Gülce Edebiyat Akımı

Tam Görünüm: Şad Olasın Sevim Can!..
Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.




Sen, sevginin odağında yüreğini kanatarak yaşıyordun sevdaları. “Yenilgi” adlı şiirinde şöyle diyordun;

“Bir gönül savaşı sonrası
Kahverengi gözleri damıtırken yaşları
Affediyordu sevdiğini, kurumadan yanakları.


Bir sonraki savaşı başlatıncaya kadar
Umutla sürecekti
Gözyaşlarını silerek hazırlanışları.”

Senin anlayışında yenilgi, sevgilinin terki değildi; asıl, yüreğin kin ve öfke zehriyle kirlenmesiydi. Ki; sen buna asla izin vermedin. Bu yüzdendi kahverengi gözlerin damıtırken yaşları, kurumayan yanaklarının affedişi sevdiğini. Sen, bu yenilgiyi kabullenebiliyordun. Oysa yenilgiden öte bir zafer, bir olgunluk, bir öz saygı idi senin kendine, sevdiğine ve sevdaya karşı duyduğun. Sen, yüreğini kirleterek değil; sevda bayrağını göndere çekerek kazanıyordun yenilgi denilen o tevazuunu aslında.

“Senin de zehrin vardı
“Sarmaşığımsın” der, zerk ederdin benden beter
Elmanın ikinci yarısıydı payımı bıraktığın son gidişin/dönmediğin.

Nedendir kökümdeki acı helezanî dal/Sarmal
Sarıyorum/Gidiyor, sımsıkı sarılıyorum/Ölüyor
Sen bari dön ne olur/Kal
Son gidişin, son olsun dönemeyişin.
Zehirli sarmaşığın kökünde kederi
Başımın belası dediğim sen, bana sarıldığında değişecek
Dile düşen acı bilinen kaderi.”

Sen sevgini ve sevginin dile getirilişini tıpkı bu dizelerindeki sarmaşığa benzetirdin; sevgili, seni seviyorum dedikçe; yüreğine zerk edilen o tatlı zehir sarıyordu bütün benliğini, tutsak ediyordu.

Bir elmanın iki yarısından biri –bir daha dönmemecesine- gidince, o sarmaşık ruhunu, yüreğini kanatan zehirli bir iksir olup acıtıyordu. Bu kadar severken, apansız çekip gitmeleri “sevgisinden korkan yiğidin” - bilinmeyen – bir bildikliğine verecek kadar gani gönüllüydün.

Sevgilinin -geride kalan- yarım elmaya sinen kokusunu misk-i amberle eş tutarak, içine çeken… Yarım elmasına doyamamanın öfkesiyle o gidişe lanet ekerken, yine de kıyamayıp o laneti biçmediğindi sevgi anlayışındaki hoşgörü, bağışlayıcı yan. Ve umutların…

Her ne kadar gidişleri zalimlik olarak algılasan da; sevgilinin dönüşüne ilişkin taşıdığın umut hiç tükenmiyordu yüreğinde.

“ Aşk-ı Memnu oldu yürekte sızı
Kalmadı dermanı kahroldu bazı
Âşıklar çalıyor gam ile sazı
Sevim can karalar takıyor dön… Gel.”

Sen sevdiğin zaman; yüreğinle, ruhunla seversin, vaz geçersin kendinden; can olursun sevgilinin bedenine, can bulursun o bedende kendine. O sevgili ki; kapayıp giderken kapıları, can da gider onunla birlikte küllerini alev alev yakarak. Ve yine umut… Gözün kapıda, kulağın seste; sevgiliden bir haberdir umudun… Dayanılmaz yürek sancılarıyla “Dön… Gel” Nidalarına cevaben umutla beklenen bir haber yıllara akarak gölge düşürse de umuda; sen sevmeye devam ederdin, yüreğinde gizli sevda nakışlarıyla, büründüğün karalarınla.

Bazen;

“Gel demedim ki
Gelirdin oysa
Koşa koşa
Sımsıkı kapadım kavanozun kapağını
Gururum tozlu raflarda kaldı
Sevdamsa dimdik ayakta
Biliyorum, dualarım gitmeyecek boşa

Umut işte! Geleceğini düşlemek, ama…
Sallanan sandalyem bahçe kapısını gören tarafta
Duyduğumda gıcırtısını
Yavaşça açılışını…
Koşacağım sana
Kollarına

Tükenmeden beden
Bari bir haber yolla
Güvercinle
Ulakla.”

Diye seslendiğin yorgun haykırışlarına inancını, umudunu katık ettin hep.
Sevdalarında umudunu yitirmeyen, sevgilinin her an gelebileceğini düşünen duru ve çoğaltıcı bir sevgi anlayışı… Gidişler karşısında bir kavanoza benzettiğin yüreğinin kapağını sımsıkı kapatıp, rafa kaldırsan da gururunu; sevdanı sahiplenerek onurla ayakta tutabilen nadide bir benlikti seninki.

Öyle bir benlik ki; dönüşe ilişkin ettiğin her dua’nın yerine geleceğine, bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanacak... Küçükte olsa gönderilecek bir haberin ardına düşüp, sevgiliye sarılabilmeyi hayalleyecek kadar saf ve Yunus’ ca…

“Şimşek gibi çakıp
Sel gibi coşmuştun
Sen bana gitmek için mi gelmiştin

Ve gittin
Ben…
Bittim
Oysa kalman için neler yapmadım ki…

Neden?

Ahh be koca adam…
Bu kalp seni yanana kadar değil
Ölene kadar sevdi de
Sen bana gitmek için mi geldin

… “

Bir gün kaderin dipsiz kuyularında, o koşulsuz ve ölümüne çok sevdiğin, benliğini adadığın “şimşek gibi çakan, sel gibi coşan” Koca Adam” ından, yüreğini sarandan koparılacağını düşünememenin acısıyla bitip tükenen, onu yaşatmak için canından can veren zarif yüreğin her şeye dayanabilirken; zamansız ölümleri, sevdiğin o koca adamın yokluğunu kabullenemedi. Yıllar içinde ona, yani “Koca Adam” a, sevgili eşine duyduğun aşk küllenmek yerine, her geçen gün yüreğini dağlayan bir ateş parçasına dönüşüyordu. Artık yarımdır canın, can bildiğinin yokluğunda.


“Biz…
Dostça sarıldık birbirimize
Mertçe ayrıldık
Öyle olması gerekiyordu
Şartlar bunu gerektiriyordu

Senede bir de olsa, ayrıldığımız yerde karşılaştığımızda
Elbette sarılacağız yine
Belki eskisinden de sıkı
Sımsıkı
Ama dostça
Evet dostça
Bunu yapabileceğiz
Zor da olsa


Senede bir gün de olsa, aynı yerde
Gözlerimiz iki çift yerde
Aynı yerde. “

Diyordun Sevgili Sevim Erdoğan TEZEL… Senin anlayışında ayrılıklar nefretin değil; paylaşıma, saygıya dayalı dostluğun gönül bahçesinde bir zambak gibi dimdik ayakta duran sevgi çelengidir. Solmaksızın açar daima dostluğa. Eğer koşullar ayrılığı zorunlu kılmışsa, bunu olgun benliğinin mahzeninde damıtırsın, insani değerler ve dostluk adına.
Elbette bu o kadar kolay değildir. Nitekim sende bunun ayırtındasın. Ama inanmış Yunus yüreğin, sevgiyle hemen her zorluğun başarılacağına. Zira asıl sevmek budur; yeri geldiğinde sevdasını yüreğinin derinliklerine kilitleyerek, dost kimliğiyle sevdiğinin yanında olabilmek, beklentisiz.

“Dudaklarımda bir elmaşekeri tadı
Böler kahverengi düşlerimi
İnadına kırmızı
Satır arası


Düşlerimin rengini değiştirmek maksadı
Sevda soktu araya
İnatçı
Açıldı rengi düşlerimin
Kırmızıya çaldı koyusu
Her satır arası, önü, arkası
İnadına kırmızı

… “

Bütün renklere sevdalı yüreğin, ille de kırmızıda gömülü kaldı inatla! Her renkte kırmızı aradın, kırmızıyı gördün, kırmızı hayalledin! Çocuksu, saf duyguların elma şekerinde saklı kırmızısı…

Sen zoru seçtin; her genç gibi baharı yaşadın baharında, rengârenk çiçekleri seyrederken uzaktan, kimisini dokundun, kokladın sevdin yakından.

Olgunluk dönemini tıpkı “Günebakan Çiçeği” ne benzettin; güneşe âşık… Öyle bir inanç, öyle bir inat ve aşk ki; ne buzula, ne zincire boyun eğmedi güneşe dönük yüzü...

“Baş ağrılarıma sebep lodostu
Sense lodosçulardan biri
Toplayan kırıntıları

Koca bir çınardım
Son lodos kırmıştı dalımı
Savurmuştu denize acımasızca


Bir istiridye kabuğu içinde
Denizin dibinde
Sürüklene sürüklene

Şimdi…
Sahilde kumlar üzerindeyim
Dinlenirken lodosçu beklemekteyim

Hemen oracıkta
Bak!

Bastığın bir çakıl taşının altında
Kapalı bir istiridye kabuğu içinde
Sana cevherim. “

Demiştin, lodosa benzettiğin sevdanda lodosçu sevgiliye. O lodos ki; baş ağrılarına sebep olacak kadar güçlü ve önüne geleni silip süpüren…

İşte böyle bir lodosla savrulup gittin denizin derinlerine koca çınar! Med-cezirlerle boğuştun, yenilmedin kum tanesi gibi sürüklenirken… Ve bir istiridyede cevher olup bekledin, kavuşmayı umut ettiğin sevgiliye. Verdiğin mücadele; zafere koşan, ayakta kalmayı ve hâlâ inanabilmeyi başaran bir varoluş mücadelesiydi. Denizin derinliklerinden sahile, kumlar üzerine gelebilmeyi başaran ve hâlâ kendisini o zorlu aşamalara sürüklemiş lodosçusunu -yeniden, hep yeniden- bekleyendin yürek gücünle…

“Geldin yine
Her gece olduğu gibi/yeniden/yine

Ruh gibisin, güçlükle görebiliyorum seni
Bulutlar mı elbisen yine

Kucağında yıldızlar…
Devşirmişsin bana
Benim için yine …”

Dediğin “ Geldim Yine” şiirinde, sevgilinin geliş gidişleri Gel-Git' e dönüşse de; razıydın yine de, bulutlardan giyindiğin elbisenle onu görebilmeye! Her zamanki yerinde sallanan sandalyende; yanaklarına değen -sevgilinin- parmak uçlarıyla, kelebek öpüşleriyle sevdana, aşkına serdiğin yüreğini;
“Gel, her gece gel yeniden” yakarılarıyla, ne kadar derinden ve özlemle sevdiğini gizlemeyerek...
Ve her şeye rağmen sevdiğine ; “beyaz zambak desenli kahverengi yorganını iyice ört üstüne / üşüme” diyen duyarlılığınla…

Bir çocuk hassasiyetiyle önemseyerek ve ayağa kalkıp sevgiliye gideceğin günü umut ederek, Sevgilinin bir daha ne zaman geleceğini bilemediğin gidişlerine hazırlardın yüreğini.

“Yitirilen” şiirinde Sevdayı; Uludağ’ ın doruklarından esen rüzgârlara benzetirdin; serince paylaşılırken, kavşakta kesişen iki şehir gibi “poyraz” a dönüşen…

Patika yolda bir yanın uçurumken diğeri dönüşü olmayan yokuş, yamaç, yasak bölgeydi! Bu zorlu dönüşte ödenen bedeldi yitiklik! Sen ise; sevgine inanmanın, umut etmenin erinci içinde, iliklerine kadar ıslanmayı göze almış, dönmeyecek olan…

Hayat öyle sürprizlerle dolu ki… Bazen seçme seçilme hakkımız ya da fırsatımız olamasa da;

Hiç umulmadık bir anda çıkagelen başka hayatlara, başka yüreklere döşek olan bir koca yürek alt üst eder yaşamını, sevdaya kenetleyerek. İşte, parmakta başkasına ait bir yüzük, yürekte konuk edilen sevgiliye ait bir resimle ikiye bölünmüşlüğün bir türlü gerçekleştirilemeyen seçimi! “İki Ağır Yük” te, böyle diyorsun ya Sevim can! O koca yüreğin tıpkı bir sandalcıya benzer! Yüreğine sandal, kendine de kürekçi sıfatını yakıştırırdın. Gücünü aşan, çekmekte zorlandığın kürek, hayatını parçalara bölerek eşitlemeğe çalışsa da; elde kalan yine iki kürek ve bir sandaldı! Yükünün ağırlığıyla yaralanan sandal; sisler içinde limansız, kimsesiz, dalgalarla boğuşurken su alarak batar, bir arpa boyu yol alamadan kurtuluşa…

Kolay mı; yükün ağırlığıyla göçen yanakların, çöken omuzların acımtırak hüznünü yaşamak? Kolay mı; alyansında başka isimle, yüreğinde başka resimle seçimsizliğin arbedesinde yaralı kalmak? Yakamozlar bile davetkâr çağrılarıyla kurtaramazken karanlığa gömülen sandalı; kolay mı?..

Hayatın zorluklarını, dayanılmazlıklarını görebilen, algılayabilen, zaman zaman da yaşayabilen…Ama mutluluğa da şüphesiz inanmış olgun yüreğinle, usunla; dayanılmaz denilen yürek sızılarına dayanıp katlanabilendin!. Gücünü aydınlık yarınlara inancından, taşıdığın umut denizinden alıyordun; yüreğine yaşanılan acıları, dayanılmazlıkları değil; yaşanmamış ve yaşanacak olan güzelliklere olan inancını ekerek…

Nitekim “Umut Zerreleri “ şiirinde de böyle diyordun Sevim…

Yürek sevmiş, ölümüne bağlanıp inanmışken; “Git Gidebilirsen!”...

Bir zamanlar baharı yaşamışken onunla ve her anımsadığında acıyan canın, kanayan yüreğinde yaşatıyorken sevgiliyi…

Ve hâlâ sevgilinin kuş kanatlarına yüklenmiş haberini bekliyorken; gitmek!..
O şehir tanıkken yaşanılanlara, aşk’ lara, sevdalara… Tanıkken baharın rengârenk cıvıltılarına, sevgili kokusunun sindiği sımsıcacık şiir tadını bırakarak gitmek! Ama nasıl…

Hayatın hayhuyu içinde hoyratça tüketilirken sevgiler, kırılıp dökülürken yerlerde sevdalar ve derinlikten uzak sevgililer; “Sevgililer Günü” gibi yaldızlı aldanışlarla günü geçirirken… Sevgiyi, aşkı, vefayı ve bir omuza dayanmanın ne demek olduğunu bilen, hisseden bir yüreğin böyle bir gündeki yalnızlığına, burukluğuna, öksüzlüğüne yazık! Bekleyenin bin kere ölüp dirildiği; beklenilenin savrukça ıraklığı yüreğe hançer değil de nedir?

O karagözlerin, o esmer yüzün, o güzel yüreğin sevgiyle Sevim’leştiği yıl, 1954 Mart’ ı…

Doğduğun güne sevinirken, takvim yapraklarının hazanında bir başına O’ nu bekleyerek geçirilen doğum gününün hüznü sözcüklerle ifade edilemiyor bitmeyen bu “Bekleyiş” lerle!

Sen, zaman zaman karamsarlıkların, aşırı hassasiyetlerin yaşandığı anlarda hep şiire sığınır; sözcüklerin derinliğinde kulaç açarak nefeslenmeye çalışırdın, sorgulardın kendini; ”Neler Oluyor Bana” diyerek…

Sıcacık yüreğin, aile ve dostlarına bağlılığınla daha da derinleştirirken sevgiyi; her “Torunum” deyişinde, sesine bambaşka tınılar yüklenirdi.
Senin, torununa olan sevgini ayırarak çok özel bir yere koyduğunu, muhafaza ettiğini biliyordum!. Aradaki -sözcüklere sığmayan- sevgi bağı ve iletişim, inanılmaz bir noktada cezbediyordu görüp tanıyanları.

Okuma aşkıyla dolu yüreğinde ülkene, insanlığa, değerlerine bağlı yetiştirdiğin çocukların gibi, torununu da hayırlı bir evlat olarak yetiştirme amaç ve çabanı biliyordum Sevim can!

Farklı kültürleri daima özünde harmanladın sevgiyle.

Dost, dostluk dendi mi akan sular dururdu senin yüreğinde. Şen şakrak ve paylaşan yüreğin unuturdu kendi derdini tasasını. Yüklenirdin dostların kederini; unutturma çabasıyla çırpınırdın dostların için mutlu tebessümlerle.

Umut taşırdın yarınlara. Dostluk bahçesine her defasında -açmaya hazır- güller dikerdin. Bir adıma on adımla karşılık vererek; verici, yapıcı, çoğaltıcı olurdu yüreğin dost yüreklerde. “Can Dostuma” nasıl koşmayayım ki! Der; koşardın beklentisiz, dostlarına…

Ne kadar güçlü bir yürek ve derinlikli bir us taşırsa taşısın bedenin; insan benliği gün gelir bezer, bunalır, yorgun düşüp daralır kahırdan, kederken. Yalnız gecelerin koynunda sığındığın yorganındır gözyaşlarını silen! Bazen şiirler yazarsın meçhule, bazen -yumruklanan duvarlardan hınç alırcasına- savrulan okkalı küfür ve ilenmelerle doğmayan güneşin doğuşunu beklersin geceden…

Mutluluğu aradığın ummanlarda soğuk düşlerle üşüyerek ve nihayet yaşanılanın kader olduğu teslimiyetiyle kabul edilen Mecnun geceler… Kendini yaşam dolu sanırken, ölümü düşünebilmek acıdır buhranların kıskacında, çokça severek…

Çok zor bunları şiire dökmek, çok…”Sorular… Sorular”… Yanıtı olmayan dilsiz, kanatsız, uçsuz bucaksız sorular…Bizim sorularımız!..

*

Seni çok özlüyorum Sevim can! Kimselere duyurmadığım haykırışlarımız saklı içimde; öyle saf, öyle yalnız ve suskun…

Ebediyete intikal edişinin bu beşinci senesinde dolu dolu tükenmez sevgilerimi, saygımı ve dinmeyen hasretimi gönderiyorum sana; soğuk mermer taşlarıyla değil, kıyamam! - Akdeniz’ in mavi sularında sevgi kırıntıları arayan- martılarla bazı, bazı penceremin pervazına tünemiş güvercinlerle, ama en çok turna kanatlarında…

Sen ki; yokluğunda çoğalarak kök salan dostluk ÇINAR’ ım;

Şad olasın, rahat uyuyasın mekânında diyerek; rahmetle, saygıyla, sevgi ve hasretle eğiliyorum aziz ruhun önünde…
Şahsen tanıma fırsatım olmadı. Değerli şairimize Allah rahmet eylesin. Dost yüreğiniz var olsun Reflka hanım.