the Court of Arbitration, 30 June 1977. NORDQUIST, M., LAY, S.H., and SIMMONDS. K.R. (eds), 1980, New Trends in the Law of the Sea, Documents, vol. VIII, London: Oceana Publications, s. 283. Ayrıca bakınız, COLSON. D.A., 1978, “The United Kingdom-France Continental Shelf Arbitration”. American Journal of International Law, vol. 72, s. 95-112.
[17] The Case Concerning the Continental Shelf, (Tunisia v. Libyan Arab Jamahiria). Judgment of 24 February 1982 ICJ Reports, 1982, p. 18. Arıntılı bir inceleme için, bakınız, HERMAN, L.L., 1984,“The Court Giveth and the Court Taketh Away: An Analysis of the Tunisia-Libya Continental Shelf Case”. International and Comparative Law Quarterly, vol. 33, s. 825-858; FELDMAN, M.B., 1983,“The Tunisia-Libya Continental Shelf Case: Geographical Justice or Judicial Compromise?”. American Journal of International Law, vol. 77, s. 219-238.
[18] The Case Concerning Delimitation of the Maritime Boundary in the Gulf of Maine (Canada v. United States of America). Judgment of 12 October 1984. ICJ Reports 1984, p. 246. Detaylı bir inceleme için, bakınız, SCHNEIDER, J., 1985, “The Gulf of Maine Case: The Nature of an Equitable Result”. American Journal of International Law, vol. 79, s. 539-577.
[19] The Case Concerning the Continental Shelf, (Libyan Arab Jamahiria v. Malta). Judgment of 3 June 1985. ICJ Reports, 1985, p. 13.
[20] The Guinea -Guinea Bissau Maritime Delimitation Case. Judgment of 14 February 1985. International Law Reports, vol. 77, 1988, s. 636.
[21] The Case Concerning the Delimitation of Maritime Areas Between Canada and the French Republic. (Canada v. the French Republic). Arbitration Decision, 10 June 1992. 31 ILM, (1992), p. 1145. Ayrıntılı inceleme için, bakınız, HIGHET, K., 1993, “Delimitation of the Maritime Areas between Canada and France”. American Journal of International Law, vol. 87, s. 452-464.
[22] The Case Concerning Maritime Delimitation in the Area Between Greenland and Jan Mayen. (Denmark v. Norway). Judgment of 14 June 1993, ICJ Rep., 1993, p. 38. Ayrıca bakınız, EVANS, M.D., 1994, “Case Concerning Maritime Delimitation in the Area Between Greenland and Jan Mayen (Denmark v. Norway)” International and Comparative Law Quarterly, vol. 43, s. 697-705; J. CHARNEY, I., 1994, “Maritime Delimitation in the Area between Greenland and Jan Mayen”. American Journal of International Law, vol. 88, s. 105-109.
[23] The Arbitration between Yemen and Eritrea. Second Phase: The Maritime Delimitation. The Award of 17 December 1999 of the
Arbitration Court
Established by Yemen and Eritrea. (Karar metni: http://www.pca-cpa.or/ER-YEMain.htm (16.05.00).
[24] Maritime Delimitation and Territorial Questions Between Qatar and Bahrain (Qatar v. Bahrain) Judgment of 16 March 2001. Bu davada çözüm bekleyen sorunlar Hawar adaları ve Dibal ve Qit’at Jaradah kayalıklarının hangi devlete ait olduğunun saptanması ve iki devlet arasında kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge dahil deniz alanlarının sınırlandırılmasıdır.
[25]Mahkeme vurgulamıştır ki, Uluslararası Hukuk Komisyonu, eşit uzaklık prensibini yapılageliş değeri kazanmış olarak değerlendirmemiştir. Kuzey Denizi davaları, par. 49-53.
[26] İngiltere-Fransa davası, par. 70. Ayrıca bakınız, Tunus-Libya davası, par. 109.
[27] Kuzey Denizi davaları, par. 57. Ayrıca bakınız, par. 50, 51, 83.
[28] Mahkeme kararında bunu şu şekilde ifade etmiştir: “The delimitation is to be affected by agreement in accordance with equitable principles, and taking account of all the relevant circumstances”, par. 101©.
[29]Maine Körfezi davası, par. 112.
[30]Libya-Malta davası, par. 45. Ayrıca bakınız, İngiltere-Fransa davası, par. 83; Tunus-Libya davası, par. 70; Jan Mayen davası, par. 54; Kanada-Fransa davası, par. 70. Bu gün yürürlükteki en kapsamlı Deniz Hukuku sözleşmesi olan 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 83. Maddesi, kıyıları karşıt yada bitişik olan devletler arasında sınırlandırma Uluslararası Hukuk temelinde “hakkani bir çözüme ulaşmak maksadı ile yapılır” demektedir.
[31]Libya-Malta davası, par. 46; Maine Körfezi davası, par. 88; Eritre-Yemen davası, par. 103.
[32]Kuzey Denizi davaları, par. 91.
[33] İngiltere-Fransa davası, par. 96.
[34] Tunus-Libya davası, par. 73.
[35] Libya Malta davası, par. 47.
[36] Kanda-Fransa davasında, par. 24.
[37] Jan Mayen davası, par. 51-53.
[38]Katar-Bahreyn davası, par. 185.
[39]Aşağıda değinilecek “oransallık prensibi” bunu açıkça ifade etmektedir. İnfra, 2.4.
[40]Kuzey Denizi davaları, par. 57, 98.
[41]Katar-Bahreyn davası, par. 247.
[42] İngiltere-Fransa davası ile Ege kıta sahanlığı sorunu arasında bir karşılaştırma için, bakınız, ACER, Y. “İngiltere-Fransa Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Davası: Ege Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Uyuşmazlığına Yansımalar.” içinde LAÇİNER, S., 2001, Bir Başka Açıdan İngiltere. Ankara: ASSAM, s. 285-321.
[43]Libya-Malta davası, par. 51, 63, 65.
[44]Jan Mayen davası, par. 42-44, 49-51, 59, 64.
[45]Maine Körfezi davası, par. 188, 205.
[46]Katar-Bahreyn davası, par. 231.
[47]Eritre-Yemen davası, par. 139-164.
[48] Örneğin, Tunus-Libya davası, par. 81; Gine-Gine Bissau davası, par. 112. Bu konuda değerlendirmeler içini bakınız, CHARNEY, J.I., 1994, “Progress in International Maritime Boundary Delimitation Law”, American Journal of International Law, vol. 88, s. 245; HERMAN, L.L., 1984, “The Court Giveth and the Court Taketh Away: an Analysis of the Tunisia-Libya Continental Shelf Case”, International and Comparative Law Quarterly, vol. 33, s. 835.
[49] Kuzey Denizi davaları, par. 93.
[50] Örneğin, Libya-Malta davası, par. 48.
[51]Tunus-Libya davası, par. 128.
[52]Gine-Gine Bissau davası, par. 244.
[53]Eritre-Yemen davası, par. 148.
[54]Tunus-Libya davası, par. 79.
[55]İngiltere-Fransa davası, par. 243.
[56] İbid., par. 183, 187, 192.
[57] İbid., par. 184.
[58]Katar-Bahreyn davası, par. 219.
[59]Mahkeme şu ifadeyi kullanmıştır: “sınırlandırma, hakkaniyet prensipleri doğrultusunda bir antlaşma ile bütün ilgili faktörleri dikkate alarak ve mümkün olduğunca her iki tarafın kara ülkelerinin denize ve deniz altına doğal uzantısını oluşturan kıta sahanlığının bütün kesimlerinin her bir ülkeye bırakılmasının sağlayacak şekilde yapılmalıdır”. (Yazar tarafından İngilizce orijinal metninden çevrilmiştir), par. 101.
[60]Kanada-Fransa davası, par. 47.
[61]Tunus-Libya davası, par. 98.
[62]Libya-Malta davası, par. 61.
[63] Bakınız, Kanada-Fransa davası, par. 47; Gine-Gine Bissau davası, par, 116.
[64] Kanada-Fransa davası, par. 84; Jan Mayen davası, par. 73, 74.
[65]Eritire-Yemen davası, par. 74. Ayrıca, par. 62, 63.
[66] Tunus-Libya davası, par. 106; Libya-Malta davası, par. 50; Jan Mayen davası, par. 73, 76.
[67]Tunus-Libya davsı, par. 96, 117.
[68]Kuzey Denizi davaları, par. 188.
[69]Libya-Malta davası, par. 51.
[70]Gine-Gine-Bissau davası, par. 124.
[71] İngiltere-Fransa davası, par. 188. Bu konuda bir değerlendirme için bakınız, COLSON, D.A., 1978, “The United Kingdom-France Continental Shelf Arbitration”, American Journal of International Law, vol. 72, s. 103.
[72] Örneğin, İngiltere-Fransa davası, par. 182.
[73] Örneğin, Maine Körfezi davası, par. 92, 98.
[74]Kanada-Fransa davası, par. 70.
[75] Bu konuda bir inceleme için, bakınız, GÜNDÜZ, A. “A Tentative Proposal for Dealing with the Aegean Disputes” içinde , ÖZTÜRK, B. (ed.) 2000, The Aegean Sea 2000. İstanbul: Turkish Marine Research Foundation, s. 165-169.
[76]Şayet adaların kıyı uzunlukları dikkate alınmazsa, Türkiye Ege’de 2,800 km civarında bir kıyı uzunluğuna sahipken, Yunanistan 2,400 km civarında bir kıyı uzunluğun sahiptir. Adlar dahil olduğunda Türkiye’ye ilişkin rakam önemli bir değişiklik göstermezken Yunanistan’ın Ege deki kıyı uzunluğu yaklaşık 10,000 km civarına çıkmaktadır. Statistical Yearbook of Greece, 1996, s. 27-28, 41; Türkiye İstatistik Yıllığı, 1996, s. 4.
[77] Örneğin, İzmir Yarımadası denize doğru uzanırken, Yunanistan’ın karşı kıyıları içe doğru girinti yapmaktadır. Veya, Güney Ege’de her iki ülkenin kıyıları da neredeyse aynı çizgi üzerinde aksi istikamette yön değiştirmektedirler.
[78] Bu oranlar şu şekildedir: Türkiye %7.5; Yunanistan %43.5; Açık Denizler %49. Ege karasuları sorunu üzerine bir inceleme için, bakınız, TOLUNER, S. “Some Reflections on the Interrelation of the Aegean Sea Disputes” içinde ÖZTÜRK, B., a.g.e., s. 121-138.
[79] Bu konuda benzeri yorumlar için, Van DYKE, J.M. “Maritime Delimitation in the Aegean Sea” içinde ÖZTÜRK, B., a.g.e., s.165-169.
[80]Buna ilişkin bir inceleme için, bakınız, OXMAN, H.B. “Applying the law of the Sea in the Aegean Sea” içinde ÖZTÜRK, B. (ed.), 2001, Problems of Regional Seas 2001. İstanbul: TÜDAV, s. 270-271.
-----------------------------
kaynak:efrasyap.org
Yücel ACER
Her ne kadar hukuksal anlamda “kıta sahanlığı” kavramı, 1940’lı yıllardaki gelişmeler ve özellikle de 1945 yılında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Truman tarafından yayımlanan bildiri ile ortaya çıkmış ve 1950’li yıllarda Uluslararası Hukuk’un bir parçası olarak değerlendirilmeye başlanmış olsa da,[1] Ege Denizi kıta sahanlığı alanlarının Türkiye ve Yunanistan arasında sınırlandırılmasına ilişkin sorunun ortaya çıkması 1970’li yılların başını bulmuştur. Sorunun gün yüzüne çıkışının görünen nedeni, Türkiye’nin, Kasım 1973’te Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na, Ege Denizi’nin doğusundaki bazı bölgeleri kapsayan 27 adet petrol arama ruhsatı vermesi[2] ve 1974 yılı içerisinde de yeni ruhsatlar vermeye devam etmesidir.[3]
Temel olarak Yunanistan, Türkiye’nin araştırmalar yapacağını bildirdiği bölgelerden bir kısmının, bölgedeki Yunan adalarının[4] kıta sahanlıkları olduğunu ve bu nedenle bu girişimin Uluslararası Hukuka aykırı olduğunu bildirerek itiraz etmiştir. Hatta, Yunanistan daha da ileri giderek sorunu, 19 Ağustos 1976 tarihinde tek taraflı bir başvuru ile Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) önüne getirmiş fakat Divan, yetkisizlik gerekçesiyle davayı reddetmiştir.[5]
Aradan geçen yaklaşık otuz yıla rağmen soruna bir çözüm bulunması mümkün olamamıştır. Doğaldır ki, çözümsüzlüğün bu derece uzun sürmesinin temel nitelikli bazı sebepleri mevcuttur. Bunlardan ilki, iki ülke arasındaki ilişkilerin niteliği ile ilişkilendirilebilir. İki ulus ve bunun bir yansıması olarak iki devlet arasındaki ilişkilerin, özellikle tarihi kimi olaylardan kaynaklanan bir güvensizlik ve hatta husumete dayandığı ve bu unsurun, iki ülke arasındaki sorunların kolaylıkla çözüme kavuşturulmasını engellediği söylenebilir. Zira, iki taraf, bu güvensizlik ortamında ya hiç görüşme masasına oturmamakta, veya görüşmelere başlansa dahi herhangi bir taviz verme eğilimi göstermemektedirler.
Çözümsüzlüğün ikinci temel nedeni ise, iki tarafın, kıta sahanlığı sınırlandırma sorunu da dahil olmak üzere mevcut temel sorunlar üzerinde birbirlerininkine çok uzak nitelikte iddialara ve hukuksal görüşlere sahip olmalarıdır. Bu güne kadarki çözüm girişimlerinde, iki tarafın temel iddiaları ve görüşleri arasındaki bu uçurumu kapatmak mümkün olamamıştır.
Birinci etmenin giderilmesi daha çok siyasi nitelikli gelişmelere bağlı gözükürken, ikincisinin ortadan kaldırılması ise daha ziyade ilgili Uluslararası Hukuk kurallarının gerçekte ne olduğu ve nasıl uygulandığının ortaya konmasına bağlı gözükmektedir. Her ne kadar uluslararası mahkeme kararları Uluslararası Hukukun bağlayıcı kurallarının doğduğu bir kaynağı oluşturmasa da, deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin oluşmuş genel nitelikli bağlayıcı hukuk prensipleri, uluslararası mahkeme kararlarınca uygulanmış ve büyük oranda açıklığa kavuşturulmuş. Dolayısı ile, tarafların iddialarının somut olarak değerlendirilmesi temelde UAD’nın ve kimi ad hoc nitelikli hakemlik mahkemelerinin günümüze kadar sonuçlandırılmış oldukları deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin yargı kararlarına başvurmayı gerektirmektedir.
Çalışmamızda öncelikle, sorun üzerinde iki tarafın temel hukuksal iddiaları ortaya konacak ve daha sonra günümüze kadarki yargı kararları ışığında ortaya çıkan somut sınırlandırma prensipleri tespit edilecektir. Sonuç olarak bu prensipler ışığında tarafların iddialarının hukuksal geçerliliği genel bir biçimde değerlendirilebilecektir. Ege kıta sahanlığı sorununun hukuksal temelde çözüm ihtimalinin özellikle son gelişmeler çerçevesinde arttığı hatırlanırsa[6] bu çalışmanın, sorunun uluslararası yargı kararları temelinde hukuki açıdan bütüncül değerlendirilmesi ihtiyacına cevap vermeye yönelik olduğu açıktır.
1. Tarafların Hukuksal İddiaları
1.1. Yunanistan’ın Hukuksal İddiaları
Sorunun ilk ortaya çıktığı yıllarda, her iki tarafta, kendi iddialarını desteklemek için bazı hukuksal prensiplere dayanma yolunu seçmişlerdir. Çok genel olarak belirtildiğinde Yunanistan, 1958 yılında imzalanmış olan Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesinde kabul edilmiş olan kıta sahanlığına ve bu alanların sınırlandırılmasına ilişkin maddelere dayanmıştır.
Sözleşmenin 1nci Maddesinin 1, b paragrafına göre kıta sahanlığı kavramının hangi alanları kapsadığı şu şekilde ifade edilmiştir:
“Söz konusu maddeler açısından ‘kıta sahanlığı’ kavramı şu alanları ifade eder; a) kıyıya bitişik denizin tabanı yada altındaki fakat karasularının dışındaki, 200 metre derinliğe kadar yada bunun ötesinde belirtilen alanın doğal kaynaklarının işletilebildiği derinlik çizgisine kadar uzanan alanlar; b) adaların kıyılarına bitişik benzeri alanların deniz yatağı ve onun toprak altındaki kısmı”.
Dolayısı ile Yunanistan’a göre, adalarında kıta sahanlığı mevcuttu ve bu nedenle kıta sahanlığı sınırlandırması esnasında adalar da, kıta ülkesi ile eşit statüde kıta sahanlığına sahip olmalıydılar. Yunanistan, sınırlandırma çizgisinin tam olarak nasıl belirleneceği konusunda da öncelikle Sözleşmenin sınırlandırmaya ilişkin olan 6ncı Maddesinin 2nci paragrafına dayanıyor gözükmüştür. Maddeye göre:
“Herhangi bir antlaşma olmadığı durumlarda veya özel durumlarca başka bir sınırlandırma çizgisi haklı gösterilmedikçe, sınırlandırma çizgisi, bütün noktaları her bir devletin karasularının ölçümünde esas teşkil eden kıyı çizgisine eşit uzaklıkta olan eşit uzaklık çizgisidir.”[7]
Bu maddeye dayanarak Yunanistan, Doğu Ege’deki Yunan adaları ile Türkiye arasındaki kıta sahanlığı çizgisinin eşit uzaklık çizgisi olarak belirlenmesi gerektiğini iddia etmiştir. Zira Yunanistan’a göre, 6. Maddede belirtilen “özel durumlar” (special circumstances) Ege Denizinde mevcut değildir.
Yunanistan, adları ile Türkiye ülkesi arasındaki kıta sahanlığı çizgisinin eşit uzaklık çizgisi olması gerektiği iddiasını desteklemek için, 1969 yılında UAD’nın Kuzey Denizi davalarındaki kararına da dayanmıştır. Mahkeme, kararının ilgili kısımlarında, eşit uzaklık çizgisinin karşıt kıyılar arasındaki kıta sahanlığı sınırlandırmasında çoğu kez uygulanan yöntem olması gerektiğini belirtmişti.[8]
Yukarıda belirtilen Yunan iddialarının, 1970’li yıllardan beri değişmeden günümüze kadar devem ettiği belirtilmelidir. Türkiye’nin aşağıda belirtilecek iddiaları karşısında Yunanistan’ın özellikle vurguladığı nokta, Ege Denizi’nde adaların varlığı veya bu adaların çoğunun taraflardan birine ait olmasının veya Ege Denizi’nin yarı kapalı bir deniz olmasının, 1958 Sözleşmesi’nin 6ncı maddesindeki “özel şartlar” kapsamına girmediği ve dolayısı ile sınırın ortay hat olması gerektiğidir.[9] Bu vurgunun önemli olduğunu belirtmek gerekir. Zira, gelişen sınırlandırma hukuku sonuç itibarı ile sınırlandırmanın ilgili şartlar çerçevesinde hakkaniyete uygun sonuç doğurması gerektiğini kabul ediyor olması karşısında, Yunanistan, Ege’deki şartların, ortay hat dışında bir sınırlandırmayı gerektirmediğini savunmaktadır. Bir başka deyişle Yunanistan’a göre adalarla Türkiye ülkesi arasındaki ortay hat sınırı, hakkaniyete uygun sınırlandırma olarak kabul edilmelidir.
1.2. Türkiye’nin Hukuksal İddiaları
Sorunun 1970’li yıllarda ortaya çıktığı ilk aşamalarda Türkiye’nin temel hukuksal iddiası, Doğu Ege’deki Yunan adalarının tümünün, Türkiye’nin doğal kıta sahanlığı uzantısı veya yaygın tabiri ile doğal uzantısı üzerinde bulunduğu ve bu nedenle hiçbir kıta sahanlığına sahip olamayacakları idi. Bu iddianın temelini ise, UAD’nın 1969 yılı Kuzey Denizi davaları kararında, “doğal uzantı” kavramına yaptığı vurgudur. Bu davada, Danimarka ve Hollanda, Almanya karşısında, her devletin kıta sahanlığı alanlarının kendisine yakın alanları kapsaması gerektiği iddiasına başvurmuşlardır. Yani, hiçbir devlet, başka bir ülkenin kıyısına daha yakın olan bir alanı kıta sahanlığı olarak elde edememelidir. İddia edilen bu “yakınlık” (proximity) prensibi karşında UAD, doğal uzantı kavramını vurgulamış ve asıl olanın yakınlıktan ziyade her devletin kendi doğal uzantısına kıta sahanlığı olarak sahip olması gerektiğini belirtmiştir.[10] Türkiye, daha sonraki yıllarda, kıta sahanlığı davalarındaki trende uygun olarak, doğal uzantı prensibi üzerine yaptığı vurguyu azaltmış ve daha çok “hakkaniyet prensipleri” ve “hakkaniyete uygun çözüm” üzerinde vurgu yapmaya başlamıştır.
Bu yıllarda da ortay konduğu gibi Türkiye’nin bir diğer temel iddiası, kıta sahanlığı sınırlandırmasında asıl olan şeyin sonuçta, hakkaniyet prensipleri ışığında bölgenin bütün ilgili özelliklerinin dikkate alınarak “hakkaniyete uygun” bir sonucun bulunması olduğudur. Bu çerçevede Türkiye belirtmektedir ki, adalarını kıta sahanlığı hakkına sahip olması, bu adaların sınırlandırma esnasında kıta sahanlığı hakkına sahip olacakları anlamına gelmemektedir. Zira bu adalara kıta sahanlığı verilmesi, hakkaniyete uygun olmayan bir sonuç yaratıyorsa, söz konusu adalar tümden ihmal edilebilirler.
Ege’de hakkaniyete uygun çözümle ilgili olarak Türkiye, ülkesine yakın Yunan adalarının varlığının ve Ege’nin kendine has diğer özelliklerinin dikkate alınması gerektiğini ve hakkaniyet prensipleri çerçevesinde bu adalara kıta sahanlığı verilmemesi gerektiğini savunmaktadır. Dikkate alınması gereken özellikler arasında Anadolu’nun doğal uzantısı, iki ülke arsında Lozan Antlaşmaları ile kurulmuş denge, Ege Denizi’nin nispeten dar bir deniz olması ve Türkiye’nin kıyı uzunluğu gibi faktörler belirtilmektedir.[11] Sonuç itibarıyla Türkiye, Ege’de kıta sahanlığı sınırlandırma çizgisinin yaklaşık olarak Ege’nin ortasından geçen bir çizgi olması gerektiğini savunmaktadır.[12]
2. İddiaların Yargı Kararları Işığında Değerlendirilmesi
Uluslararası Hukuk çerçevesinde, hem antlaşmalar hukuku hem de teamül hukuk olarak ortaya çıkmış bazı temel nitelikli sınırlandırma prensipleri mevcuttur.[13] Aşağıda belirtilecek bu prensipler, oldukça genel ve soyut niteliktedirler. Bu nedenle, bu prensiplerin herhangi bir sınırlandırma anlaşmazlığında nasıl uygulandığının tespiti günümüze kadar daha çok UAD’na ve bu maksatla kurulmuş ad hoc hakemlik mahkemelerine düşmüştür. Günümüze kadar, doğrudan sınırlandırma anlaşmazlıklarına ilişkin 10 adet uluslararası yargı kararı verilmiştir. Deniz alanları sınırlandırmasını da içeren 3 dava hala yargı önündedir.[14]
Uluslararası bir mahkeme önüne gelmiş ilk sınırlandırma davası 1969 tarihli Almanya ile Hollanda ve Almanya ile Danimarka arasındaki Kuzey Denizi davalarıdır.[15] Kıta sahanlığının sınırlandırılması meselesine ilişkin diğer bir dava, 1976 yılında ad hoc uluslararası hakemlik mahkemesince karara bağlanmış olan İngiltere ile Fransa arasındaki sınırlandırma davası (İngiltere-Fransa davası) dır.[16]
1980’li yıllar, bu konuya ilişkin davaların sayısının oldukça arttığı yıllar olmuştur. Tunus ve Libya tarafından UAD’na sunulmuş kıta sahanlığı sorunu, Mahkemece 1982 yılında karara bağlanmıştır (Tunus-Libya davası).[17] 1984 yılında Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri’nin UAD’na sunduğu Maine Körfezindeki kıta sahanlığının sınırlandırılması meselesi UAD’nınca olarak karara bağlanmıştır(Maine Körfezi davası).[18] Libya ile Malta arasındaki kıta sahanlığının sınırlandırılması meselesini UAD1985 yılında (Libya-Malta davası) çözüme kavuşturmuştur.[19] Aynı yıl çerisinde karara bağlanan diğer bir kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge alanlarının sınırlandırılması davası ise, Gine ile Gine-Bissau arasındaki sınırlandırma meselesidir (Gine-Gine-Bissau davası) ve iki tarafça bu amaç için kurulan ad hoc hakemlik mahkemesince karara bağlanmıştır.[20]
Kanada ile Kanada kıyıları açığındaki denizaşırı Fransız adaları St. Pierre ve Miquelon arasındaki kıta sahanlığı ve MEB alanlarının sınırlandırılması meselesine ilişkin anlaşmazlık 1992 yılında ad hoc hakemlik mahkemesince karara bağlanmıştır.[21] Bir sonraki yıl içercisinde ise UAD, Danimarka’nın Greenland adası ile Norveç’in nispeten çok küçük adası Jan Mayen arasındaki kıta sahanlığı ve MEB alanlarını sınırlandıran kararını vermiştir (Jan Mayen davası).[22] Diğer bir kıta sahanlığı ve MEB sınırlandırılma davası ise Eritire-Yemen davasıdır ve taraflarca oluşturulan ad hoc hakemlik mahkemesince 1999 yılı sonunda karara bağlanmıştır.[23] Karara bağlanan en son dava Katar ile Bahreyn arasındaki deniz alanlarının sınırlandırılmasına ve bazı egemenlik sorunlarının çözümüne ilişkin Katar-Bahreyn davasıdır.[24]
Şüphesiz ki uluslararası mahkemelerin önüne gelmiş ve karara bağlanmış sınırlandırma uyuşmazlıklarının ilgili olduğu coğrafi alanlar arasında fiziki benzerlikler mevcuttur. Bu coğrafi alanlar kimi özellikleri ile Ege Denizi’ndeki durumlara benzerlikler göstermektedir. Bu nedenle, daha önceki davalardaki yargı kararları, genel sınırlandırma prensiplerini açıklayan prensip ve motorlar oluşturmanın yanısıra ilgili alanların Ege Denizine benzerliklerinden dolayı, Türkiye ve Yunanistan’ın iddialarına ve Eğe kıta sahanlığı sınırlandırmasına ilişkin önemli yansımalar içermektedirler.
2.1. Hakkaniyet Prensipleri ve Hakkani Çözüm
1969 yılındaki Kuzey Denizi davalarında Hollanda ve Danimarka, sınırlandırma hukukunun eşit uzaklık çizgisinin uygulanmasını öngördüğünü ve bu sınırlandırmada da eşit uzaklık çizgisinin uygulanması gerektiğini iddia etmişlerdir. Almanya’nın “konveks” biçimindeki kıyı çizgisi nedeniyle, eşit uzaklık çizgisi Almanya ya daha az kıta sahanlığı bırakacaktı.
1958 Sözleşmesi’nin ilgili 6. Maddesi tarafların çeşitli çekinceleri dolayası ile bu davada uygulanamazdı ve ilgili teamül hukuku uygulanmalıydı. Mahkeme, incelemesinin başlarında eşit uzaklık metodunun yada prensibinin, uygulanması zorunlu bir hukuk kuralı olmadığını belirtmiştir. 1958 Sözleşmesinin ilgili maddesi henüz her devleti bağlayan bir yapılageliş (teamül) kuralı haline gelmemişti.[25]
Eşit uzaklık metodu yada prensibinin zorunlu olmadığı anlayışı takip eden yargı kararlarında sıkça vurgulanmıştır. İngiltere-Fransa davasında Hakemlik Mahkemesi, 6. Madde ile teamül hukuku arasında bir fark olmadığını ve her iki hukukun da eşit uzaklık prensibinin uygulanmasını zorunlu kılmadığını vurgulamıştır.[26] 6. Maddedeki “eşit uzaklı” prensibi mutlak bir prensip değil ama “eşit uzaklık-özel durumlar prensibi” olarak algılanmalıydı. Her ne kadar bu özel durumların ne olduğu maddede belirtilmemişse de, özel durumların varlığında bunlar dikkate alınarak uygun bir sınırlandırma metodu uygulanmalıydı.
İki veya daha çok devlet arasında herhangi bir kıta sahanlığı sınırlandırmasını eşit uzaklık prensibi düzenlemediğine göre, kıta sahanlığı sınırlandırmasını düzenleyen hukuk kuralı yada kuralları neydi?
Kuzey Denizi davalarında UAD; kıta sahanlığı sınırlandırmasında zorunlu olarak uygulanması gereken hukuk kurallarının “hakkaniyet prensipleri” (equitable principles) olduğunu belirtmiştir. Hatta Mahkemeye göre, 1958 Sözleşmesinin 6. Maddesindeki “özel şartlar” (special circumstances) ibaresinin maddeye dahil edilmesinin asıl nedeni de sonuçta sınırlandırmanın asıl maksadının hakkani bir çözüme varmak olduğundandı. Mahkeme, karşıt kıyılar arasındaki sınırlandırmanın çoğunlukla eşit uzaklık çizgisi olması gerektiğini belirtmişti ama bunun nedeni bu metodun zorunlu olmasından değil, karşıt kıyılar arasında çoğu kez hakkaniyeti sağlayan metodun bu olmasındandı.[27] Mahkeme, bunun kaynağının ise hem kıta sahanlığına ilişkin, Truman Bildirisi gibi ilk bildirilerdeki sınırlandırmaya ilişkin ilkeler, hem de kıta sahanlığı kavramının hukuksal özellikleri olduğunu belirtmiştir. Mahkeme kıta sahanlığı sınırlandırmasını “bütün ilgili şartları dikkate alarak hakkaniyet prensiplerinin uygulanması ile hakkaniyete uygun bir çözümün bulunması” olarak ifade etmiştir.[28]
Sınırlandırmanın, bütün ilgili şartları dikkate alarak hakkaniyet prensipleri temelinde yapılması gereği ve 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 6. Maddesindeki sınırlandırma kuralının sonuçta hakkaniyete uygun çözümü amaçladığı yargı kararlarında tartışmasız bir biçimde kabul edilmiş ve vurgulanmıştır. Bu kararlarda dikkati çeken gelişme ise, sınırlandırmaya ilişkin prensibin bir miktar vurgu değiştirmesi olmuştur. Kararlarda hakkaniyet prensiplerinin yanısıra, “hakkani çözüm” (equitable result) en az aynı önemde vurgulanmıştır. ABD ve Kanada arasındaki Maine Körfezi davasında UAD, sınırlandırmanın hakkaniyet prensipleri ve bölgenin coğrafi ve diğer özellikleri çerçevesinde bir hakkani çözüm oluşturacak sınırlandırma metotları çerçevesinde yapılması gerektiğini belirtmiştir.[29] Libya-Malta davasında, UAD yine hakkani çözümü sıkça vurgulamıştır.[30]
2.2. Coğrafyanın Üstünlüğü Prensibi
Sınırlandırmanın hakkaniyet prensipleri temelinde ve bütün ilgili unsurların dikkate alınarak yapılması kuralı Uluslararası Hukuka tartışmasız bir biçimde yerleşmiştir. Lakin halen devam eden tartışma konusu, hakkaniyet prensiplerinin neler olduğudur. Hukukun objektif prensipler sağlamasının vazgeçilmez bir unsur olduğu düşünüldüğünde, hakkaniyet kavramının, sosyal bilimlerde kullanıldığı nispi niteliğinden öte objektif ve genel geçer bir biçimde tanımlanmış bir içeriğe sahip olması gerekir. Uluslararası Deniz Hukuku’nda, çerçevesi çizilmiş ve tanımlanmış bir hakkaniyet prensipleri seti mevcut mudur?
Hakkaniyet prensiplerinin neler olduğu sorusunun yanıtı, deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası yargı kararlarında büyük oranda verilmiş gözükmektedir. Birçok yargı kararında belirtilmiştir ki, herhangi bir sınırlandırma işleminde, aralarından duruma uygun olan prensiplerin seçilebileceği bir hakkaniyet prensipleri seti mevcuttur.[31]
Yargı kararlarında ön plana çıkarılan prensip “coğrafyanın üstünlüğü” prensibidir. Kuzey Denizi davalarında bu prensip Mahkemece, “coğrafyanın yeniden şekillendirilmesi söz konusu olamaz” biçiminde ifade edilmiştir.[32] İngiltere-Fransa davasında “eşit uzaklık yada başka herhangi bir sınırlandırma metodunun uygunluğunu coğrafi şartlar belirler” biçiminde özetlenmiştir.[33] Tunus-Libya davası kararında “kıta denize hakimdir” şeklinde ifade edilmiştir.[34] Libya Malta davası kararında “tarafların kıyıları başlama çizgisini oluşturur” ifadesi kullanılmıştır.[35]
Hem kıta sahanlığı hem de MEB alanlarının tek bir davada sınırlandırıldığı kararlarda da coğrafyanın üstünlüğü prensibi aynı şekilde ön plana çıkarılmıştır. Kanda-Fransa davasında Mahkeme, coğrafi unsurların sınırlandırmanın merkezini oluşturduğunu ifade etmiştir.[36] Jan Mayen davasındaki kararda benzeri bir biçimde Mahkeme sınırlandırmanın, ilgili alanın coğrafi çerçevesine dayandığını belirtmiştir.[37] Katar-Bahreyn davsında UAD, kara denize hakimdir prensibini tekrarlamış ve bu prensibin devletin kara ülkesi üzerindeki egemenliğinin bir sonucu olduğunu vurgulamıştır.[38]
Coğrafyandan kasıt, iki ülke arasında sınırlandırmaya konu olan alandaki anakara coğrafyasıdır. Bu bağlamda en önemli unsur, anakara kıyılarının uzunluğudur ve kural olarak kıyı uzunluğu, elde edilecek deniz alanını belirleyen en önemli coğrafi faktör olarak belirmektedir.[39] Bir başka önemli coğrafi unsur, kıyı çizgisi üzerindeki kıvrımlar, girintiler ve çıkıntılardır. Kuzey Denizi davaları kararında açıkça belirtildiği gibi, dikkate alınacak coğrafî şekiller, bölgenin coğrafi yapısı çerçevesinde önemsiz sayılmayacak unsurlar olmalıdır.[40] Katar-Bahreyn davasında UAD, iki ülkenin kuzey kıyılarının uzunluk ve şekil açısından benzer olduğunu belirtmiş ve sadece Bahreyn kıyısında Fasht al Jarim’in denize doğru bir çıkıntı olduğunu ama bununda bilgenin coğrafi çerçevede önemsiz bir unsur olduğundan ihmal edilmesi gerektiğini belirtmiştir.[41]
İşte bu unsurlar, bir sınırlandırma eyleminde, başlangıç ve daha sonra çok az değişecek olan “temel” sınırlandırma çizgisini belirleyen unsurlardır. Neredeyse bütün sınırlandırma davalarında mahkemeler, sınırlandırma işlemine başlarken önce iki anakara ülkesi arasında, anakara ülkelerinin coğrafi özelliklerini yansıtan bir sınırlandırma çizgisi belirlemişler veya en azından böyle bir çizgiyi referans noktası kabul etmişleridir. Bu sınırlandırma çizgisi hem başlangıç çizgisini, hem de dikkate alınan diğer unsurlarca az değiştirilecek temel sınırlandırma çizgisini oluşturmuştur. Bu sınır çoğu kez, iki anakara ülkesinin coğrafi ilişkini en iyi yansıttığı için iki ülke arasındaki eşit uzaklık çizgisi olmuştur.
İngiltere-Fransa davasında Mahkeme, önce İngiltere ve Fransa arasında bir ana sınırlandırma çizgisi belirlemiş ve bu çizginin Fransa tarafında kalan İngiliz Kanal Adalarına sadece sınırlı bir kıta sahanlığı vermiştir. Zira, bu adların varlığı, iki ülke arasındaki coğrafi dengeyi bozan bir özellik göstermekteydi.[42] UAD’nınca Libya-Malta davasında mesafe prensibine yapılan vurgu sonuçta sınırlandırmaya, kıyı coğrafyasını en iyi yansıtan eşit uzaklık çizgisi ile başlanmasına yol açmıştır.[43] Jan Mayen davasında Mahkeme, sınırlandırmaya eşit uzaklık çizgisi ile başlamış ve bununda coğrafyanın üstünlüğünde kaynaklandığını belirtmiştir.[44] Maine Körfezi davasında da Mahkeme açıkça, anakaralar arasındaki eşit uzaklık çizgisi ile başlanması gerektiğini zira bunun, söz konusu alanın coğrafi özelliğini en iyi yansıttığını belirtmiştir.[45] Katar-Bahreyn davasında UAD aynı yöntemi izlemiştir.[46] Sadece Eritre-Yemen davasında, eşit uzaklık çizgisi ile başlanmamıştır zira, üzerinde her iki tarafın da anlaştığı bir tarihi çizgi Mahkeme için başlangıçta temel sınırlandırma çizgisi olarak kabul edilmiştir.[47]
2.3. Diğer Faktörlerin Dikkate Alınmasına İlişkin Prensipler
Sınırlandırmada hakkaniyetin sağlanmasının, sadece coğrafi unsurların dikkate alınması ile sağlanamayacağı ve diğer bütün ilgili unsurların dikkate alınması gerektiği uluslararası yargı kararlarında ayrıca vurgulanmıştır. Gerçekten hakkaniyete uygun bir sınırlandırma yapılması için diğer unsurların da dikkate alınması gerekmektedir.[48]
1969 yılında UAD, dikkate alınacak unsurlara hukuksal bir sınır olmadığını belirtmişti[49] ancak, takip eden bütün yargı kararlarında, dikkate alınacak unsurların sadece kıta sahanlığı ve/veya münhasır ekonomik bölge kavramları ile “ilgili” olması gereği kabul edilmiştir.[50]
Yargı kararlarına göre, bu ilgili unsurlardan başta geleni, bölgede mevcut adalar ve diğer coğrafi formasyonlardır. Yukarıda belirtildiği gibi Uluslararası Hukuk adalara kıta sahanlığına sahip olama hakkını açıkça tanınmıştır lakin iddiaların aksine bu daların sınırlandırma esnasında anakara ülkeleri ile aynı statüde oldukları manasına gelmemektedir. Bir başka deyişle sınırlandırmada adalar söz konusu olduğunda, sahip olma ile sınırlandırma arasında kesin bir ayrım söz konusudur. Sonuçta adlar, coğrafi konumları, ekonomik ve sosyal nitelikleri gibi sahip oldukları unsurlar çerçevesinde sınırlandırma çizgisini ya hiç etkilemekte, ayda sınırlı bir biçimde etkilemektedirler.
Kendi ülkesinin kıyılarına daha yakın daların rolü ile ilgili örnek Tunus-Libya davasında Tunus’un Kerkennah adalarıdır. Bu adaya Mahkeme yarım etki (half-effect) tanımıştır.[51] Gine-Gine Bissau davasında Mahkeme, kıyı uzunlukları belirgin bir biçimde farklı olmayan, kıyı şekilleri benzer olan iki taraf arasındaki sınırlandırmada bu tür adaların sınırı önemli bir derecede etkilemelerine izin verilmemesi gerektiğini belirtmiştir.[52]
Eritre-Yemen davasında, Mahkeme, Dahlak adalarına önemli bir etki tanırken, daha güneydeki kıyı adalarını tümden ihmal etmiştir. Özellikle kurak ve sosyal hayata elverişsiz olmaları nedeni ile Yemen’in Jabal al-Tayr ve Zubayr adalarına hiç etki verilmemiştir.[53] Tunus-Libya davasında, Mahkeme, bölgedeki unsurların daha önemli olduğunu belirterek, Tunus’un Jerba adasını tümden ihmal etmiştir.[54] Gine-Gine Bissau davasında Mahkeme, Alcatraz adalarının kuzey kesimlerine doğru bu adalara, 12 millik karasularının ötesinde hiç kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge vermemiştir.
Kendi ülkesinin kıyılarının hemen yakınında yerleşmiş bu tür kıyı adaları bazen sadece, deniz alanlarının ölçümüne esas oluşturan kıyı çizgisinin oluşturulmasında bir etki sahibi olmaktadırlar. Ama çoğu kez kıyı çizgisini tam bulundukları yer kadar değil daha az etkilemelerine izin verilmekte yani sınırlı bir etki tanınmaktadır. İngiltere-Fransa davasında, İngiltere’nin kıyı adası Scilly Isles ile Fransa’nın kıyı adası Ushant, kıyı çizgisi oluşturmada tam etki verildikleri taktirde hakkaniyete aykırı sonuç doğuracaklarından, kıyı çizgisini ancak kısmen etkilemelerine izin verilmiştir.[55]
Bir ülkenin, başka bir ülkenin kıyılarına yakın adalarının, sınırlandırmadaki rolü İngiltere-Fransa davasında gündeme gelmiştir. İngiltere’nin Kanal adaları sınırlandırma sonucunda sadece 12 mil genişliğinde bir çerçevelenmiş (enclave) kıta sahanlığına sahip olabilmişlerdir. Şayet bu adalara taraflarca daha önceden 12 mil genişliğinde münhasır balıkçılık bölgesi tanınmış olmasa idi, bu rakam daha küçük de olabilirdi. Bu tür adlalar için Mahkeme, coğrafi konumlarının, kıta sahanlığı elde etmeleri açısından ciddi bir negatif unsur oluşturduğunu belirtmiş.[56] Bu davada, bu adaların ihmal edilmemelerinin sebebi, sosyal ve ekonomik açıdan önemli oluşları ve İngiltere den kısmen ayrı bir statüye sahip olmalarıdır.[57]
Belirtmek gerekir ki, bir başka devletin kıyılarına yakın olmayan, ama iki ana kıta arasındaki eşit uzaklık çizgisi dikkate alındığında hala diğer ülkeye yakın olan adaların durumu son zamanlara kadar gündeme gelmemişti. Ancak bu adaların sınırlandırmadaki rolünün de, diğer konumdaki adalar için etkili olan faktörler çerçevesinde değerlendirileceğini tahmin etmek mümkündü. Bu çerçevede Katar-Bahreyn davasındaki Bahreyn’e ait Qit’at Jaradah adasının durumu bir örnek oluşturmuştur. Bu adanın, iki ülke arasındaki eşit uzaklık çizgisi civarında bulunan küçük ve sosyal hayata elverişsiz bir doğal yapıya sahip olduğu vurgulanmıştır. Mahkeme, bu özellikleri ile bu adaya, bölgenin özellikleri çerçevesinde düşünülüğünde bir etki tanımının hakkaniyete uygun olmayacağını belirtti ve bu adaları ihmal etti.[58]
Adalar dışında dikkate alınması gereken bir başka unsur deniz tabanın jeolojik ve jeomorfolojik özellikleridir. Kuzey Denizi davalarında UAD, “doğal uzantı” (natural prolongation) kavramına o derece vurgu yapmıştır ki, sınırlandırmada önemli olanın her iki tarafın doğal uzantılarının kendilerine verilmesi olduğu sonucu doğmuştur.[59]
Fakat, bir sonraki dava olan İngiltere-Fransa davasında Hakemlik Mahkemesi, doğal uzantı faktörünün mutlak bir rolü olamayacağını belirtmiştir. Aynı görüş, Kanda-Fransa davasında[60] Tunus-Libya[61] ve Libya-Malta[62] davalarında tekrarlanmıştır. Doğal uzantı faktörünün sınırlandırma çerçevesinde etkisinin azalması iki sebebe dayandırılmıştır. Birincisi, hukuksal manada kıta sahanlığı kavramının ve ilgili hakların temelini artık doğal uzantı kavramından ziyade mesafe faktörü oluşturmaktadır. İkincisi ise, günümüzde sınırlandırma sürecinde çoğu kez sadece kıta sahanlığı sınırlandırması değil, tek bir sınırlandırma çizgisi ile hem kıta sahanlığının hem de münhasır ekonomik bölge sınırlandırması söz konusu olmaktadır. Bu durumda, sadece kıta sahanlığı açısından bir miktar önem taşıyan ama münhasır ekonomik bölge kavramı ile bir ilgisi olmayan jeolojik öğeler sınırlandırma esnasında neredeyse tamamen etkisini yitirmektedirler.[63]
Sonuç olarak, tespit edilebilseler dahi, jeolojik ve jeomorfolojik öğeler sınırlandırma çerçevesinde diğer ikincil nitelikli ilgili faktörlerle birlikte değerlendirilmektedirler ve mutlak değil ancak nispi bir etki sahibi olmaktadırlar.
Sınırlandırılacak alanlardaki doğal kaynaklar dikkate alınması gereken bir diğer ilgili faktördür. Varlığı bilinen doğal kaynakların sınırlandırmada dikkate alınacağı yargı kararlarında kesin bir biçimde kabul edilmiştir. Bu faktörler canlı türler olabileceği gibi madenler ve diğer mineral kaynaklar olabilmektedir. Münhasır ekonomik bölge sınırlandırması söz konusu olduğu zaman akıntılar ve rüzgar enerjisi gibi doğal unsurlarda bu faktörler arasında yer almaktadır.
Yargı kararlarından ortaya çıkan sonuç odur ki, bölgedeki mevcut doğal kaynakları ağır bir biçimde orantısız paylaştıran bir sınırlandırma çizgisi hakkaniyete uygun bir sınır olarak kabul edilemeyecektir.[64] Kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge kavramlarının asıl varlık sebebinin bu doğal kaynaklar üzerinde kıyı devletine münhasır haklar sağlamak olduğu hatırlanırsa bu sonuç şaşırtıcı olmamalıdır. Eritire-Yemen davasında, ülkelerin balıkçılığa bağımlılıkları Mahkemenin kararında önemli bir rol oynamıştır. Bu etkinin bir diğer sebebi de, balıkçılık üzerindeki tarihi hakların korunması çabası olduğu söylenebilir.[65] Jan Mayen davasında Mahkeme, bölgedeki caplin türü balıkçılık bölgelerinin dengeli dağılımına büyük önem vermiş ve sınırlandırma çizgisinde bu maksatla ayarlamalar yapmıştır. Katar-Yemen davasında UAD, şayet denizden inci (pearl) çıkarma uğraşının artık sona ermiş olması nedeni ile bu unsuru dikkate almamıştır ama şayet sona ermemiş olsaydı dikkate alınması gereken bir unsur olacağını da belirtmiştir.
Ancak, ülkelerin birbirlerine göre nispi ekonomik gelişmişlik seviyeleri sınırlandırmada dikkate alınan bir unsur değildir. Yargı kararlarında bu gibi unsurların zamanla değişken ve oldukça göreceli kavramlar oldukları vurgulanmıştır.[66] Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, adaların dikkate alındığı durumlarda, bu adaların ekonomik ve sosyal durumları, denize bağımlılıkları, adaların sınırlandırmadaki etkilerinin belirlenmesinde önemli yer tutmaktadır.
Son olarak, bölgedeki mevcut veya muhtemel sınırlar da, iki devlet arasındaki sınırlandırmayı etkileyen faktörlerdendir. Örneğin, Tunus-Libya davsında, UAD, taraflarla üçüncü devletler arasındaki sınırlandırma durumlarını da dikkate almıştır.[67] Yine bu davada ve Eritre-Yemen davasında, tarafların balıkçılık veya petrol arama ruhsatı alanları gibi daha önceden başka nedenlerle belirledikleri sınırlar da dikkate alınmıştır.
Deniz savunma ve güvenlik unsurların, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge kavramları ile ilgilerinin azlığı nedeni ile sınırlandırmada, sınır çizgisini şu yada bu biçimde değiştirecek bir etkiye sahip olmayacakları yargı kararlarında belirtilmiştir. Kuzey Denizi davalarında UAD, bu faktörlerin sınırlandırma çizgisini etkileyen değil ancak desteklen yada güçlendiren unsurlar olacağını belirtmiştir.[68] Libya-Malta davsında da Divan, bu unsurların sınırlandırmaya tamamen alakasız olmadığını belirtmesine rağmen bunların sınırı etkileyen unsurlar olabileceğinden bahsetmemiştir.[69] Gine-Gine-Bissau davasında Mahkeme, bu unsurları, yukarıdaki faktörler çerçevesinde vardığı sonucu destekleyici unsurlar olarak değerlendirmiştir.[70] İngiltere-Fransa davasında Mahkeme, bu unsurların sınırlandırmaya negatif yada pozitif bir etkisi olmayacağını belirtmiştir.[71]
2.4. “Oransallık” ve “Projeksiyon” Prensipleri
Şu ana kadar üzerinde durulan prensipler, sınırlandırmanın belirli bir hukuksal çerçeve içerisinde yapıldığını ve bu çerçeveye göre coğrafi unsurların sınırlandırma çizgisini temel olarak belirlediğini, belirli bazı ilgili faktörlerin ise, hakkaniyet sağlanması açısından bu sınır üzerinde kısmi etkiler sağladıklarını ortaya koymuştur. Ayrıca, coğrafya kavramından özellikle anakara coğrafyasının anlaşılması gerektiğinin yargı kararlarında açıkça ortaya konduğu da belirtilmiştir. Ancak, bu kukusal çerçeve içerisinde bazı faktörlerin birbirine oranla sınırlandırma üzerindeki etkilerinin ne olacağı, ve ayrıca hakkaniyeti bozmadan ne dereceye kadar etkili olacakları net bir biçimde belirlenmiş değildir.
Yargı kararlarında bu konuları düzenleyen bazı prensipler ortaya konmuştur. Bu prensiplerden birincisi “oransallık prensibi” (proportionality) dir. Bu prensibe göre, sınırlandırma sonuç itibarıyla iki devletin kıyı uzunlukları arasındaki oran ile bu ülkelere verilen kıta sahanlıkları ve/veya münhasır ekonomik bölge alanları arasındaki oranın birbirine yakın olması gerekir. Dolayısı ile oransallık, yukarıdaki çerçeve ile sonuçlanan sınırlandırmanın hakkaniyete uygunluğunu test eden bir nihai kontrol prensibi işlevi görmektedir. Sonuç itibariyle bir faktör, kıyı uzunlukları arasındaki oranın sınırlandırmaya yansımasını önemli ölçüde değiştirecek bir etkiye sahip olamayacaktır. Olduğu taktirde, o sınırlandırma çerçevesinde hakkaniyeti sağlayan bir metot olarak değerlendirilmemelidir.[72] Sınırlandırmada anakara coğrafyasının üstünlüğü hatırlanırsa, bunun oldukça mantıki bir prensip olduğu kabul edilmelidir.
Benzeri nitelikteki bir başka prensip ise “kapatmama” (non-encroachment) prensibidir. Özellikle kıta sahanlığı genişliğinin tespitinde mesafe unsurunun kabul edilmesiyle birlikte, sınırlandırma çizgisinin, her ülkeye, kıyılarına yakın alanları bırakmasını sağlaması gerektiği kabul edilmişidir. Yani bir ülkenin yakındaki deniz alanını bir başka ülkeye vermekle sonuçlanan bir sınırlandırma metodunun hakkaniyete aykırı olduğu vurgulanmıştır.[73] Örneğin Kanada-Fransa davasında, Mahkeme, Fransız adalarına güneydoğu yönünde uzanacak bir deniz alanı vermemiştir. Gerekçe olarak ta bu durumun, Kanada kıyılarının denize alanlarını keseceğini (cut-off) göstermiştir.[74]
Fakat, yinede belirtmek gerekir ki, hem oransallık hem de kapatmama prensipleri mutlak bir biçimde uygulanmamaktadır. Zira, sınırlandırma çizgisi, sadece anakara kıyı uzunluklarını tam yansıtan bir çizgi olsaydı diğer ilgili faktörlere bir rol tanınmamış olacak ve hakkaniyet sağlanamamış olacaktı. Veya, bir anakaranın deniz alanını ne pahasına olursa olsun kesmeme durumu, sonuçta o bölgenin şartları bütün olarak değerlendirildiğinde hakkaniyete aykırı sonuç doğurabilecektir. Bu nedenlerle, bu prensipleri, adalara verilecek etki de dahil olmak üzere, belirtilen ilgili faktörlere ne dereceye kadar etki tanınacağını belirleyen “genel nitelikli” prensipler olarak değerlendirmek gerekmektedir.
3. Ege Denizi’ne Yansımalar
Deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası yargı kararlarını, sınırlandırmayı düzenleyen genel prensiplerin yorumu ve somut durumlara uygulanması açısından değerlendiren incelememizden Ege denizindeki kıta sahanlığına ilişkin önemli sonuçlar çıkmaktadır.
Öncelikle, sınırlandırmada eşit uzaklık prensibi değil hakkaniyet prensiplerinin uygulanması zorunlu olduğuna göre, Ege Denizindeki sınırlandırma, ister ikili antlaşma ile olsun veya bir uluslararası mahkeme vasıtası ile yapılsın,[75] hakkaniyet prensipleri çerçevesinde ve hakkaniyete uygun bir çözüm sağlamak temelinde yapılmalıdır. Dolayısı ile, özellikle 1970’lerde Yunanistan’ın eşit uzaklık prensibine yaptığı vurgu günümüzde hukuksal olarak bir geçerliliğe sahip gözükmemektedir.
İkinci olarak, hakkaniyet prensiplerinin temel olarak anakara coğrafyasına üstünlük tanıdığından hareketle, Ege Denizinde, öncelikle ve temel olarak dikkate alınması gereken unsurların adalar değil, anakaraların coğrafi özellikleri olduğu açıktır. Bu coğrafi özelliklerin başında da iki ülkenin kıyı uzunlukları ve kıyı yapısı gelmektedir. Ege’de iki ülke kıyı uzunlukları, adalar hariç tutulduğunda dengeli gözükmektedir.[76] Kıyı coğrafyası özellikleri açısından her iki ülke de önemli sayılacak girinti ve çıkıntılara sahipse de bunlar dengeli ve karşılıklı gözükmektedir.[77] Dolayısı ile, Yunanistan’ın adaların kıta sahanlığına sahip olma hakları ile sınırlandırmadaki rolleri arasında bir ayrım yapmadan, Ege de sınırlandırmanın adalar ve Türkiye ülkesi arasında eşit uzaklık çizgisi olması gerektiği iddiası hem hukuksal dolayısı ile hem de fiziki verilere ters düşmektedir.
Öte yandan, hem oransallık hem de kapatmama prensipleri de, özellikle Doğu Ege’deki Yunan adalarının kıt sahanlığına sahip olmamalarını gerektirmektedir. Mevcut 6 mil karasuları genişliği durumunda, bu adaların karasuları sebebi ile Yunanistan zaten Ege Denizinin Türkiye ye oranla önemli bir oranını elinde bulundurmaktadır.[78] Birde özellikle Doğu Ege adalarının kıta sahanlıklarına sahip olmaları kabul edilirse, Türkiye’nin fiilen kıta sahanlığına sahip olama imkanı ortadan kalkacaktır. Bu da Türkiye’nin kıyı uzunluğu ile elde edeceği deniz alanı arasında hakkaniyete açıkça ters bir orantısızlık yaratacaktır. Oysa, bu adalar ihmal edildiğinde dahi, adaların karasuları nedeni Yunanistan yine de Ege Denizi’nin büyük bir oranını elinde bulunduracaktır.[79] Adalara kıta sahanlığı verilmesi durumu kapatmama prensibine de açıkça ters düşecektir. Zira, Türkiye kıyılarının önü tamamen kapatılacak ve kendisine yakın deniz alanları bir başka ülkeye verilmiş olacaktır.
Bu prensipler çerçevesinde, benzeri etkiler doğuran Batı Ege adalarının önemli bir kısmı da dahil olmak üzere Ege adalarının büyük çoğunluğuna ya hiç kıta sahanlığı verilmemeli yada sınırlı bir kıta sahanlığı alanı verilmelidir. Bu çerçevede, bu gün Yunanistan’ın üzerinde en fazla durduğu iddia olan adaların da kıta sahanlığına sahip olma hakları ve anakaralarla eşit değerlendirilmeleri, uluslararası yargı kararlarında açıkça reddedilmektedir.
Ege Denizinin deniz tabanına ilişkin jeolojik ve jeomorfolojik verilerin sınırlandırma da çok önemli bir rol oynamayacakları da açık olmalıdır. Zira artık bu unsurların öneminin azaldığı yargı kararlarında vurgulanmıştır. Üstelik Ege gibi genişliği toplam 400 mili aşamayan denizlerde bu unsurların sınırlandırmadaki rolü daha da kısıtlıdır. Dolayısı ile 1970’lerdeki Türk görüşlerinde bu yöndeki vurgunun değerinin bu gün için hukuksal olarak önemli oranda azaldığı söylenebilir.
Ege Denizi’nde sınırlandırmayı etkileyecek ikincil nitelikli unsurlar doğal kaynaklar olarak karşımıza çıkacaktır.[80] Zira yukarda belirtildiği gibi, bu unsurların sınırlandırmadaki önemi yargı kararlarında sıkça vurgulanmıştır. Fakat bu konuda, Ege Denizi’ne ilişkin olarak önemli bir bilgi eksikliğinden söz etmek mümkündür. Mevcut balık stoku ve maden ve petrol rezervleri oldukça sınırlı gözükmektedir. Uzun süredir her iki tarafta, karşılıklı bir tutum ile Ege Denizi’nde doğal kaynak arama faaliyetleri gerçekleştirmemektedirler. Bu nedenle muhtemel kaynaklar üzerine elde edilen bilgiler sınırlı kalmaktadır. Herhangi bir sınırlandırma sürecinden önce Ege’de bu konuda detaylı çalışma yapma gereği açıkça ortadadır.
Bu değerlendirmeler ışığında belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin Ege kıta sahanlığı sınırlandırmasına hukuksal yaklaşımları, deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin Uluslararası Hukuk kuralları ve bunların uluslararası mahkemelerce yorumlanıp uygulanış şekline uyumlu gözükmektedir. Özellikle belirtilmelidir ki, Yunanistan’ın, sınırlandırmanın Doğu Ege adaları ile Türkiye arasında eşit uzaklık çizgisi ile yapılması iddiası, hakkaniyet prensiplerine ve bu prensiplerin sınırlandırmaya ilişkin yargı kararlarında uygulanışına temelde aykırı gözükmektedir.
Yrd. Doç. Dr Yücel ACER:
Onsekiz Mart Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
Uluslararası İlişkiler Bölümü, Çanakkale & USAK Deniz ve Su Hukuku Araştırmaları Merkezi Müdürü
--------------------------------------------------------------------------------
[1] O’CONNELL, D.P., 1982, The International Law of the Sea, vol. I, Oxford: Clarendon Press, s. 470; MOUTON, H. W., 1952, The Continental Shelf. The Hague: Clarendon, p. 49.
[2]Bakınız, Resmi Gazete, 1 Kasım 1973.
[3] Karar no. 7/8594. Resmi Gazete, 18 Haziran 1974.
[4] Yunanistan’ın ilgili notasında ismen belirtilen adalar şunlardır: Samothrace, Limnos, Aghios Eustaritos, Lesvos, Chios, Psara, and Antipsara. Note Verbale, 7 Şubat 1974, içinde The Aegean Sea Continental Shelf Case, Pleadings, s. 21-22.
[5] The Aegean Sea Continental Shelf Case. (Greece v. Turkey). Judgment of 19 December 1978. ICJ Reports, 1978, s. 3. Kararın ayrıntılı incelemesi için, bakınız, GROSS, L., 1977, “The Dispute Between Greece and Turkey Concerning the Continental Shelf in the Aegean”. American Journal of International Law, vol. 71, s. 31-59.
[6] Bakınız, ACER, Y., 2001, “Ege’de Diyalogla Çözüm Yakın mı?” Liberal Düşünce, Sayı 23, s. 145-163.
[7] Paragrafın İngilizce metni şu şekildedir: “In the absence of agreement, and unless another boundary line is justified by special circumstances, the boundary is the median line, every point of which is equidistant from the nearest points of the baselines from which the breadth of the territorial sea of each State is measured.”
[8] Kuzey Denizi davaları, par. 57.
[9] Örnegin bakınız, Yunanistan’ın BM Üçüncü Deniz Hukuku Konferansındaki iddialrı. Doc. A/CONF.62/C.2/L.25, Off. Rec., III, s. 202. Ayrıca bakınız, Yunanistan’ın Açıklaması, UNCLOS III. Off. Rec., I, par. 27, s. 129.
[10] Kuzey Denizi davaları, par. 37-59.
[11] İddialar için, bakınız, Bern görüşmelerinde Türkiye temsilcisi Büyükelçi Suat Bilge’nin Açıklamaları. Bern, 31 Ocak 1976, içinde The Aegean Sea Continental Shelf Case, Pleadings, s. 167-168;
[12]Türkiye’nin sonuç itibarıyla bu çizgiyi savunduğu, 1970’li yıllarda TPOA ya verilen araştırma izinlerinin gösterildiği haritadan açıkça anlaşılmaktadır. Harita için bakınız, ARVANITOPOULOS, C. and SYRIGOS, A., 1988, The International Legal Status of the Aegean Sea, Athens: Ministry of Press and Mass Media, Secretariat General of Information.
[13] Sınırlandırmaya ilişkin uluslararası sözleşme maddeleri: 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, Madde 6; 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, Madde 74 ve 83.
[14] Bunlar: Territorial and Maritime Dispute (Nicaragua v. Colombia), (2001-); Maritime Delimitation between Nicaragua and Honduras in the Caribbean Sea (Nicaragua v. Honduras), (1999-); Land and Maritime Boundary between Cameroon and Nigeria (Cameroon v. Nigeria), (1994-).
[15] The North Sea Continental Shelf Cases. (Federal Republic of Germany v. Denmark; Federal Republic of Germany v. Netherlands). Judgment of 20 February 1969, ICJ Reports, 1969, p. 2. Karar üzerine bir inceleme için, bakınız, BROWN, E.D.,1970, “The North Sea Continental Shelf Cases”. Current Legal Problems, vol. 23, pp. 187-215; JENNINGS, R.Y., 1969, “The Limits of Continental Shelf Jurisdiction: Some Possible Implications of the North Sea Cases Judgment”. International and Comparative Law Quarterly, vol. 18, s. 819-832
[16] The Arbitration Between the United Kingdom of Great Britain and the Northern Ireland and the French Republic on the Delimitation of the Continental Shelf, (the United Kingdom v. the Republic of France). Decision of the Court of Arbitration, 30 June 1977. NORDQUIST, M., LAY, S.H., and SIMMONDS. K.R. (eds), 1980, New Trends in the Law of the Sea, Documents, vol. VIII, London: Oceana Publications, s. 283. Ayrıca bakınız, COLSON. D.A., 1978, “The United Kingdom-France Continental Shelf Arbitration”. American Journal of International Law, vol. 72, s. 95-112.
[17] The Case Concerning the Continental Shelf, (Tunisia v. Libyan Arab Jamahiria). Judgment of 24 February 1982 ICJ Reports, 1982, p. 18. Arıntılı bir inceleme için, bakınız, HERMAN, L.L., 1984,“The Court Giveth and the Court Taketh Away: An Analysis of the Tunisia-Libya Continental Shelf Case”. International and Comparative Law Quarterly, vol. 33, s. 825-858; FELDMAN, M.B., 1983,“The Tunisia-Libya Continental Shelf Case: Geographical Justice or Judicial Compromise?”. American Journal of International Law, vol. 77, s. 219-238.
[18] The Case Concerning Delimitation of the Maritime Boundary in the Gulf of Maine (Canada v. United States of America). Judgment of 12 October 1984. ICJ Reports 1984, p. 246. Detaylı bir inceleme için, bakınız, SCHNEIDER, J., 1985, “The Gulf of Maine Case: The Nature of an Equitable Result”. American Journal of International Law, vol. 79, s. 539-577.
[19] The Case Concerning the Continental Shelf, (Libyan Arab Jamahiria v. Malta). Judgment of 3 June 1985. ICJ Reports, 1985, p. 13.
[20] The Guinea -Guinea Bissau Maritime Delimitation Case. Judgment of 14 February 1985. International Law Reports, vol. 77, 1988, s. 636.
[21] The Case Concerning the Delimitation of Maritime Areas Between Canada and the French Republic. (Canada v. the French Republic). Arbitration Decision, 10 June 1992. 31 ILM, (1992), p. 1145. Ayrıntılı inceleme için, bakınız, HIGHET, K., 1993, “Delimitation of the Maritime Areas between Canada and France”. American Journal of International Law, vol. 87, s. 452-464.
[22] The Case Concerning Maritime Delimitation in the Area Between Greenland and Jan Mayen. (Denmark v. Norway). Judgment of 14 June 1993, ICJ Rep., 1993, p. 38. Ayrıca bakınız, EVANS, M.D., 1994, “Case Concerning Maritime Delimitation in the Area Between Greenland and Jan Mayen (Denmark v. Norway)” International and Comparative Law Quarterly, vol. 43, s. 697-705; J. CHARNEY, I., 1994, “Maritime Delimitation in the Area between Greenland and Jan Mayen”. American Journal of International Law, vol. 88, s. 105-109.
[23] The Arbitration between Yemen and Eritrea. Second Phase: The Maritime Delimitation. The Award of 17 December 1999 of the
Arbitration Court
Established by Yemen and Eritrea. (Karar metni: http://www.pca-cpa.or/ER-YEMain.htm (16.05.00).
[24] Maritime Delimitation and Territorial Questions Between Qatar and Bahrain (Qatar v. Bahrain) Judgment of 16 March 2001. Bu davada çözüm bekleyen sorunlar Hawar adaları ve Dibal ve Qit’at Jaradah kayalıklarının hangi devlete ait olduğunun saptanması ve iki devlet arasında kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge dahil deniz alanlarının sınırlandırılmasıdır.
[25]Mahkeme vurgulamıştır ki, Uluslararası Hukuk Komisyonu, eşit uzaklık prensibini yapılageliş değeri kazanmış olarak değerlendirmemiştir. Kuzey Denizi davaları, par. 49-53.
[26] İngiltere-Fransa davası, par. 70. Ayrıca bakınız, Tunus-Libya davası, par. 109.
[27] Kuzey Denizi davaları, par. 57. Ayrıca bakınız, par. 50, 51, 83.
[28] Mahkeme kararında bunu şu şekilde ifade etmiştir: “The delimitation is to be affected by agreement in accordance with equitable principles, and taking account of all the relevant circumstances”, par. 101©.
[29]Maine Körfezi davası, par. 112.
[30]Libya-Malta davası, par. 45. Ayrıca bakınız, İngiltere-Fransa davası, par. 83; Tunus-Libya davası, par. 70; Jan Mayen davası, par. 54; Kanada-Fransa davası, par. 70. Bu gün yürürlükteki en kapsamlı Deniz Hukuku sözleşmesi olan 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 83. Maddesi, kıyıları karşıt yada bitişik olan devletler arasında sınırlandırma Uluslararası Hukuk temelinde “hakkani bir çözüme ulaşmak maksadı ile yapılır” demektedir.
[31]Libya-Malta davası, par. 46; Maine Körfezi davası, par. 88; Eritre-Yemen davası, par. 103.
[32]Kuzey Denizi davaları, par. 91.
[33] İngiltere-Fransa davası, par. 96.
[34] Tunus-Libya davası, par. 73.
[35] Libya Malta davası, par. 47.
[36] Kanda-Fransa davasında, par. 24.
[37] Jan Mayen davası, par. 51-53.
[38]Katar-Bahreyn davası, par. 185.
[39]Aşağıda değinilecek “oransallık prensibi” bunu açıkça ifade etmektedir. İnfra, 2.4.
[40]Kuzey Denizi davaları, par. 57, 98.
[41]Katar-Bahreyn davası, par. 247.
[42] İngiltere-Fransa davası ile Ege kıta sahanlığı sorunu arasında bir karşılaştırma için, bakınız, ACER, Y. “İngiltere-Fransa Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Davası: Ege Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Uyuşmazlığına Yansımalar.” içinde LAÇİNER, S., 2001, Bir Başka Açıdan İngiltere. Ankara: ASSAM, s. 285-321.
[43]Libya-Malta davası, par. 51, 63, 65.
[44]Jan Mayen davası, par. 42-44, 49-51, 59, 64.
[45]Maine Körfezi davası, par. 188, 205.
[46]Katar-Bahreyn davası, par. 231.
[47]Eritre-Yemen davası, par. 139-164.
[48] Örneğin, Tunus-Libya davası, par. 81; Gine-Gine Bissau davası, par. 112. Bu konuda değerlendirmeler içini bakınız, CHARNEY, J.I., 1994, “Progress in International Maritime Boundary Delimitation Law”, American Journal of International Law, vol. 88, s. 245; HERMAN, L.L., 1984, “The Court Giveth and the Court Taketh Away: an Analysis of the Tunisia-Libya Continental Shelf Case”, International and Comparative Law Quarterly, vol. 33, s. 835.
[49] Kuzey Denizi davaları, par. 93.
[50] Örneğin, Libya-Malta davası, par. 48.
[51]Tunus-Libya davası, par. 128.
[52]Gine-Gine Bissau davası, par. 244.
[53]Eritre-Yemen davası, par. 148.
[54]Tunus-Libya davası, par. 79.
[55]İngiltere-Fransa davası, par. 243.
[56] İbid., par. 183, 187, 192.
[57] İbid., par. 184.
[58]Katar-Bahreyn davası, par. 219.
[59]Mahkeme şu ifadeyi kullanmıştır: “sınırlandırma, hakkaniyet prensipleri doğrultusunda bir antlaşma ile bütün ilgili faktörleri dikkate alarak ve mümkün olduğunca her iki tarafın kara ülkelerinin denize ve deniz altına doğal uzantısını oluşturan kıta sahanlığının bütün kesimlerinin her bir ülkeye bırakılmasının sağlayacak şekilde yapılmalıdır”. (Yazar tarafından İngilizce orijinal metninden çevrilmiştir), par. 101.
[60]Kanada-Fransa davası, par. 47.
[61]Tunus-Libya davası, par. 98.
[62]Libya-Malta davası, par. 61.
[63] Bakınız, Kanada-Fransa davası, par. 47; Gine-Gine Bissau davası, par, 116.
[64] Kanada-Fransa davası, par. 84; Jan Mayen davası, par. 73, 74.
[65]Eritire-Yemen davası, par. 74. Ayrıca, par. 62, 63.
[66] Tunus-Libya davası, par. 106; Libya-Malta davası, par. 50; Jan Mayen davası, par. 73, 76.
[67]Tunus-Libya davsı, par. 96, 117.
[68]Kuzey Denizi davaları, par. 188.
[69]Libya-Malta davası, par. 51.
[70]Gine-Gine-Bissau davası, par. 124.
[71] İngiltere-Fransa davası, par. 188. Bu konuda bir değerlendirme için bakınız, COLSON, D.A., 1978, “The United Kingdom-France Continental Shelf Arbitration”, American Journal of International Law, vol. 72, s. 103.
[72] Örneğin, İngiltere-Fransa davası, par. 182.
[73] Örneğin, Maine Körfezi davası, par. 92, 98.
[74]Kanada-Fransa davası, par. 70.
[75] Bu konuda bir inceleme için, bakınız, GÜNDÜZ, A. “A Tentative Proposal for Dealing with the Aegean Disputes” içinde , ÖZTÜRK, B. (ed.) 2000, The Aegean Sea 2000. İstanbul: Turkish Marine Research Foundation, s. 165-169.
[76]Şayet adaların kıyı uzunlukları dikkate alınmazsa, Türkiye Ege’de 2,800 km civarında bir kıyı uzunluğuna sahipken, Yunanistan 2,400 km civarında bir kıyı uzunluğun sahiptir. Adlar dahil olduğunda Türkiye’ye ilişkin rakam önemli bir değişiklik göstermezken Yunanistan’ın Ege deki kıyı uzunluğu yaklaşık 10,000 km civarına çıkmaktadır. Statistical Yearbook of Greece, 1996, s. 27-28, 41; Türkiye İstatistik Yıllığı, 1996, s. 4.
[77] Örneğin, İzmir Yarımadası denize doğru uzanırken, Yunanistan’ın karşı kıyıları içe doğru girinti yapmaktadır. Veya, Güney Ege’de her iki ülkenin kıyıları da neredeyse aynı çizgi üzerinde aksi istikamette yön değiştirmektedirler.
[78] Bu oranlar şu şekildedir: Türkiye %7.5; Yunanistan %43.5; Açık Denizler %49. Ege karasuları sorunu üzerine bir inceleme için, bakınız, TOLUNER, S. “Some Reflections on the Interrelation of the Aegean Sea Disputes” içinde ÖZTÜRK, B., a.g.e., s. 121-138.
[79] Bu konuda benzeri yorumlar için, Van DYKE, J.M. “Maritime Delimitation in the Aegean Sea” içinde ÖZTÜRK, B., a.g.e., s.165-169.
[80]Buna ilişkin bir inceleme için, bakınız, OXMAN, H.B. “Applying the law of the Sea in the Aegean Sea” içinde ÖZTÜRK, B. (ed.), 2001, Problems of Regional Seas 2001. İstanbul: TÜDAV, s. 270-271.
-----------------------------
kaynak:efrasyap.org