Gülce Edebiyat Akımı

Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.
TAYYAR TAHİROĞLU GÖZÜYLE

TAYYAR TAHİROĞLU
(Keşan Öner Gazetesi-27 Ocak 2000)
******************************

“O bir pınardır, aktıkça suyu artar” demiş 28.12.1976 tarihli Kırklareli Gerçek Gazetesinde Savaş Erdem. Diğer bir dostu da “Sebil bir kalem eri” deyimini kullanmış. Ben de diyorum ki, her ikisi de doğru. Haklı ama, her iki deyim de Onun için yetersiz kalır. O sel-sebil, coştukça coşan bir çağlayan bir derya'dır O.

İsa Kayacan ile 11 Aralık 1999 günü Ankara Türk Dil Kurumu salonlarında yapılan İLESAM Genel Kurulu'nda beraberdik. Ben, en son Dalya, dediği yani 100. kitabı olan “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri” kitabı çıkınca kendisini kutlamıştım ama, 108. kitabının çıktığını bildiğim halde, her nedense bana göndermemişti. O ne kadar titiz ve intizamlı bir arşiv memuru ise, ben o kadar derbeder olduğum için, şu anda kitaplığımda kaç kitabı var bulamam. Fakat yine de kitaplığımda 5'ten fazla kitabının olduğunu zannediyorum.

O ilk mesleki yazı veya makalesinin çıktığı, 24.01.1961 tarihinden,1998 tarihine kadar 108 kitap yazmıştı. Kendisini tebrik ve başarılarının devamını dilemek için kendisini ziyaret etmek istediğimde, yoğun çalışmalarından ayıracak vakti olmadığı için Ankara'da görüşmemiz mümkün olamamaktaydı. Hele hele Bakanlıklar Basın Danışmanlıkları sırasında kendisine ulaşmak hemen hemen imkânsızdı. Peki, diyelim ki, bu çalışma saatleri içinde böyledir ama, ya çalışma saatleri dışında? bir konuğuna “Hoşgeldin” diyemez miydi insan? Ama hayır! Bunun da mümkün olmadığını Onun gerçek dostları biliyorlardı.

Ben, başka yaratık var mı bilmiyorum ama insanlar birini tanımlarlarken -arı gibi, karınca gibi derler. İsa Kayacan da örnekleme yaparken Alman ları göstermiş. Halbuki Ala manya'ya gitmeye ne gerek var? İnsan çalışmanın ne demek olduğunu öğrenebilmek için, İsa Kayacariı tanısın yeter.

Rahmetli Enver Tuncalp ağabeyimiz de, 09.04.1977 tarihli Bursa Haber Gazetesinde -şaka yollu- İsa Kayacan'ı kıskandım doğrusu demiş, “İsa Kayacan bir yazı fabrikatörüdür” der Mustafa Ceylan. Der ama Sayın Mustafa Ceylan'ın o kadar büyük hatası var ki; Balı kavanozunda göstermiş. Halbuki O bunun yeterli olmadığını bilip, biraz da tattırmalı, parmak yalatmalıydı. Siz hiç pazarda, tezgahta gördüğünüz zeytinden tatmadan aldınız mı Sayın Ceylan!

Sn. İsa Kayacan'ın arşivinden öğrenebildiğim kadarıyla ilk mektubu kendisine ben göndermişim. Daha sonra da, 6/10 Mayıs 1989 tarihleri arasında Eskişehir Yunus Emre Sempozyumu ve Anadólu Gazeteleri Sahipleri Ödül Töreninde, onun için nedir bilmem ama, —tevazu göstererek— bana, “Velûd” yazar sıfatını takarak beni ödüllendirdiğini hiç \ unutmam.

Ben de, o gün bugündür, kendi soy adına uygun olarak “Kaya” sıfatını ona az görü-rüm. Çünkü ateşi görünce kaya bile uH gıbı—trfalanır ama, “tunç” erimez. Tunç gibi olduğu kadar da sevecen bu insanlık dostunun sevilmemesi imkansızdır. Onun için ben de kendisini çok ama çok severim.

“Eee.. uzattın artık. Bu kadar da yağ yakma be birader. Hadi ne diyeceksen de! de bitsin artık. Sadede gel!” dediğinizi de duyar gibiyim. Ve de işte şimdi- diyeceklerimi demeye başlıyorum:

MEKTUP EDEBİYATI:

Lütfen deyime dikkat ediniz!
“Edebiyat mektupları değil, mektup edebiyatı” denmesinin nedeni var elbet. Nedeni mi? İşte nedeni: Esasını Sayın İsa Kayacan “Bana Gelen Mektuplar” kitabına koymuş. Onu okuyun diyeceğim ama, Onun da kitabına koyamadığı bir asker mektubundaki şiirsel akışı temayı sizlere sunmakla yetineceğim.

Ondan sonrasıysa sizlere kalmış bişey. İster okuyun ister okumayın be birader. Ama ön-celikle ve de özellikle şu olaya bir bakın.

—Malûmya, Türk milletinde askerlik, Vatan kadar, Kur'an kadar, Din kadar kutsal bir meslektir. Şimdiki zibidiler gibi; değil ask, Vatan Hainliği” hatta askerliğini yapmamış ve askere gitmemiş olana kız vermedikleri için, Anadolu çocuğu, mümkün olsa 16-18 yaşında askere gitmeye çalıştığını, şimdiki asker kaçağı sütü bozuklara şu örnekle ..anlatmak isterim:

Yıl 1950. Ankara Gülhane Hastanesi'nde yatıyorum. Bitişik odamda da Kayseri Kıçıka le'den Yaşar isminde bir delikanlı. Yaşarın sağ ayağı içe dönük. Ve 5 santim de kısa. Yürümesi yampiri yumpiri. Yaşı yirmi. Askerlik çağı gelmiş. Ama hasarı gizlenemiyecek kadar bariz. Gözle değil elle tutulacak kadar ayan beyan ortada. Türk Medenî Kanunu sarih. “Bedensel özürlüler askere alınamazlar.” Fakat, Fakaaat... Yok mu şu fakat? Ne yapacak ne edecek Yaşar askere gidecek. Yaşar İllâki askere gitmek ister. Doktorlar yalvarır. “Be oğlum!.. Etme, eyleme. Bak Kanunun şu, şu, şu maddelerine göre ben seni askere alamam.” Ama, Yaşar, ısrarlıdır. Efendim!.. İyi anladık. Anladık ama, -ki Yaşar, askerlikte emirerliği, postacılığın olduğunu dahi bilmez. Bilse onu dahi Bilse onu dahi geri hizmet diye kabûl etmez- ve ille de muharip sınıf olsun da isterse “Saka” olsun. Sakalık da yapamam mı? der direnir direnir.

Çünkü O Yahyalı'dan Halil Onbaşı'yı dinleye dinleye büyümüştür.

Halil Onbaşı: Halil Onbaşı ki, Sakarya Meydan Muharebesinde ön saflarda çarpışırken, sol kolunu kaybetmiş. Yarası iyileşir iyileşmez de hava değişimi falan dinlememiş, yine cepheye koşmuş. Bu kez de kendisine kendi gibi sakat olup bir ayağı aksayan bir merkep vermişler. O da, o merkeple, Taaa Haymana taraflarından “Alagöz Karargâhı”na su taşımaya başlamış. İşte bizim Yaşar da, ön saflarda bulunan belki savaş-yapamaz ama»- sakalıkta mı yapamaz? Yaşar tutturmuş: “Kumandanım!., anladım, ön saflarda çarpışamam belki vuruşamam ama, sakalık da mı yapamam? Ne olur beni askere alın. Ben askerlik yapmazsam yaşayamam. Çünkü onu seviyorum. Bak!., Anamın 7 çocuğu olmuş. Hiç biri yaşamamış ölmüşler. Ben 8. olmuşum. Ben de böyleyim. Ne yapalım ki, ben yaşamak istiyorum. Hem ben köyde bir kız seviyorum. Bizim Köyde de askerliğini yapmayana kız vermiyorlar. Kız da beni seviyor ama, Annesi babası tutturmuş, “Askerliğini yapmayana biz kız vermeyiz!” diye. “Askerliğini yapmayana biz erkek demez, adam yerine komayız!” der tuttururular. “Gitsin askerliğini yapsın, gelsin. Ondan sonra düşünürüz!” derler de derler. Başka birşey demezler. Kız da, “Ben askerliğini yapmamış adama varmam deyip durur.” Dedikçe, Doktorları alır bir düşünce: O zaman ki Tıp da bugünkü gibi ileri değil ki, bir çözüm bulsunlar. Kara kara düşünürler. “Ne yapsak etsek de bu delikanlıyı askere alsak” diye.

İşte aziz okuyucularım, Yaşar'm öyküsü böyle sürerken, askerliğini yapmakta olan bir zavallı da, valide ve pederinden ziyade, köyünü ve de yavuklusunu özlemiş olacak ki; İzin talep edeceği yerde, parasız kaldığını, para gönderilmediği takdirde askerliği bitiremiyeceğini imâ ederken hafif yollu da bir sitem savurur. Hâlbuki köydeyken, ana-babaya karşı gelmek ve ters konuşmalar mümkün müdür? Dil uzatmak, karşı durmak şöyle dursun, ana-babanın huzurunda -Süt dökmüş kedi gibi durur- yan bile oturamaz ama, askerlik ocağında ne de olsa büyümüştür birazcık. Hem bu dil ile dalaşma değil ki, mektupla gönderilen yazıların birazcık-ta yoruma ihtiyacı vardır. Şimdiki politikacılar, siyasetçiler gibi, “Canım ben öyle dememiş, ben şunu demek istemiştim!” gibi yan çizmeler olabileceği gibi, kırgınlıkların ufacık bir özür dilenmesiyle halledileceği düşünülerek, mektuptaki ifadeler biraz sert bile olsa, hoş görüyle karşılanması doğal kabûl edilirdi.

Şimdi bakalım bizim Develili İbram, Angara'dan bubasma nasıl bir mektup yollamış: Ev-vela dokunaklı, sonra da oku-naklı şiirler yazar.

“Turnalar giderlerken bizim ile Ben bir mektup yazdırdımki acele ., Sen de ister oku, ister hecele Yoksa ben yakalanırım ecele.” der. Ve de ardından acımaklı ve de biraz da tehditkâr bir şiir daha döktürür.

“Çok sevgili vede çok saygılı muhterem pederim Mahsus selâm eder, ellerinizden de pus ederim.

-" Bilirim şende de yohtur emme, emmimgillerden al
Kimden olursa bul buluştur,
birkaç kuruş oluştur
Yoksa bitmez esgerlik,
ben buradan çeker giderim.
Kestane kebap, acele cuvap” der ve mektubu postaya atar.

İşte Aziz okuyucular çok değil, daha yarım yüzyıl, elli yıl veya yarım asır önce, 1900'lü yılların ilk yarısına kadar, uzanan zaman dilimi içersinde, Türk Mektup Edebiyatı böyle iken, şimdi, hele hele, medya ile birlikte Türk Edebiyatı iletişim araçları sayesinde,,
olan- okumama alışkanlığımıza, bir de yazmama hastalığı, bir virüs olarak girdi ki, 40-45 yıl önceleri, Amerikalıların “TalkingrWalking”leri yerine, cep telefonları sayesinde, yazmayı dahi bir yana bırakırken, şimdi, bir de, karşımıza İnternet çıktı ki, zannedersem önümüzdeki yıllarda konuşmayı dahi bırakacağız. O zaman ne olacak? O zaman ne mi olacak?.. Robotlaşacağız veya hayvanlar gibi içgüdüsel yaşayacağız.

Öncelikle başladığı iş; bu olmamakla birlikte, Sn. İsa Kayacan, bakın “Türk Edebiyatı” için daha neler düşünmüş.

O makale, şiir, öykü, roman derken, Onu, muazzam bir arşivcilik hastalığı sarmış ki; zan-nedersem sadece Türkiye değil, belki dünyada bile, böyle tek başına, 2.750 gazete ve Dergide, 12 biiı civarında makale, yayınlasın da, bunları derlesin, arşivlesin ve bunlarla birlikte kendisine gelen 20.229 muhtelif yazılı basın türlerini dosyalasın.

Ya gidenler?.. Yani kendisinin gönderdikleri? Bunlar mı ne kadar? Merak ediyorsunuz değil mi? İşte miktarı: 31.463 rakamı yeter mi acaba?

Ankara'da iken, zaman yetersizliği nedeniyle, bana takdim edemediği yapman, he-
men ardımdan yani, 14.12.1999'da imzalamış ve postalamış.

Düşünün bir kere. Onun yapıtları yanında, benimki devede kulak bile olamazken bir kadirşinaslık örneği, bunun altında kalmamak için hemen postalamış. Peki bu Aziz Dostu-
mun bana postalama lütfunda bulunduğu bu eserleri ne? ve neyi ihtiva (İçerik) ediyorlardı acaba? Şimdi de onlara bir göz atalım isterseniz? Çünkü esas anlatmak istediğim buydu. Bunlardı ama, sevgili dostumu anlatmak o kadar kolay değil ki? O öyle üç-beş satır, üç-beş sayfa değil, üç-beş kitaba bile sığmaz ki...Kayacan'ın karakalem portresi. Kapağın arka yüzünde ise, yazarın çalışma temposuna uygun biyografisi.
İçinde ne mi var? Onu bana sormayın kardeşim. İçinde irili ufaklı 2068 mektup 242, 243, 249, 250, 251. sayfalarında bana da yer verdiği için, bak bak bak, yine yağ çekmiş diyemiyesiniz diye yazmıyorum. Alın, alın da okuyun be kardeşim. Siz bu kitabı da alıp okumazsanız, ben sizlere daha ne söyleyebilirim ki?

—Şiirden hikayeye, denemeden romana, radyo oyunundan film senaryosuna, röportajdan masala, folklordan incelemeye, kooperatifçilikten antolojiye, kadar 4'ü kamu kuruluşlarının yayınları arasında çıkan 111 kitap ve bir de “Ece” dergisi çıkaran kişi nasıl anlatılabilir?

Bana gönderdikleri, “Bana Gelen Mektuplar” adlı kendi yapıtı. 110. kitabı ile, Mustafa Ceylan'ın “Destanlaşan Köylü-İsa Kayacan” adlı yapıt.

İsa Kayacan'm “Bana Gelen Mektuplar” adlı kitabı, 16x24 cm. ölçekli. Büyük boy olup, tam 352 sayfa. Kapak bristol karton. Ön yüzünde albenisi. “Şairler Gözüyle İsa Kayacan”, “Gazeteci-Yazar İsa Kayacan için Prof.’luk Teklifi”, “İsa Kayacan'm Kitap Bağışları”, “Burdur Merkez ve Tefenni'de Bir Caddeye İsa Kayacan Adının Verilmesi Teklifi”, “İsa Kayacan'ın Yazılarının yayınlandığı Gazete ve Dergilerin Bazılarının Yıl ve Sayıları”, “İsa Kayacan'ın Can ve Ece Yayınları arasında çıkan kitaplarının tam listeleri” ile değerli ressam ve hattat dostumuz Sayın Etem Çalışkan'ın kaleminden İsa Ka
yacan'ın karakalem portresi. Kapağın arka yüzünde ise, yazarın çalışma temposuna uygun biyografisi.


Ama siz?.. Sizler de, Burdur ve Tefenni Belediyelerini yönetenler kadar duyarsız, onlar kadar hissiz ve bilinçsiz iseniz ben sizlere daha ne diyebilirim ki? . ' :

Onlar Özal'ın memurudurlar. Onlar bürokrasinin daniskasını bilirler amma, işlerine gelmediği zaman “Mevzuat Hazretleri'ni çıkarıverirler önünüze. Çünkü burda menfaatleri yoktur. Hâlbuki menfaatleri olduğu zaman kanun manun tanımazlar. Ne var ki, İsa Kayacan bir köy çocuğudur ve eğilmesini bilmez. O bir karınca gibidir. Nasıl ki karınca tuttuğu yolu izler başka yol bilmez. O da onlar gibi yaban yola gitmez de ondan onun için teklifler de sadece ve sadece dostları tarafından yapılır. Tıpkı Sevgili Ağabeyimiz Sayın Ahmet Tufan Şentürk, tıpkı Mustafa Ceylan gibileri İsa Kayacan'ı destanlaştırıp, ilâhlaştırır ve hatta heykelini bile diker ama, İsa Kayacan'ın koltuğunun altında kıl bile olamayan yöre yöneticileri, İsa Kayacan'm kıymetini ne bilsin.

Ben onlara esef etmem sadece ve sadece acırım o kadar.

Halbuki bakınız Makine Mühendisi olduğu halde, Sayın Mustafa Ceylan ne yapmış:

“Destanlaşan Köylü-İsa Kayacan” demiş ve onun kitabını yazmış. Yani Burdurluların yapamadığını yapmış. Kutlarım Sayın Mustafa Ceylan ı da.

Saygılarımla.