Gülce Edebiyat Akımı

Tam Görünüm: TÜRKLERE GÖRE YER VE YERALTI
Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.
TÜRK MİTOLOJİSİ
YER VE YER ALTI
"Yukarıda Mavi Gök, "
Aşağıda Yağız Yer "Yaratıldığında,..."
Göktürk Yazıtları
1. TÜRKLERDE, "YERE", "KARA" VE "KARAYER" ANLAYIŞLARI


"Yer" sözü, eski türkçede de tıpkı Avrupa dillerinde olduğu gibi, toprak, bölge, dünya yuvarlağı ile yeryüzü anlamına gelirdi. Çindeki "Ti" sözü de, "Yer" in ifade ettiği bütün anlamları kendinde toplardı. Yer, maddî yönü ile bir topraktı. Anadolu Türklerinin deyimi ile "Kara toprak". Bizi besleyen, ama sonunda da, yine bizi sinesinde saracak olan toprak. Bu sebeple eski Türkler "mezara" da "yerçün" yani "yerci" demişlerdi. "yere batmak", "yere bat!" yani "Kaybolmak", "yok ol" sözleri de, hep bu büyük sonla ilgili deyimlerdi.


Yer sözünün ikinci anlamı da arazî, toprak, bölge, diyar, memleket, kara ve nihayet, yer dediğimiz şeylerdi. Fransızlar buna "la terre", Almanlar "das Land" derler. Eski türkçede bu deyimin içtimaî anlamları da vardı. Eski Türkler zaman zaman "Yurt, il ve vatana" da yer derlerdi. Onlara göre "hemşehri", bir yerdeş idi. Yerli ve yurtdaş da, bu eski deyimin nihayet bir devamından başka bir şey değildi. Su ile ilgisi olmayan toprak parçalarına, bugün niçin "kara" dediğimiz üzerinde durmayacağız. Ama şunu da söyleyelim ki, yalnız biz de değil; Ortaasya ve Sibirya Türklerinde bile, yere hep "kara yer" denirdi. Yere, kara denmesi de, yalnızca Anadoluda başlamış değildir. Ortaasyalı çok eski bir Türk şairi şöyle diyor


"Ediz arştın, altın karaga tegi"


"En yüksekteki gökten, en aşağıdaki yere kadar". Göğün özelliği yücelik (edizlik), yerin ise aşağılık, en altlık, (altın) idi. Bu suretle kâinatta "dikine olarak iki uç" vardı. "Yukarıda gök ve aşağıda ise kara", yani yer vardı. Bu örneklerden de açık olarak görebiliyoruz ki, eski Türkler yere, yalnızca "kara" demekle de yetinebiliyorlardı. Yerin rengi üzerinde, diğer bölümlerimizde duracağız. Yalnız, yere "kara" diyerek geçen Karacaoğlanın şu şiirini de almadan geçemeyeceğiz:


"Evvel sen de yücelerden uçardın,
"Şimdi enginlere indin mi gönül?
"Derya, deniz, dağ, taş demez geçerdin,
"Karada menzilin, adın mı gönül?


Yerin de tabiî olarak türlü türlü çeşitleri vardı. Eski türkçede, türlü yerler için, çeşit çeşit deyimler söylenirdi. Ağaçsız yerlere, "ak yer", çöllere "çölig yer", ormanlık bölgelere de "bükli yer" v.s. denirdi. Bugün Anadoluda'da, küçük orman parçalarına "bük" denir. Eski Türkler, kılavuzlara da "yerçi" demişlerdi. Çünkü kılavuz, yeri ve bölgeyi tanıyan, yol açan ve yer hakkında bilgi veren bir kimse idi. Savaşçı Türklerde "Kılavuzluk", çok önemli bir meslekti.


2. "TÜRK YERİNİ VE SUYUNU", RUHLAR İLE TANRI KORUYOR


"Kutsal yerler ile bölgeler" de, Türk düşünce tarihinin en önemli kısımlarını teşkil ederler. Türklere göre bazı yerler, Kâbe toprağı gibi kutsal yerlerdi. Türklerin düşürce düzenine göre bu yerler, yalnızca coğrafya anlamında bir bölge değil idiler. Bu yerlerin yeri v suyu, kutsal ruhlar tarafından temsil ediliyor ve korunuyordu. Bugünkü türkçemizde, "yer" dendiği zaman, toprağı ve içinde akan suları ile birlikte, bir arazi parçası hatırımıza gelir. Bu anlayış. Eski Türklerde de vardı. Fakat yer, "toprak" anlamında kullanılınca, o zaman durum değişiyordu. Çünkü yer, yani toprak ayrı; sular ise, ayrı kutsallıklara sahip idiler. "Yeri ve suyu koruyan ruhlar" da, yine ayrı ruhlar idiler. Bu sebeple eski Türk yazıtları, Türk milletinin bir yere konduklarını söylemek isterlerken, "o yerin, yerine suyun kondular", şeklinde bir afade kullanırlardı. Meselâ aynı anlama gelen, "Yerin-gerü, subıngaru konadı" deyimi, bunun en açık bir örneğidir. "Yerin, yani toprak ile suyun ruhları, yalnız kendine konan Türk milletinin koruyucu melekleri değil; Türk milletini idare eden Türk kağanlarının da başarı ve kutvericileri idiler".


"Yer bütünü ile, tıpkı gök gibi, kutsal ve ayrı bir bütündü. Yerde, Türk milletinin töresi ve ictimaî düzeni, yer ile göğün isteğine göre kurulmuştu. Devlet içinde bir karışıklık veya bir isyanın meydana gelmesi, yer ile göğün isteğine aykırı idi". Bu sebeple Türk Kağanları, isyan eden âsileri mızraktan geçirdiklerini söylerler iken, bunun "yer ile gök tarafından emredildiğini" söylemeği de ihmal etmezlerdi. Meşhur Uygur hükûmdarı Bayançur Kağan, bu isyanları nasıl bastırdığını anlatırken şöyle diyordu:


"Kulum, künim budunıg, Tengri Yir ayu birti, anda sançdım!": "Kölem ve cariyem olan bu budunu, Gök ile Yer emrettiği için, orada mızrakladım!". Kuzey Altaylarda oturan Türklerin efsane ve masallarında da böyle deyimlere rastlayabiliyoruz. Meselâ iki savaşçı karşılaşınca birbirlerine: "Ne göğe ve ne de yere dua et!" derlerdi. Yani bununla da "Seni, benim elimden hiç kimse kurtaramaz", demek isterlerdi. Bu metinlerde yer ile gök, tıpkı kutsal birer eş gibi görünürlerdi.


"Gök ile yerin düzeni", devlet ile içtimaî hayat düzeninin de bir sembolü gibi idi. Onlara göre, "Gökle yer bir düzen içinde bulunurlarsa, budun ve devlet de, düzen ve asayiş içinde yaşardı". Bilge Kağan'ın yazıtında, Dokuz Oğuz kavminin kendi budunu olduğundan bahsediliyor ve "Tengri yir bulgakın üçün", yani "Gökle yerin karışması sebebi ile" kendilerine düşman olduğundan söz açılıyordu. Yerle gök niçin karışmıştır ve bunun için de, kendi budunu olan Dokuz Oğuz kavmi, Bilge Kağan'a niçin düşman olmuştur" Tabiî olarak, bunun izahı güçtür.


3. YERLE GÖK, BERABER YARATILDI


"Eski Türkler yerin de, Gökle birlikte yaratılmış olduğuna inanırlardı":


"Gökle ilgili bölümümüzde, gerçek ve sonsuz gökten başka, dünyayı bir kubbe gibi kaplayan maddî bir göğün varlığından da söz açmıştık. Göktürk yazıtlarında, "Yukarıda mavi gök ve aşağıda yağız yer yaratıldığı zaman" şeklinde söylenen meşhur giriş, hafızamızdadır. Az önce Kutadgu Bilig'den aldığımız bir şiir de, yine buna benser bir ifade görmüştük. Kutadgu-Bilig elbetteki, kuvvetli bir şekilde, İslâmiyetin tesirleri altına girmişti. Buna rağmen, eski Türk dilinde ve edebiyatında kullanılan deyimler kaybolmamış ve o çağda da devam edegelmişti. Meselâ Göktürk yazıtları göğün yüksekliği için "Üze" sıfatını kullanırlardı. Kutadgu-Bilig de ise, bu sıfatın yerine, yine aynı anlamdaki "Ediz" sözü geçmişti. Göktürkler, yerin kainattaki yerini göstermek için "asra" deyimini kullanıyorlardı. Eski türkçede as sözü, "aşağı" demektir. Göktürkler, yere asra (= as-ra) demekle de, aşağıya doğru bir yön göstermiş oluyorlardı. Türkçedeki asra sözünün manasını daha iyi anlayabilmek için, buna örnek olarak başka bir deyimi de gösterelim. Meselâ eski ve yeni türkçede song, yani "son" sözü; sonuy, yani belirli ve tayin edilmiş bir son ucu (terminus) gösteriyordu. Son sözüne bir yön eki takarak, sonra (= son-ra) dediğimiz zaman, durum değişiyor ve söz, kendi kendine iki ayrı anlam ifade etmeğe başlıyordu. Bu anlamlardan birincisi, sona doğru bir gidiştir; diğeri de son denen noktadan, sonsuzluğa kadar uzanan bir mesafedir. Kanaatımıza göre Göktürkler, "asra yağız yir" derler iken, yalnızca "aşağıda yağız yer" demiyorlardı. Yeryüzünde, karanlık sonsuzluklara kadar gider "yer ve yer altı dünyası" da, bu anlamın içine giriyordu.


5. YERYÜZÜ VE YERKABUĞU


"Türklere göre yeryüzü ve yer kabuğu":


Eski ve yeni türkçemizde "yer", bir "kumaşın veya başka bir şeyin yüzü" için de söylenirdi. Meselâ eski Türkler, "yeşil yüzlü ipekli kumaş" için, "yeşil yerlig barçın" derlerdi. Eski Türklerin "Yeryüzü" için kullandıkları en önemli deyim ise, "yer kırtışı" dır. Kaşgarlı Mahmud'un sözlüğünde "kırtış" yalnızca "yer" sözü ile beraber geçerdi. Uygurlar ise, bu söze daha geniş bir anlam verirlerdi. Meselâ, "insan yüzü" ile başka şeylerin yüzüne de, "kırtış" derlerdi. Aslında ise "yer kırtışı", dünyanın dış kabuğu veya yüzü olmalıydı. Bu deyimi bugünkü Ortaasya Türk lehçeleri ile karşılaştıracak olursak, esas anlamına daha iyi anlamış oluruz. Meselâ Kırgızlar, "yerin sathına" veya "yer kabuğuna" "cerdin kırtışı" derlerdi. Saban girmemiş, yaban yerlere de "kırtıştuu cer", "kırtışlı, kabuklu yer" adını verirlerdi. Bunadan da anlaşılıyor ki, "Bir yer, sabanla çizildikten sonra, o yerin bekâreti ve orijinal kabuğu kalmıyor ve Allahın yarattığı yeryüzü de bozulmuş oluyordu".


6. TÜRKLER VE "YERİN RENGİ"


Bundan önceki bölümlerimizde yere yalnızca "kara" dendiği söylenmiş ve bununla ilgili olarak, Ortaasya ve Anadolu edebiyatından örnekler vermiştik. "Kara toprak" deyimi, Osmanlılarda olduğu kadar Kırgız Türklerinin edebiyatında ve Çağatay lehçesinde de çok yaygındır. Özbekler, buna "kara tofrak" derlerdi. Rengi kara olan topraklarla beraber, manevî anlamda toprağa ve "mezara" da böyle denirdi. Ali Şir Nevaî, "cansız cisimden hiçbir şey hasıl olmaz; o, gülsüz bir kara toprak gibidir", diyor. "Gülsüz kara toprak da, ay ışığı olmayan karanlık bir gece gibidir":


"Cismdin cansız ne hasıl, ey Müselmanlar kim ol,
"Bir kara tofrag tegdür, kim gülü reyhanı yok!
"Bir kara tofrak kim yoktur gülü reyhan ana,
"Ol karangu gece tegdür, kim mehi tâbanı yok!"
Ali Şir Nevaî


7. YER ALTI DÜNYASI


"Yer Ana adlı ruh, yerin ve toprağın sahibi gibi idi":


Yer altı ne kadar derinde ve nerelere kadar giderdi. Bunu o çağda kimse bilmezdi. Ama Türklerin de bir düşüncesi vardı. Bunun için, Türk kültürünün en eski şekline sahip olan Yakut Türkleri, dünyaya "Dipsiz dünya" demişlerdi. Yakutlar, "Yer ve toprağı bir ana, tıpkı güçlü ve kutsal bir kadın gibi" düşünmüşlerdi. Bu sebeple Yakut şiirlerinde toprağın adı geçtikçe, toprağa hep "Ana Toprak" dendiği görülüyordu. "Ana Toprak" deyimi, "Kâinat ruhunun" umumi bir adı idi. Bunun için Yakut efsanelerinde sık sık, "Sekiz köşeli Yer-Ana'nın sarı göbeği"nden söz açılırdı. Bazan da yerin göbeği,"Yer-Ana'sının kalkık memesi" olurdu. Her şeye can veren, taşıp ve çoşan kaynak, "Yer Ana"nın kendisinden başka bir şey değildi. "Sekiz ayığ Ana" yani "Sekiz Yaratıcı Ana" gibi, yer ruhlarının çoğu da kadındı, "Yerimi ve toprağımı temsil eden Sekiz Ana'ma, 6 yaşında bir boğa kurban ediyorum" derlerdi. Bu Sekiz Ana'dan başka, diğer Sekiz Yer altı Tanrılarının da adları geçerdi. İyilik gönderen ruhların yanında, insanlara ve hayvanlara hastalık ve felâket gönderen ruhlar da vardı. "Yer altı dünyasının Sekiz Soyu türemiş ve dal budak salmışlar; fakat aralarında bir geçim ve sulh düzeni kuramamışlardı". Bu sebeple, onlardan söz açıldığı zaman, "Yeraltının Sekiz geçimsiz soyu" da denirdi. Tıpkı İslâmiyetin "Eshab-ı Kehf"i gibi bunlara, "Uyuyan Sekiz Sersem Soy" lâkabı da verilirdi. Yakut Türklerinin dininde, yer altı Tanrılarının büyük bir panteonu vardı.


Yakut Şamanları zaman zaman şekil değiştirerek yeraltına inip, yer altı dünyasını gezerler ve yukarı çıkınca da ne gördüklerini uzun uzun anlatırlardı. Fakat Yakut dini ile ilgilenen otoritelere göre, Yakut Şamanlarının yer altındaki seyahatları, onlara sonradan girmiş hurafelere göre düzenlenmişti. Yakutların eski ve orijinal Türk dinlerinde bu yoktu. Bununla beraber Altay ve Sibirya'daki türkçe efsanelerde de, yeraltına inen ve orada büyük savaşlara giren kahramanlara rastlamıyor değiliz. "Göklerde hanlığını kurmuş olan Hakan'ın oğlu, göklerle beraber yeraltına da iner ve babasının hanlığını teftiş ederdi". Tabiî olarak, mitoloji ve masal ile, dinlerin dayandığı esas prensipleri birbirinden ayırmak lâzımdır. Gerçi, mitoloji de dinin bir aynasıdır. Fakat mitolojide anlatılan bir çok olay ve âdetler, çoktan unutulmuş ve cemiyet hayatından silinmiş olabilirlerdi.


"Yeraltındaki kötü ruhların sembolü, siyah bir tilki idi":


Altay mitolojisine göre "Yer altı ruhları", genel olarak "Siyah bir tilki" şeklinde görülürdü. Bu tilki, "Bazan avcıları peşine takarak yerin deliğine götürür ve oradan da yerin altına indirerek, avcı veya bahadırın, başına gelmedik felâket bırakmazdı". Yeraltı Han'ı "Erlik-Han"dı. Bazı Altaylılar ise buna "İrle-Han" derlerdi.


8. YER'İN KATLARI


"Batı Türklerine göre yer de, yedi kat idi": "Yedi" rakamı, Çin mitolojisinde de büyük bir önem taşıyordu. Fakat İran mitolojisinde bu sayının daha orijinal özellikleri vardır. "Türklerin kutsal sayısı ise dokuzdur". Bugün, İslâmiyet ve İran kültürleri ile, tarih boyunca hiçbir ilgi kurmamış olan Batı Sibirya ve Fin-Ugor kavimlerinde de, gök ve yer katlarının sayıları, yedidir. Bu inanışın İran mitolojisi yolu ile Ortaasya'ya yayılıp yayılmadığını bilmiyoruz. Böyle bir tesir olsa bile, İslâmiyetten ve hatta İsa'dan çok önceleri başlamış bulunması daha muhtemeldi. Eski Ortaasya ve Anadolu Türklerine göre yer, "Yedi kat" idi