Gülce Edebiyat Akımı

Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.


YUNUS'TA HOŞGÖRÜ VE BUNUN OSMANLI İMPARATORLUĞUNA YANSIMASI

Hayrettin İVGİN

Türkler; İslamiyeti benimsemelerinden çok daha önce başlamış olan "Türk insanseverliği"ni İslâmiyetin âhlak kavramıyla ve insan değerleriyle geliştirerek güçlendirmiş ve yaşatmışlardır.

Hayatı, duygu dünyası, tasavuf yönü, dili ve üslûbu bakımından ilgi toplayan Yunus Emre'nin sanatındaki en önemli ve en güçlü unsurlardan biri; (insansever düşünce + hoşgörü) anlayışıdır. Yunus Emre'nin düşüncesindeki insan değeri ve insanlık kavramları, "Türk İnsanseverliği (Hümanizması)"nın temelleridir. Bu insanseverlik; dil, din, ırk, mezhep bölünmelerine karşı çıkan evrensel bir nitelik taşımaktadır.

Yunus Emre'nin insansever ve insanı ön planda tutan şiirleri biraraya gelince; Türk kültür tarihinin en sağlam başarılarından biri ortaya çıkar. Çağımızdan 700 yıl önce yaşamış bir halk şairimizin; önce Rönesans hümanizmasını sonra da Batı'da 18. yüzyıldan beri gelişen modern hümanizmayı müjdelediği ve temellerini attığı, hatta onların halâ erişemediği bir düşünce olgunluğuna ve şiirli söyleyiş gücüyle erişmiş olduğu görülmektedir.

Ancak şu farkla ki Batı Hümanizması dinsizlik üzerine bina edilmiştir. Ama Yunus'un hümanizması, İslâm dinimizin o engin ve evrensel insanseverliği ile bağdaştırılmıştır.

İnsanı dünyanın ölçüsü kabul eden ve yeryüzündeki varlığında değer ve önem bulan "İnsan sevgisi" düşüncesinin kökleri elbette Yunus Emre'den çok önce başlamıştı. M.Ö. 5. yüzyılda Protagoras, insan varlığının herşeyin ölçüsü olduğunu belirtmişti. Doğuda Konfüçyüs ve Buda inançları, ilâhî ve insancıl değerleri ön plana çıkarıyordu. Sokrates, insanın kendini tanıması üzerinde dururken, insanseverlik ve hoşgörü düşüncesinin temellerinden birini ortaya koymuştu. Aslında hem Hrıstiyanlıkta hem de İslâmlıkta dinî hümanizmanın belli ve güçlü kavramları vardır. Ancak her iki dinin de bağnaz ve yobaz yorumcuları, bu güzel değerleri çiğnemeye ve ortadan kaldırmaya uğraştılar.

10. yüzyılın ortalarında Ebu Hasan Eş'arînin (ölm. 935) kurduğu bir öğreti okulu, her türlü aklî düşünceyi reddetti. Akla ve her türlü şüpheye, özgür düşünceye karşı koyan koyu bir iman öğretisi olan "Eş'arîlik"; aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşmayacağını, kulların ancak kayıtsız ve şartsız inanmak zorunda olduklarını ileri sürmektedir. Onlara göre, akıl yoktur, ancak ilahî irade vardır. Eşarîlere göre akıl pek güçsüz bir veridir. Dine ve söylenenlere, körü körüne inanacaksın, akıl yürütmeyeceksin, düşüncesi hakimdi.

Oysaki tamamen Arap zihniyeti ve Emevî anlayışı olan Eşarîliğin bu düşüncesine ve öğretisine, Türk müslümanlar karşı çıkmış, insanın ve aklın üstünlüğünü, Allah'ın akılla algılanabileceğini ve imana akılla erişilebileceğini, insanı tanımakla Allah'ı tanımanın gerçekleşeceğini söylemişlerdir. Yine 10. yüzyılda ortaya çıkan Ebu Mansur Maturudî (ölm. 944) kurduğu bir öğreti sistemi ile Türk müslümanlarının Maturudîliğe meylini sağlamıştır. Yine Eşarîliğe karşı çıkan Mutezile adlı İslam öğretisi insanı önemli bir varlık olarak görmüştür. Bu öğreti sistemlerinde Allah'a inanmak ve iman esastır. Akıl, sevgi, insan sevgisi öne çıkmıştır. Allah da iman da akılla algılanabilir, akıl Allah'a imanın kaynağı değil, sadece aletidir. Bir şey Allah yasakladığı için kötü değildir, o şey kötü olduğu için Allah onu yasaklamıştır.

Yunus Emre; Maturudîlik ve Mutezile öğretilerini çok iyi bilen her Türk mutasavvafı gibi bu konuda kendini eğitmiş bir şahsiyyettir.
İnsanı ve aklı ön plana aldığı için Eşarîler tarafından Maturidîlik ve Mutezile öğretileri Batınî olarak görülmüştür. Yani din dışı bir akım olarak telâkki edilmiştir. Ama Anadolu Türk Müslümanları, Eşarîlik tesirinde kaldığı gibi Mutezile ve Maturidîlik öğretilerinin de etkisinde kalmıştır. Yunus Emre; hiç şüphesiz insanı ve aklı ön planda tutan bu İslâm öğretilerinden Mutezile ve Maturudîliğe daha açık ve sempatik davranmıştır. Onu, bu konuda Batinî olarak da suçlamışlardır. Yani, imanın ve İslamın şartlarına uymadığını söylemişlerdir. Kendisini namaz kılmıyor diye eleştirmişlerdir. Oysaki namaz, niyaz, ibadet hepsi Allah'la kul arasındaki bir olaydır. Kimseyi ilgilendiren bir husus değildir. Bir şiirinde kendisini suçlayanlara şöyle sesleniyor:

Bana namaz kılmaz diyen
Ben kılarım namazımı
Kılsam da ya kılmasam da
Tanrı bilir niyazımı

Ondan özge kim bilecek
Kim Müslüman kimler değil
Ben kılarım namazımı
Kabul ederse nazımı

Şurası bir gerçek ki Yunus Emre'ye en etkili olan mutasavvıf Mevlana Celâleddin-i Rumî olmuştur. Yunus, ondan tasavvufî hümanizmanın bir çok unsurlarını almıştır. Anadolu'nun başka bir manevî aydınlığı olan Taptık Emre'den ise insancıllığın heyecanını elde etmiştir.

Anadolu'yu aydınlatan başka bir hoşgörü ve insancıllık sembolü Hacı Bektaşı Veli'dir. Mevlâna, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli'nin hoşgörü ve insanseverlik üzerine olan düşünceleri öyle bir örtüşüyor ki hayret etmemek mümkün değildir.

Yunus Emre'nin hoşgörü ve insanseverlik düşüncesi; yeni bir felsefî sistem değildir. Doğunun ve Batının yüzyıllar boyunca geliştirdiği hümanist düşüncelerin bir ön çıkışıdır. Yunus'un bir şaheser olarak ortaya koyduğu bu düşünceyi; kendinden önceki hiçbir düşünürde, sanatçıda, şairde ve din adamlarında bulmak mümkün değildir. Yunus Emre; eski Yunandan ve Roma'dan, Doğu dinlerinden, İslâmiyetin öz değerlerinden, içinde yaşadığı bölge ve yüzyılın sufîlerinden aldığı bu akıl ve insancı kavramlarını birleştirerek bir "Türk Hoşgörü ve Hümanizması" ortaya koymuştur.

O, Anadolu'nun yaşayan Türkçesiyle ve şiirsellikle düşüncelerini Türk toplumuna ve Türk kültürüne sürekli ve etkili bir etik (ahlâk) olarak bırakmıştır. 700 küsür yıldır onun bu sentez düşüncesinin yaşayabilmesi bundandır. Batı, bu düşünceye Rönesansla ancak 300 yıl sonra ulaşabilmiştir.

Yunus, bu insanlık sevgisini ve yeryüzündeki bütün insanların birlik ve beraberlik içinde olması gerektiği anlayışını, ne zaman dile getirmiştir? Mogolların yaptığı akınların ve üstüste kaç Haçlı Seferlerinin perişan ettiği bir bölgede, İslâm-Hırıstiyan düşmanlıklarının yoğun olduğu bir zamanda ve İslâmiyet içindeki korkunç mezhep kavgalarının sürüp gittiği bir dönemde dile getirmiştir. Harabelerin, kan, öç ve kinin, gözyaşlarının arasında; insanlar arasındaki kardeşliğin, yeryüzündeki barışın, birleşmenin ve dayanışmanın olması gerektiğini haykırıyordu.

Ben gelmedin dava için
Benim işim sevi için

diye boşuna seslenmiyordu.

Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Bil ki yetmiş iki millet
Elin yüzün yumaz değil

Yunus Emre'nin hoşgörüsü, tüm insanlara aynı gözle bakmayı ifade eder.

Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatte asidir.

Bakınız şu hoşgörüye; bu hoşgörüde insanlık ve Allah sevgisi el ele, baş başa gider.
Hakkı gerçek sevenlere
Cümle âlem kârdeş gelir

Onda bu sevgilerin dışında dünya sevgisi de vardır.

Dünya bir gelin
Yeşil kızıl donanmış
İnsan yeni geline
Bakı bakı doyamaz.

Mevlâna ve Yunus'un aşk felsefeleri ve birlik çağrıları, onların yaşadıkları yüzyılda küçük bir uç beyliği olan "Osmanlı Beyliği" nde yankısını buldu. 13. Yüzyılın sonuna doğru Anadolu'da birlik sağlanması çalışmaları başladı. Bir "kevn", "oluşma", "birleşme" dönemi başladı. Osmanlının temel harcında, Mevlâna ve Yunus'un şiirlerinde filizlenen sevgi vardır. Aydınlar katında Mevlâna, Halk katında Yunus, yüzyıllarca sevgi ve hoşgörüyü besleyen iki kaynak olmuştur. Eğer Osmanlı coğrafyası; çağına göre insanların bütün haklarını kullanabildikleri bir coğrafya olmuşsa; bunda Mevlâna"nın ve Yunus'un payları büyüktür.

Yunus'un şiirleri ve düşünceleriyle Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında büyük rolü olduğunun farkına varan Ahmet Hamdi Tanpınar bir yazısında şöyle söylüyor:

"Ne zaman Orhan Gazi'nin çehresine biraz eğilsem, orada Yunus Divanı'ndan aksetmiş çizgiler görürüm ve bütün bu fütuhatların arkasında bu ruh kasırgası ile Türkçe'de doğan yabancı değerler dünyasını selamlarım."

Osmanlı fatihleri Anadolu'da birlik sağlandıktan sonra Balkanlarda inanılmaz bir hızla ilerlerken, Yunus'un felsefesini ve düşüncesini safha safha uygulamaya koymuş gibidirler.

Rumeli'de Osmanlı ordularına karşı ciddi bir mukavemet gösterilmemiş olması, hiç şüphesiz, fatihlerin girdikleri her yere âsayiş getirmeleri ve insanların can ve mal emniyetlerini sağlamalarından dolayıdır.
Kısaca, fethedilen topraklarda, asillerin âdetâ köle olarak kullandıkları insanlar, feodalizmin cenderesinden kurtarılıyordu. Dillerini özgürce kullanmaları, kültürlerini ve inançlarını korumakta serbest olmaları, refaha kavuşmaları, Türk insanseverliği ve hoşgörü anlayışını kabul etmelerine sebep oluyordu.

Şunu, kısaca şöyle ifade edebiliriz: Osmanlı Fütuhatının ardında Mevlânanın "Her ne olursan ol, gel" diyen sesi ve Yunus'un "Gelin tanış olalım" diyen esprisi vardır.
malesef hayettin beyin katılamayacağımız düşünceleri vardır. yunus ve mevlana ile ilgili itirazımız yok elbette. ama osmanlının büyümesiyle avrupaya hükmeerek feodalizmi kaldırmasıyla bir ilişkisi yok. osmalının kuruluş aşaması tamam. ya sonrası? osmanlı anadoluda feodalizmi kaldırmamış ve üstelik türkmen kıyımına giderken doğuda güneydoğuda feodalizmi desteklemiştir. osmanlı da yunus insanseverliği olsa idi türkmen kıyımını yapmazdı. osmanlı sonradan yunusu sevmekten vaz bile geçmiştir. ürgüp belediyesinin geçen yıllarda yunus emre sokağının adını değiştirmesi gibi.
Evet.Osman Bey' in dile getirdiği gerçekler ne yazık ki tarihin karanlık odasında bekletildi, veya saptırıldı her zaman ki gibi! Yüzyıllar boyunca dünya üzerinde bu hep böyle olmadı mı? İşine gelenin ön plana çıkarıldığı, gelmeyenin haklı haksızlığına bakılmaksızın susturulduğu ya da arka sokaklarda bir yerde bekletildiği ya da yok edildiği...
Ne kadar uğraşılsa da tarih; kendisini inkâr edenleri, görmezden gelenleri affetmiyor; tekerrür ederek...
Ne zaman ki vicdanıyla, aklıyle hür olup yüzleşir kendisiyle, gerçeklerle toplumlar / insanlar; işte o zaman medeniyet denilen canavarın oyuncağı olmadan ama cehaletin karanlığında da kaybolmadan ilerleyip yol alır barış içinde daha da güçlü bağlarla.
Teşekkürler Osman Bey...Dostça, saygıyla...
ben teşekkür ederim refika hanım. selam ve saygılar.