Gülce Edebiyat Akımı

Tam Görünüm: 2)Yeni Doğan Şiir-2
Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Sayfayı normal görüntülemek için, buraya tıklayın.
 2)Yeni Doğan Şiir-2


Mustafa CEYLAN
*****************

Evet, gördüğün gibi, çoğunlukla beni bana anlatmaya, benim kimliğimi, ne olduğumu insanlara ve birbirinize anlatmaya çalışmışsınız.
 
Bak gör; iyi dinle işit, belle!
 
Hani dersiniz ya “insan yürüdüğü yolu giyinir”, ben de derim ki, “ beni bana sormayın, gelin, bulunduğunuz noktadan bana bakın, bakın ve kendinizi görün.”
 
Devir, devir; dönem, dönem; akım akım; dergi dergi, antoloji, güldeste, ortak kitap, kitap, fanzin, blok, internet, internet sitesi, portal portal, grup grup, anlayış anlayış. Siz böldünüz, parçaladınız beni. Bölücüler, parçalayıcılar sizi ! Sırtımda hançer izleriniz, sayfalarınızdaki mürekkep değil, yediğim hançerlerin akıttı kanlardır. Birbirinize      yapmadığınız,     etmediğiniz
kalmadıkça, yapacağınızı bana da yaptınız, yalan mı? Çok mu zor, kınalı takviminizin yakasından tutup da güneş oyunlarınızı sergilemek; anlatın hele. O oyunlarınız içinde bana yaptıklarınız hiç aklınıza gelmedi, gelmiyor da. Öylesine yüksek ki “bencillik” duygularınız. Yeryüzünün en büyük şairi sanıyorsunuz kendinizi. Sözcüklerin efendisi olmak, sanatın en güzelinin mimarı olmak o kadar kolay mıdır sanıyorsunuz? Öyle kolay olsaydı, sadece sizin Anadolu edebiyatı tarihinde 167 şairi öldürmenize ne buyurursunuz? Veya sadece Fatih döneminde 347 şaire saraydan “ulufe” dağıtmanıza ne dersiniz? Sürülen, kıyılan, vurulan, yakılanların yanı sıra; “yaşa padişahım bin yaşa” deyip köşeyi dönenleri de hatırlıyor musunuz?
 
Offf ki offf... Sıkılmaya başladım sizden. Fenerbahçe Galatasaray maçını bile şiir diye “adına yayınevi” dediğiniz ucube, naylon matbaasız kuruluşlarca “şiir kitabı” diye basıp sunmaya çalışmıyor musunuz? Ben ona deliriyorum işte! Neymiş, “bir antoloji çıkaracakmışsınız, kap kalın, tuğla gibi hem de, sonra onunla Guines rekorlarına müracaat edecek mişsiniz öyle mi? Çıldırdınız mı sahi siz?
Türkiye’de şiirin durumu ne ise, dünyada da o dur. Niye mi? Çünkü, sizin bu dünyanız, tek kutuplu dünya. Dünyanızın nefesi kan, ölüm kokuyor. Bebek çığlıklarını, tank paletleri arasında ezilen çocuk misketlerini, ağlayan anaları görmüyor musunuz? Oh ne alâ, pamuk şeker, keten helva, aşkım, böceğim, çiçeğim yazmaya devam edin siz. Beni siz öldürüyorsunuz siz, Önce kendinizi ve kendinizle beraber, beni de öldürüyorsunuz...
 
Karacaoğlan’ın sazı o daldan inmedi, Yunus’un heybesi dağ alıcı dolu daha, Dadaloğlu heyhey’ lemedi zamanınızı ve sizler, şimdilerde şiir diye diye şiiri biçmeye, tırpanlamaya devam ediyorsunuz. Ayrılıklarınız yok etti dergâhları, gönül tekkelerinde kemalât hamuru yoğrulup teknelerde insanlara sunulmadı aşk lokmaları. Sazınız taş suratlı, teli kopuk; davulunuz yağ tenekesinden. Müziğiniz resminizle aynı, renksiz ve korkunç, ürpertici.
 
Senelerce aruz-hece kavgası yaptınız. Şimdilerde de hece-serbest kavgası ve karşılıklı burun kıvırmalar? Siz var ya siz, deli ediyorsunuz beni, deli!
Benim halimi soruyorsunuz değil mi? Türkiye’ de ve Dünyada durumum ne? Onu merak ediyorsunuz değil mi? Var mı aranızda “şiir doktoru?” Yani, tahlilci, şiir eleştirmeni, analizci? En son ölen eleştirmenden sonra, tek imza ortaya koyabildiniz mi? Sahi, eleştiriden korkuyor, kızıyorsunuz da; alkıştan, yağdan, yağdanlıktan hoşlanmanıza hiç bi şey demiyorsunuz değil mi? Şekerim, şekerlemelerim benim. Doktorunuz yoksa, hastaneniz hiç yoktur. Şiir hastanesi yoksa, hastalıklı doğurduğunuz şiirlerinizle beraber sizler de ölüyorsunuz, öyle değil mi? Maşallah, internetin getirdiği kolaylıkla ortalık toz duman ve o dağınıklık içinde kendini “şair” sanan bir sürü “facebook- fesbuk şairleri” türettiğiniz yetmezmiş gibi, marangoz çırağı bile olamayacak dülgerler elinde şiir tarihinizin başarılı şiirlerini kesip biçmede, aşırmada, şairini değiştirmede de ustalaştınız. Oh ne alâ memleket, oh ne alâ! Tutuyorsunuz bir de 21 Martlarda beni anlatıp, bana övgüler düzüyorsunuz. Yapmayın be! Etmeyin be!
 
Geçenlerde İngiltere’de gördüm. Adamın birisi, bir cebine kök kelimeleri, ötekine fiil ve eylemleri koymuş. Bi ondan çekiyor, bi öteki cebinden, araya sıfatlar, ekler koyarak şiir yazmaya çalışıyordu. Güleyazdım valla. Cebinin birinden “tren” çıktı, ötekinden “çiçek açması”, adam yarım saat kel kafasını kaşıdı senin gibi, biliyor musun? Gülecem, gülemedim.
 
Geçenlerde, Türkiye’de gördüm. Adamın birisi, “kafiye hamallığına” soyunmuştu. m, sağladım, ağladım” yazmış, arkasını emme basma tulumba ile doldurmaya çalışıyordu. Bir başkası da tasvirlerle dolu bir roman paragrafını almış, makasla kesip kesip alt alta yazıyor ve buna şiir diyordu.
Sahi, benim durumumu konuşacaktık değil mi? Ne kadar bensem, o kadar sizsiniz meselem... Beni konuştukça, siz geliyorsunuz gündemime. Siz, bana ne kadar ciddi, candan, dost, sıcacık bakar, yaklaşırsanız, be de size o kadar, hattâ sizden daha fazla yaklaşırım. Ne yani, ha İngiltere’deki adam ha sizin marangozlar? Farkı var mı ki? Deyin hele!
 
Sahi, en son “ikinci yeni” den beri, sesiniz soluğunuz çıkmaz oldu. Tarih ve siyaset sizin önünüze geçti. Ve öyle oldukça da şiir olarak ben, gündemin en sonuna doğru kaydım gittim. Bu savaşlar, bu kıyım, bu kan, bu yoksulluk, bu göz yaşı, bu çığlıklar hep şiirsizlikten değil mi?
 
Hele şu soruma bir cevap verin bakalım:
 
Ülke ve ulus olarak neden üreten, dönüştüren bir ekonomiye sahip değilsiniz ve bu bağlamda bilim, kültür, sanat ve edebiyat alanında, neden sürekli kırılma ve sapmalar yaşıyorsunuz, etkileyen değil de etkilenen konumunda kalıyorsunuz? Neden, bugün bile kendinize başkalarının gözüyle bakma, yarattıklarınızı ötekinin bakışıyla değerlendirme gereksinimi duyuyorsunuz ? Bu yüzden mi, hep içinize kapanmışsınız ve övüneceğiniz özgün bir edebiyatı var edememişsiniz? Yüzünüz dünyaya kapalı! Neden?
 
Öte yandan, eleştirel bir gözle baktığınızda toplumsal belleğinizin nerdeyse bomboş olduğunu görüyorsunuz. Geçmişle bağlarınız kopuk. Uzun bir dönemden, Orta Asya'da bıraktığımız o özgün, size ait yaşantıdan edebiyat ve sanatınıza yansıyan, kitap sayfalarında kalan üç beş sagu, yazıt, destan... Sonra, İslamiyet'le, Arap, Fars kültürü ile tanışmanız; toplumsal varlığınızı belirleyen bütün geçmişinizi, değerlerinizi yok sayma yanılgısı ile başlayan ilk kırılma, ilk boşluk, yabancılaşma duygusu.
 
Üretmeyen, talancı bir yönetim anlayışı. Buna bağlı olarak, ırmağın, Türk Dili ve Edebiyatı yatağınızın değişmesi.
 
Edebiyat Fakültelerinizin kürsüleri neden suskun? Neden, İran’ın milli şairi Firdevsi’ nin “Şehname”sinden kopyala yapıştırla Alper Tunga Destanınız, neden? Dede Korkut Efsanelerinizin “mukaddime”sine kim koydu “kadın 3.cü sınıf bir yaratıktır” sözünü, deyin hele, görmediniz mi? Bugün, dünden daha kötü durumdasınız? Dünya ölçeğinde bir ozanınız, şairiniz mi var? Çok sevdiğiniz, değer verdiğiniz Nazım’ı halâ kendi toprağından ayrı yerde, gurbet ellerde tutuyorsunuz, neden?
 
Dün, inadına kendinize yabancı bir dilin, Osmanlıca'nın egemenliğine sokmadınız mı şiirinizi ?. Altı yüzyıllık bir imparatorluktan size kalan, birkaç ad dışında çöpe giden derin, karanlık bir boşluk değil mi?
Sonra, Osmanlı'nın çöküş sürecinde, bilinçli değil, denize düşen yılana sarılır hesabıyla, Avrupa'nın, Batı Uygarlığı'nın yörüngesine girmeniz; özde değil,biçimde modernleşme ve çağdaşlaşma girişimi sonucunda, kültür ve dil bağlamında, yeni bir kırılma. İzleyen sapmalar...
 
Evet, size ait Divan edebiyatı, ama size “yabancı” dili. Geniş kitlelere indiremediniz, yorumlayamadınız bile. Zaman denen koca karınlı canavarın göğsünü yarıp, sinesinden, size ait olanı çıkaramadınız. Ozanlarınız yaşadıkları çağda kaldılar. İyi ki, türküleri, ağıtları, ezgileri müziğin kanatlarıyla asırları aşıp bugünlere gelebildiler. Şimdi, laylaylom ve şinanay türü, yapay, posa şarkılara dönüyorsunuz yüzünüz de, size ait olana sırt çeviriyorsunuz. Kendinize ait olanı özlemiyor musunuz? Korkuyor musunuz kendinize ait olanın yüzüne bakmaktan? Yoksa kendinizden mi korkuyorsunuz?
 
Sanat ve edebiyatta yenilik arayışlarınız;
 
Tanzimat,
Serveti Fünun...
20. Yüzyıl Türk Edebiyatı;
Meşrutiyet (1900-1923),
Cumhuriyet(1923-1940),
Yeniler (1940-1960),
Toplumcu Gerçekçi (1960-1980),
1980 sonrası Modernizm 1990-2000 sonrası-gezi sonrası arayış
İşte bu dönemleri yaşadınız, öyle değil mi?
 
1980 den sonra sanat ve şiire dair sancılarınız öylesine arttı ki, bir türlü bu sancıları dindiremediniz.Modernizmi henüz içselleştiremeden, modasal bir hızla eşiğinize gelen, geçmişin bütün değerlerini altüst ederek çağımıza damgasını vuran akıldışı bir anlayışın, postmodernizmin etkisi altına girdiniz. Halâ kendinizi aramaktasınız kendinizde...
 
Devirler, dönemler boyu; zamanları avazları ile dolduranlar beyaz atlara binip gittiler ve sen “okumayan-irdelemeyen-sorgulamayan” bir soğan kabuğu nesille, kırık dökük, pörsük kelimeler gölünün kenarında çelik çomak oynamaya devam etmektesin. Ne yaptığını, neden böyle yaptığını sorsam şaşırıp kalacaksın. Sırtında “batı” nın, “tercüme odası”nın diktiği “deli gömlekleri”, ağzında “yabanıl bir sakız”, “cakkudu, şakkudu, cukkudu” dediklerini şiir sanmaktasın. Mazine, şiir tarihine dönüp bakmıyorsun bile. Çok yazık!
 
Halâ 12 Eylül kırılması içindesin. Martı kanatlarını koparan baskıcı anlayışın etsiri altındasın şair. Ve sen beni de aynı cenderede kan- revan içinde bırakmaya devam ediyorsun...
 
Özendiğin, beğendiğin Batı'daki edebiyata, şiire dair tarihsel dönemler ve buna bağlı düşünsel paradigmalar, yaratıcılık, sanat edebiyat anlayışları, akım ve dönemler hiç kopmadan birbirine eklenerek bir gelenek oluştururken, bu durum; MAALESEF TÜRKİYE’de ne yazık ki, etkilenmelerle, kırılma ve sapmalarla süre gelmiş ve süre gitmektedir.
 
Şimdi, hem Türkiye’de ve hem de dünyada sınır tanımayan bir SERMAYE egemenliği, sömürülen emek, bitmeyen terör ve susmayan silahlar, yanı başımızdaki kan ve barut kokulu petrol savaşları, etnik, dinsel kimliklerin yönetenler ve siyaset tarafından öne çıkartılması... Ah işte bunlar yok mu?
 
İşte bunlar. Ve kıyım, yıkım, işkence, yoksulluk, işsizlik, açlık, güvensizlik duygusu, saymakla bitmeyen acının bin hali, sürmekte olan dönemin göstergeleri. Ah bunlar yok mu işte bunlar?!.. “Eğer şair, çağın acısını ruhunda duyan, onu imgeleminde yeniden yaratarak var eden insansa, bunları da yazmalı”, öyle değil mi!.. Bunlar hem bizde ve hem dünyada en önemli konularsa, şairin de gündeminde bunlar olmalıdır. Bunlara bugünkü HAYATIMIZ diyorsak, yazacağımız kendi hayatımızdır. Şiirimiz hayatımızdır. Neruda'nın ” Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır,”demesi çok anlamlı.
 
Gelelim genç şairlerinize;
Ancaak; “genç şairlerin çoğu gerçeklerden kaçmayı, insani sorunların, doğa ve toplumun uzağında kalmayı yeğlemekte”. İçinde doğdukları ideolojileri aşan, ideolojiye karşı bağımsızlaşan, okurunu özgürleştiren şiir yerine; insanı, yaratıcı özneyi dışarıda bırakan metinleri sanatsal bir yapıt gibi sunmaya çalışmakta. Oysa, yeteneğine güvenen genç şair, eğer evrenselliği yakalamak istiyorsa, öncelikle, sistemin dayattığı tuzakları aşmak, kendi diliyle kendi şiirini yazmak zorunda. Öyle değil mi? İnsani değerleri yitirilmiş, kapitalist sistemin borazancıbaşısı olmamalı şairiniz. okumayan şair, okunmayan şiir, karmaşa, karanlık bir ülke!.. Oysa bana sorsansız derdim ki size : “sanat, dünyanın değişebilir olduğunu da göstermeli. Ve değişmesine yardımcı olmalıdır."
Sahi, ne beni sordunuz, halimi düşündünüz, ne de bana bir gün sormadınız, danışmadınız ya, ben de ona yanarım işte.
 
Bak İskoçlar, interneti STANZA şiir türü için ne güzel kullanıyorlar. Vietnam şairleri, Kore şairleri ve İskoç şairleri... Evet, Anadolu “OZAN ATIŞMA GELENEĞİ” Nİ UYARLAMIŞLAR KENDİLERİNE. Hele bir bak da gör. Sonra, senin yüzüne bakmaya korktuğun halk kültürü, halk edebiyatı, sana ait olan değerler manzumelerini, başka başka memleketler, diğer uluslar nasıl alıp kendilerine uygun hale getirmişler görmüyor musun? Japon HAİKU ve CHOKA’sı yelkenlileri ile Anadolu denizlerinde dolaşıyor. İspanyol SEPTİLLA, Arnavut TRİTENA, 19 mısralık Fransız VİLLANELLE ve daha başkaları, başka giysilerle geziniyor şiir caddelerimizde. Ve bizimkiler, yani sizler, illa HECE diyenler, DÜZ KOŞMA’ da kilitlenip kalmışlar, size üzülüyorum, size.
 
“Sen halâ oyunda, oynaştasın” ve “iç bükey bir aynadan kendi egoizmanı” seyretmektesin.
 
Ey ki eyy!!!
Beni seven sen. Seven bendeki beni sen. Çok dertliyim, çok. İçim, dışım dert dolu dert. Uzat ellerini elime, bak, gökkuşağı rengimle geldim sana. ŞİİR diyorsun ya bana, ŞİİRİM diyorsun ya bana, son sözlerimi de söylememe müsaade et olur mu?
Son sözlerim, zamana, zamaneye, yeni nesle, gelişime, çağa ait olacak ve içimi dökeceğim sana, olur mu?
 
Bak;
Şimdi,
Bastığınızda düğmeye, mesafeleri sıfırlayıp sesinizle, görüntünüzle dağlar ötesindesiniz. Dünyanın neresine varmak, ne söylemek, ne göstermek ve görmek istiyorsanız parmaklarınızın ucunda. Parmaklarınıza çağın uzattığı internet-elektronik devrim ve bilgi akışı sizin zaman ve mekân anlayışınızı bir anda tepetakla etmektedir. Bilmem bunun farkına vardınız mı? Daha dün kadar kısa zaman önce 1990'lı yıllarda doğan oğlunuz veya kızınız "babam da amma geri kalmış; bir türlü teknolojiye uyum sağlayamadı" diyorsa ve siz, o hızın rüzgârında savruluyorsanız yandınız demektir. "Zamane çocukları, ne olacak" deyip geçemezsiniz onlara. Ve onlar, parmak uçlarında, gözlerinde ve kulaklarında kullandıkları âletlerle, hepimizin mağlubiyetini söylerken, kendi zafer türkülerini fısıldamaktalar. Çocuklarımızı geleceğe hazırlamak olgusu kayboldu ve nerdeyse çocuklarımız bizim ellerimizden tutup bugüne yetiştirmeye, yaşanılan anı algılamamıza çaba göstermektedirler. Torunlarımız, saatlerini bilgisayar, ipad, msn, vb yerlerde geçirirlerken, bizi unutmuyorlar ya, ben işte ona "şükür" diyorum.
 
Telefon etmek için, birkaç gün önceden PTT' ye adınızı ve telefon edeceğiniz kişi ve numarayı yazdırıp beklediğimiz günlerden gelmekteyiz biz. Torunlarımıza biz, kağnı süratini anlatsak herhelda katıla katıla gülerler. Aramıza sanal dünyanın perdeleri ve ağları duvar örmeden, bizi kendi köklerimizden, kendi çevremiz ve geleceğimizden ayırmadan, çağı ve çağın sancısını öğrenmek mecburiyetindeyiz.
Daha dün, ABD'de zenciler öldürülürken ve teninin renginden ötürü bazı insanlar üçüncü sınıf kabul edilirken bugün bir "Obama" isimli zenci vatandaş, o ülkeyi yönetiyor ve dünyaya hükmediyor. Arap Dünyası içten içe çalkalanmaya devam ediyor. Bağdat bahçelerinde kan gülleri var şimdi. Mısır' da boynu bükük piramitler ve Suriye'de bomba sesleri. Şam, akşamı zor etmekte. Tunus'ta bir çiçekçi, bir seyyar satıcı sıkıyor yumruğunu ve Libya'da Kaddafi yerle yeksan oluvermekte. Değişiyor, hem de çok büyük hızla değişiyor dünya.
Dünya, iletişimin, bilginin, enformasyonun büyük gelişimi altında; sancılar çekmekte.
 
Aile mefhumu, kentlileşme, hemşehricilik olanca gücüyle direnmeye çalışsa da yerine yepyeni bir insan modelini dayatıyor teknoloji ve Japonlar, gün geçtikçe ihtiyarlayan ve azalan nüfusa çare olarak, insan gibi gülen, düşünen, hareket eden, insanla sohbet eden robotlarını yaptılar bile... Biz var ya, biz; genç nüfusumuz, inançlarımız ve birlikte yaşama ülkümüzü bozmadığımız sürece, yeni çağın yeni sancılarını ve acılarını kolay atlatacağız. Aksi takdirde, bu sancı bizi de zora sokacaktır.
 
Evet;
Tarihte ilk ses kaydı 1877 yılında Thomas Edison tarafından yapılmış, Birinci Dünya Savaşından sonra radyo, İkinci Dünya Savaşından sonra Televizyon hayatımıza girmiş ve 1957 yılında Sputnik 1 uzay aracı, Ruslar tarafından dünya yörüngesine yerleştirilmiş ki böylece " uzay çağı" başlamış. 1957 den bugüne her 10 yılda bir dünya yeniden değişmiştir.
 
Evet,
Her 10 yılda bir dünya yeniden kurulurken, şiir de bu yeni kuruluşa, kendi köklerinden aldığı hız ve ilhamla ayak uydurmaktadır. Şiirin bu değişim ve dönüşümünde, Anadolu şairleri ne kadar uyum sağlayabilmekteler? Önemli olan bu...
*
Ben Şiir.
Benim durumumu soruyorsunuz. Türkiye’de ve dünyada durumumu? Ve yeni doğup doğamadığımı konu ediniyorsunuz!
 
Ben, harflerden, hecelerden, kelimelerden ve mısralardan meydana geliyorum. Kendime ait bir ŞİİR DİLİ’ m var. Malzemem bu. Varlığım bu. Bu varlığım ne durumda bakınız yanınıza, yörenize? Bakalım ne göreceksiniz?
 
2007’den de 2017’ye uzanan süreci düşünüyorum. Gayri, insansız uzay araçlarının tepemizde nakliyeler yaptığını, sadece fotoğraf veya enformasyon taşımadığını; sadece göz olmadığını, ithalat, ihracat ve nakliyede de kullanılacağını düşünelim. Sonra kandan elde edilen kök hücre çalışmalarına dikkat edelim. Tıp ve enerji alanındaki gelişmelere bakalım.
 
Bu sürat, bu değişim, bu hızlı yükseliş; toplumsal yapı ve dokusunda elbette ki önemli gelişmeler meydana getirecektir.
 
Arada bir yerküre, aşağıdan, depremler ile bizi sallamaya devam etse de, deprem öldürmez, çürük binalar öldürür veciz sözünün gereği yapıldıkça, sağlam şehirlerde ve yapılarda insanlar yaşadıkça, insan ömrü de uzayacaktır. Zira; ilk çağda 25 yıl olan insan hayatı, 20 yy' da 80 yıla ulaşmış, 21 yyda 100 yıl civarındaki bir ömür süresinin normal olarak kabul edilebileceği görülüyor. 1500'lü yıllarda 500 milyon olan dünyadaki insan nüfusu 20 yy'da 5 milyarı aşmıştır, öyle değil mi? Buna karşılık, maalesef, dünya üzerindeki birçok canlı türü de kaybolmakta... 21 yy ve sonrasında üzerinde yaşadığımız dünyada az sayıdaki canlı türünden biri insan olacaktır sanıyorum.
 
Akıl ve gönül, yerlerini makinaya terk ettikçe, düşünce gücü, yerini kendisinden evvel düşünüp hesaplayan mikrodalga cihazlara devrettikçe, daha bir hızla gelişen ve değişen dünyada; yürek bir kan pompası derecesine düştüğünde, insan, yeni çağın yeni insanı olacaktır. e-devlet, e-kitap, e-bilgi derken, sonunda e-insana gelivereceğiz gibi...
 
Hayâlimizin sınırları çatırdarken, yaşama standartımız değişecek ve ve bundan etkilenen edebiyat, sanat ve kültür de, elbette kendini gelişmelere göre yeniden düzenleyecektir. Globelleşen ve tek bir aile gibi hareket etmeye başlayan bilgi toplumu, kendi kültür-sanat- edebiyat ve şiir anlayışını da getirecektir.
Düşünebiliyor musunuz, 1950'de ilk banka kartı icad edilmiş veya 1951'de renkli Tv hayatımıza girmiş. Peki, banka kartını bilmeyen, renkli TV yi görmemiş olan bir şaire, siz, daha ileriye giderek 1978 de doğacak tüp bebekten ve 1997'de gerçekleşen koyunun kopyalanmasından bahsederseniz ne yapar, ne der, ne eder ki?
 
Düşünelim hele...
Şairler, ışığı alnında ilk hisseden insanlardır. Şairler, ufkun, dağın, mesafenin ötesine ulaşan kalem sahipleridirler.
Şimdi, çağın sancısını hissetmeyen; bu hızlı değişimi, bu büyük oluşumu algılamayan şair, kendini dar koridorlara ve yerinde sayan harekete teslim ederse olur mu, deyin hele?!
 
Elbette, kendi millî köklerinden kopmadan, kendi ahlâk ve kültürel yapısından hız ve ilham alarak; çağı yakalamak ve onun hızını geçmek zorundayız. İşte o zaman yeni çağın yeni edebiyat akımını ortaya koyabiliriz. Yeni çağa, elinde bilgisayarı, mikrodalga cihazı olan, dünyayı kucaklayan ve cümle insanlara “yeni insanlık anlayışını” haykıran, yeni Yunuslar sunmak zorundayız.
Bir noktadan sonsuz kere sonsuza giden bilgiyi aşk ile sevgi ile yoğurup, yeniden yeni yapıp, yeni edebiyatı nakışlamalıyız...
 
 
PEKİ BU NASIL OLACAK? VEYA NASIL OLMALI?
 
 
Bazı doğumlar sancılı olur. Özellikle, bilginin sudan hızlı, ışık hızıyla aktığı bir zaman diliminde, kültür-sanat ve edebiyat da bu akışa kendini ayarlaması gerekir. Yoksa, edebî bilgiler, kısaca edebiyat, yeni gelişmelerin getirdiği yeni anlayış, yeni kelime ve cümleler, yeni algılar ve yeni kararlarla yeni ufuk çizgileri arasına giremez ve o zaman da edebiyat kamyonu üstümüze devrilir, kalır. Bir yandan yeni teknolojiyi kullanan edebiyat, öte yandan bu yeni teknolojik yapının dayattığı toplumsal doku ve anlayışlara uygun çareler üretmek, çözümler ve söylemler getirmek durumunda kalacaktır.
 
Bunu göremeyen toplumlar kültür, sanat ve edebiyat ta öteki toplumların karşısında yenik düşeceklerdir. Yani, "kültür emperyalizmi” kendi enerji salkımlarıyla toplumların kültürel dokularını oymaya, yönlendirmeye devam edecektir. Sömürü ve sömürmenin en önemli aracı kültür ve edebiyat olur ise, işte o zaman seyreyleyin gümbürtüyü.
 
Bu yüzden, önce fizikî unsurlarımızı, şeklî kaynaklarımızı yeni çağa, bu yeni hıza uygun hale getirmeliyiz. Hece, aruz, serbest de bizim. Bu bizim olanları, çağın robotlarına oyuncak gibi sunmak yerine, şiir dünyamızı, süratle bilgiyle donatmalı, hazır hale getirmeli ve yeni şeklî öğelerle, gelişmeye açık, zamana yenilmeyen fiziksel kalıplarla vakit geçirmeden hazır etmeliyiz. Zira, hız, önce dışarıdan kalıbı, önce vezni, önce anlayışı, bakışı, ufuk çizgimizi parçalayacaktır. O yüzden ivedilikle şekilsel gelişmelerimizi tamamlamamız lâzım. Bozmadan, eğmeden, inkâr etmeden hem de... Koşma derken, cigalı tecnisi de, kafiye derken mübalâğa sanatını da, aliterasyonu da ihmal etmemeliyiz ve yeni duruma göre de bütün bunların üzerine bugüne kadar serdiğimiz ve unuttuğumuz sis perdelerini de kaldırıp atmalıyız. Aynı dili konuşan diğer ülkelerin müziğinden, kültür sanat ve şiirinden habersiz yaşayanların uyanma vakti geldi de geçiyor bile.
 
Sonra;
Şekilden öze dönüp, Hacı Bayram-ı Veli’ nin "asıl mesele, asıl gaza içimizdedir erenler” dediğini duyup, şiirimizin içini, söylem biçimimizi ve şiir dilimizi daha bir güzel hale getirmeliyiz. Vezinlerimizi buluştururken, vezinler arası savaşa son verip, şiir gökdelenleri dikmeye, gönül bahçelerinde umut çiçekleri açtırmaya çalışmalıyız. Maddeyi sıfırlayan bu sürat ve bu gelişmeler, manânın karşısında bakalım ne yapacak? Onu da, değiştirmeye, manâyı da istediği yöne, yeni keşif ve buluşlarla yönlendirmeye çalışacaktır elbette, amma bizler, bunun sancısını önceden işaret ederek çareler sunduğumuzdan, istilânın yıkımından etkilenmeden yolumuza devam etmeliyiz.
 
Evet;
Biliyoruz ki bu teknoloji burada kalmayacak, insanlar yaşadığı sürece teknoloji de ilerleyecektir. Şu an bize hayal gibi gelen çoğu araçlar hayatımıza girecek ve hayatımızı kolaylaştırmaya devam edecektir. Biz de bütün bu kolaylıklar, bütün bu gelişmelerden istifade ederek, şiir dünyamızı bu çağın enstrümanlarıyla donatmasını bilmeliyiz. Şu kadarla ki, özün özünü bozmadan ileriye taşıma diyebiliriz buna ve bunu yapmaya da mecburuz...
 
Sözümüzün başında demiştim ki:
 
Ben şiir. Hani şu senin 50 küsur yıldır peşinde dolaştığın ve bir türlüü yakalayamadığın sevgilin varya, hah işte o benim. Bir kaç gün sonra Ansan’da “Dünyada ve Türkiye’de benim durumumu ele alıp” kendinize YENİ DOĞAN ŞİİR adıyla konu edinecekmişsiniz, onu öğrendim ve o sebepten bu mektubu yazıyorum size...
Evet, Ben şiir. Bugün evinizde değil de, beni ve benim durumumu konuşmak üzere buralara kadar geldiğiniz için teşekkür ediyorum. Umarım, derdimi sizlere anlatabilmişimdir.
Hepinize, yürekten selamlarımı, saygılarımı sunuyorum. Hoşça kalın.
 
 
 
 
-Üstad Mehmet ÖZDEMİR'e saygılarımla...
-I¬          'Bakışları kartal, elleri pençe'
               Yürekleri kadifece
               Çocuklar girerdi düşlerime
               Seneler, seneler önce...
En çok boy aynalarından görürdüm büyüdüğünüzü
Bulutlara selam götüren uçurtmanızın ipi bendim
Mavi yeşil bilyeniz, kırmızı bisikletiniz olurdum
Tökezleyip düşseniz, çizilse diz kapağınız
Acınızı duyardım anne-babanızdan evvel
Büyüdünüz, sizi ben büyüttüm can evimde
Beraber büyüdük anlayacağınız...
Duymadınız sancılı çağrılarımı,
Ve yaşamadınız acılarımı çığlık çığlık...
Mısra çöplüğünü temizleyende gül kokulu rüzgârlar
Tohum filiz, filiz fidan, fidan orman olanda
Geleceksiniz nefes nefese biliyorum
Biliyorum sığmayacak içiniz içinize
Asla kırgın değilim, kırılmadım, kırılamam ki size
Sabrımın menekşesi olup açacaksınız ellerimde
Hoş geldiniz diye sarılacağım
Safalar getirdiniz diye ciğerlerime çekeceğim kokunuzu
Dönüp kıbleye doğru,
Diz çöküp Şükredeceğim...
-II-
Nefesine gül düştü sevdalı çocukların
Şekli bile değişti sonsuz yolculukların.
Doğurdu şiir ana Gülce'sini doğurdu
Emzirdi Türkçe Türkçe, hamurunu yoğurdu
Ondokuz parmak ile saatlerini kurdu
Nefesine gül düştü sevdalı çocukların.
Bir etti ayrıları, bitirdi kavgaları
Müjdeler olsun güne, çıktı sancak yukarı
Ufuklardan süpürdü, fırtına, bora, karı
Şekli bile değişti sonsuz yolculukların.
               Geldiler
               Geldiler baharla, muştularla geldiler
               Bir sohbete tutuştuk ortasında zamanın
               Yer, gök,eşya, mevsim
               Kulak verip dinlediler...
Yazılmadı son şiir, söylenmedi son söz daha
Dil tarlası işlenmedi, sürülmedik yerler var.
Yağmura gebe bulut, zaman geliyor aha
Sabrediniz çocuklar...
Sallanıyor portakal, kırılıyor dalında nar
Canlanacak yeniden alfabenin gül mevsimi
Gölgesi yeter bize ağlıyor bak koca çınar
Az kaldı, sabrediniz çocuklar...
Sırtında alıç heybesi Yunuslar dizi dizi
Gelecekler göreceksin, duyacaksın, bileceksin
Tapduk dergâhına çökerekten dizimizi
Yedi kat göğe doğru süzülecek, süzüleceksin...
Yazılmadı son şiir, dizilmedi son mısra daha
Çağıracak Dedem Korkut, olacak dilde bahar
Maziden âtiye uzanacak ışık salkımı
Sabrediniz çocuklar...
               Şimdi ışık salkımı üzüm bağında
               Mısraları gülümseyen şiir güllerinin
               Arasındayım..
               Yüreğimde aynı sevdanın türküleri
               Süt aklığı zamanın
               Tam ortasındayım...
 
Mustafa CEYLAN