SiteAna Sayfa
Güllük Dergisi
Şairlerimiz
Arama
Üyeler
Video
Yardım
Giriş Yap
Kayıt Ol
Oturum Aç
Kullanıcı Adı:
Şifre:
Şifremi Hatırlat
Beni Hatırla
Your browser does not support the audio element.
Akdeniz Radyo istek
Tıklayın-Okuyun/Güllük Dergisi
Web'de Ara
Sitede Ara
0 Oy - 0 Yüzde
1
2
3
4
5
Konu Modu
Ege Kıta Sahanlığı Sorunu ve Uluslararası Yargı Kararları
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#1
17/09/2011, 03:47
Ege Kıta Sahanlığı Sorunu ve Uluslararası Yargı Kararları
Yücel ACER
Her ne kadar hukuksal anlamda “kıta sahanlığı” kavramı, 1940’lı yıllardaki gelişmeler ve özellikle de 1945 yılında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Truman tarafından yayımlanan bildiri ile ortaya çıkmış ve 1950’li yıllarda Uluslararası Hukuk’un bir parçası olarak değerlendirilmeye başlanmış olsa da,[1] Ege Denizi kıta sahanlığı alanlarının Türkiye ve Yunanistan arasında sınırlandırılmasına ilişkin sorunun ortaya çıkması 1970’li yılların başını bulmuştur. Sorunun gün yüzüne çıkışının görünen nedeni, Türkiye’nin, Kasım 1973’te Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na, Ege Denizi’nin doğusundaki bazı bölgeleri kapsayan 27 adet petrol arama ruhsatı vermesi[2] ve 1974 yılı içerisinde de yeni ruhsatlar vermeye devam etmesidir.[3]
Temel olarak Yunanistan, Türkiye’nin araştırmalar yapacağını bildirdiği bölgelerden bir kısmının, bölgedeki Yunan adalarının[4] kıta sahanlıkları olduğunu ve bu nedenle bu girişimin Uluslararası Hukuka aykırı olduğunu bildirerek itiraz etmiştir. Hatta, Yunanistan daha da ileri giderek sorunu, 19 Ağustos 1976 tarihinde tek taraflı bir başvuru ile Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) önüne getirmiş fakat Divan, yetkisizlik gerekçesiyle davayı reddetmiştir.[5]
Aradan geçen yaklaşık otuz yıla rağmen soruna bir çözüm bulunması mümkün olamamıştır. Doğaldır ki, çözümsüzlüğün bu derece uzun sürmesinin temel nitelikli bazı sebepleri mevcuttur. Bunlardan ilki, iki ülke arasındaki ilişkilerin niteliği ile ilişkilendirilebilir. İki ulus ve bunun bir yansıması olarak iki devlet arasındaki ilişkilerin, özellikle tarihi kimi olaylardan kaynaklanan bir güvensizlik ve hatta husumete dayandığı ve bu unsurun, iki ülke arasındaki sorunların kolaylıkla çözüme kavuşturulmasını engellediği söylenebilir. Zira, iki taraf, bu güvensizlik ortamında ya hiç görüşme masasına oturmamakta, veya görüşmelere başlansa dahi herhangi bir taviz verme eğilimi göstermemektedirler.
Çözümsüzlüğün ikinci temel nedeni ise, iki tarafın, kıta sahanlığı sınırlandırma sorunu da dahil olmak üzere mevcut temel sorunlar üzerinde birbirlerininkine çok uzak nitelikte iddialara ve hukuksal görüşlere sahip olmalarıdır. Bu güne kadarki çözüm girişimlerinde, iki tarafın temel iddiaları ve görüşleri arasındaki bu uçurumu kapatmak mümkün olamamıştır.
Birinci etmenin giderilmesi daha çok siyasi nitelikli gelişmelere bağlı gözükürken, ikincisinin ortadan kaldırılması ise daha ziyade ilgili Uluslararası Hukuk kurallarının gerçekte ne olduğu ve nasıl uygulandığının ortaya konmasına bağlı gözükmektedir. Her ne kadar uluslararası mahkeme kararları Uluslararası Hukukun bağlayıcı kurallarının doğduğu bir kaynağı oluşturmasa da, deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin oluşmuş genel nitelikli bağlayıcı hukuk prensipleri, uluslararası mahkeme kararlarınca uygulanmış ve büyük oranda açıklığa kavuşturulmuş. Dolayısı ile, tarafların iddialarının somut olarak değerlendirilmesi temelde UAD’nın ve kimi ad hoc nitelikli hakemlik mahkemelerinin günümüze kadar sonuçlandırılmış oldukları deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin yargı kararlarına başvurmayı gerektirmektedir.
Çalışmamızda öncelikle, sorun üzerinde iki tarafın temel hukuksal iddiaları ortaya konacak ve daha sonra günümüze kadarki yargı kararları ışığında ortaya çıkan somut sınırlandırma prensipleri tespit edilecektir. Sonuç olarak bu prensipler ışığında tarafların iddialarının hukuksal geçerliliği genel bir biçimde değerlendirilebilecektir. Ege kıta sahanlığı sorununun hukuksal temelde çözüm ihtimalinin özellikle son gelişmeler çerçevesinde arttığı hatırlanırsa[6] bu çalışmanın, sorunun uluslararası yargı kararları temelinde hukuki açıdan bütüncül değerlendirilmesi ihtiyacına cevap vermeye yönelik olduğu açıktır.
1. Tarafların Hukuksal İddiaları
1.1. Yunanistan’ın Hukuksal İddiaları
Sorunun ilk ortaya çıktığı yıllarda, her iki tarafta, kendi iddialarını desteklemek için bazı hukuksal prensiplere dayanma yolunu seçmişlerdir. Çok genel olarak belirtildiğinde Yunanistan, 1958 yılında imzalanmış olan Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesinde kabul edilmiş olan kıta sahanlığına ve bu alanların sınırlandırılmasına ilişkin maddelere dayanmıştır.
Sözleşmenin 1nci Maddesinin 1, b paragrafına göre kıta sahanlığı kavramının hangi alanları kapsadığı şu şekilde ifade edilmiştir:
“Söz konusu maddeler açısından ‘kıta sahanlığı’ kavramı şu alanları ifade eder; a) kıyıya bitişik denizin tabanı yada altındaki fakat karasularının dışındaki, 200 metre derinliğe kadar yada bunun ötesinde belirtilen alanın doğal kaynaklarının işletilebildiği derinlik çizgisine kadar uzanan alanlar; b) adaların kıyılarına bitişik benzeri alanların deniz yatağı ve onun toprak altındaki kısmı”.
Dolayısı ile Yunanistan’a göre, adalarında kıta sahanlığı mevcuttu ve bu nedenle kıta sahanlığı sınırlandırması esnasında adalar da, kıta ülkesi ile eşit statüde kıta sahanlığına sahip olmalıydılar. Yunanistan, sınırlandırma çizgisinin tam olarak nasıl belirleneceği konusunda da öncelikle Sözleşmenin sınırlandırmaya ilişkin olan 6ncı Maddesinin 2nci paragrafına dayanıyor gözükmüştür. Maddeye göre:
“Herhangi bir antlaşma olmadığı durumlarda veya özel durumlarca başka bir sınırlandırma çizgisi haklı gösterilmedikçe, sınırlandırma çizgisi, bütün noktaları her bir devletin karasularının ölçümünde esas teşkil eden kıyı çizgisine eşit uzaklıkta olan eşit uzaklık çizgisidir.”[7]
Bu maddeye dayanarak Yunanistan, Doğu Ege’deki Yunan adaları ile Türkiye arasındaki kıta sahanlığı çizgisinin eşit uzaklık çizgisi olarak belirlenmesi gerektiğini iddia etmiştir. Zira Yunanistan’a göre, 6. Maddede belirtilen “özel durumlar” (special circumstances) Ege Denizinde mevcut değildir.
Yunanistan, adları ile Türkiye ülkesi arasındaki kıta sahanlığı çizgisinin eşit uzaklık çizgisi olması gerektiği iddiasını desteklemek için, 1969 yılında UAD’nın Kuzey Denizi davalarındaki kararına da dayanmıştır. Mahkeme, kararının ilgili kısımlarında, eşit uzaklık çizgisinin karşıt kıyılar arasındaki kıta sahanlığı sınırlandırmasında çoğu kez uygulanan yöntem olması gerektiğini belirtmişti.[8]
Yukarıda belirtilen Yunan iddialarının, 1970’li yıllardan beri değişmeden günümüze kadar devem ettiği belirtilmelidir. Türkiye’nin aşağıda belirtilecek iddiaları karşısında Yunanistan’ın özellikle vurguladığı nokta, Ege Denizi’nde adaların varlığı veya bu adaların çoğunun taraflardan birine ait olmasının veya Ege Denizi’nin yarı kapalı bir deniz olmasının, 1958 Sözleşmesi’nin 6ncı maddesindeki “özel şartlar” kapsamına girmediği ve dolayısı ile sınırın ortay hat olması gerektiğidir.[9] Bu vurgunun önemli olduğunu belirtmek gerekir. Zira, gelişen sınırlandırma hukuku sonuç itibarı ile sınırlandırmanın ilgili şartlar çerçevesinde hakkaniyete uygun sonuç doğurması gerektiğini kabul ediyor olması karşısında, Yunanistan, Ege’deki şartların, ortay hat dışında bir sınırlandırmayı gerektirmediğini savunmaktadır. Bir başka deyişle Yunanistan’a göre adalarla Türkiye ülkesi arasındaki ortay hat sınırı, hakkaniyete uygun sınırlandırma olarak kabul edilmelidir.
1.2. Türkiye’nin Hukuksal İddiaları
Sorunun 1970’li yıllarda ortaya çıktığı ilk aşamalarda Türkiye’nin temel hukuksal iddiası, Doğu Ege’deki Yunan adalarının tümünün, Türkiye’nin doğal kıta sahanlığı uzantısı veya yaygın tabiri ile doğal uzantısı üzerinde bulunduğu ve bu nedenle hiçbir kıta sahanlığına sahip olamayacakları idi. Bu iddianın temelini ise, UAD’nın 1969 yılı Kuzey Denizi davaları kararında, “doğal uzantı” kavramına yaptığı vurgudur. Bu davada, Danimarka ve Hollanda, Almanya karşısında, her devletin kıta sahanlığı alanlarının kendisine yakın alanları kapsaması gerektiği iddiasına başvurmuşlardır. Yani, hiçbir devlet, başka bir ülkenin kıyısına daha yakın olan bir alanı kıta sahanlığı olarak elde edememelidir. İddia edilen bu “yakınlık” (proximity) prensibi karşında UAD, doğal uzantı kavramını vurgulamış ve asıl olanın yakınlıktan ziyade her devletin kendi doğal uzantısına kıta sahanlığı olarak sahip olması gerektiğini belirtmiştir.[10] Türkiye, daha sonraki yıllarda, kıta sahanlığı davalarındaki trende uygun olarak, doğal uzantı prensibi üzerine yaptığı vurguyu azaltmış ve daha çok “hakkaniyet prensipleri” ve “hakkaniyete uygun çözüm” üzerinde vurgu yapmaya başlamıştır.
Bu yıllarda da ortay konduğu gibi Türkiye’nin bir diğer temel iddiası, kıta sahanlığı sınırlandırmasında asıl olan şeyin sonuçta, hakkaniyet prensipleri ışığında bölgenin bütün ilgili özelliklerinin dikkate alınarak “hakkaniyete uygun” bir sonucun bulunması olduğudur. Bu çerçevede Türkiye belirtmektedir ki, adalarını kıta sahanlığı hakkına sahip olması, bu adaların sınırlandırma esnasında kıta sahanlığı hakkına sahip olacakları anlamına gelmemektedir. Zira bu adalara kıta sahanlığı verilmesi, hakkaniyete uygun olmayan bir sonuç yaratıyorsa, söz konusu adalar tümden ihmal edilebilirler.
Ege’de hakkaniyete uygun çözümle ilgili olarak Türkiye, ülkesine yakın Yunan adalarının varlığının ve Ege’nin kendine has diğer özelliklerinin dikkate alınması gerektiğini ve hakkaniyet prensipleri çerçevesinde bu adalara kıta sahanlığı verilmemesi gerektiğini savunmaktadır. Dikkate alınması gereken özellikler arasında Anadolu’nun doğal uzantısı, iki ülke arsında Lozan Antlaşmaları ile kurulmuş denge, Ege Denizi’nin nispeten dar bir deniz olması ve Türkiye’nin kıyı uzunluğu gibi faktörler belirtilmektedir.[11] Sonuç itibarıyla Türkiye, Ege’de kıta sahanlığı sınırlandırma çizgisinin yaklaşık olarak Ege’nin ortasından geçen bir çizgi olması gerektiğini savunmaktadır.[12]
2. İddiaların Yargı Kararları Işığında Değerlendirilmesi
Uluslararası Hukuk çerçevesinde, hem antlaşmalar hukuku hem de teamül hukuk olarak ortaya çıkmış bazı temel nitelikli sınırlandırma prensipleri mevcuttur.[13] Aşağıda belirtilecek bu prensipler, oldukça genel ve soyut niteliktedirler. Bu nedenle, bu prensiplerin herhangi bir sınırlandırma anlaşmazlığında nasıl uygulandığının tespiti günümüze kadar daha çok UAD’na ve bu maksatla kurulmuş ad hoc hakemlik mahkemelerine düşmüştür. Günümüze kadar, doğrudan sınırlandırma anlaşmazlıklarına ilişkin 10 adet uluslararası yargı kararı verilmiştir. Deniz alanları sınırlandırmasını da içeren 3 dava hala yargı önündedir.[14]
Uluslararası bir mahkeme önüne gelmiş ilk sınırlandırma davası 1969 tarihli Almanya ile Hollanda ve Almanya ile Danimarka arasındaki Kuzey Denizi davalarıdır.[15] Kıta sahanlığının sınırlandırılması meselesine ilişkin diğer bir dava, 1976 yılında ad hoc uluslararası hakemlik mahkemesince karara bağlanmış olan İngiltere ile Fransa arasındaki sınırlandırma davası (İngiltere-Fransa davası) dır.[16]
1980’li yıllar, bu konuya ilişkin davaların sayısının oldukça arttığı yıllar olmuştur. Tunus ve Libya tarafından UAD’na sunulmuş kıta sahanlığı sorunu, Mahkemece 1982 yılında karara bağlanmıştır (Tunus-Libya davası).[17] 1984 yılında Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri’nin UAD’na sunduğu Maine Körfezindeki kıta sahanlığının sınırlandırılması meselesi UAD’nınca olarak karara bağlanmıştır(Maine Körfezi davası).[18] Libya ile Malta arasındaki kıta sahanlığının sınırlandırılması meselesini UAD1985 yılında (Libya-Malta davası) çözüme kavuşturmuştur.[19] Aynı yıl çerisinde karara bağlanan diğer bir kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge alanlarının sınırlandırılması davası ise, Gine ile Gine-Bissau arasındaki sınırlandırma meselesidir (Gine-Gine-Bissau davası) ve iki tarafça bu amaç için kurulan ad hoc hakemlik mahkemesince karara bağlanmıştır.[20]
Kanada ile Kanada kıyıları açığındaki denizaşırı Fransız adaları St. Pierre ve Miquelon arasındaki kıta sahanlığı ve MEB alanlarının sınırlandırılması meselesine ilişkin anlaşmazlık 1992 yılında ad hoc hakemlik mahkemesince karara bağlanmıştır.[21] Bir sonraki yıl içercisinde ise UAD, Danimarka’nın Greenland adası ile Norveç’in nispeten çok küçük adası Jan Mayen arasındaki kıta sahanlığı ve MEB alanlarını sınırlandıran kararını vermiştir (Jan Mayen davası).[22] Diğer bir kıta sahanlığı ve MEB sınırlandırılma davası ise Eritire-Yemen davasıdır ve taraflarca oluşturulan ad hoc hakemlik mahkemesince 1999 yılı sonunda karara bağlanmıştır.[23] Karara bağlanan en son dava Katar ile Bahreyn arasındaki deniz alanlarının sınırlandırılmasına ve bazı egemenlik sorunlarının çözümüne ilişkin Katar-Bahreyn davasıdır.[24]
Şüphesiz ki uluslararası mahkemelerin önüne gelmiş ve karara bağlanmış sınırlandırma uyuşmazlıklarının ilgili olduğu coğrafi alanlar arasında fiziki benzerlikler mevcuttur. Bu coğrafi alanlar kimi özellikleri ile Ege Denizi’ndeki durumlara benzerlikler göstermektedir. Bu nedenle, daha önceki davalardaki yargı kararları, genel sınırlandırma prensiplerini açıklayan prensip ve motorlar oluşturmanın yanısıra ilgili alanların Ege Denizine benzerliklerinden dolayı, Türkiye ve Yunanistan’ın iddialarına ve Eğe kıta sahanlığı sınırlandırmasına ilişkin önemli yansımalar içermektedirler.
2.1. Hakkaniyet Prensipleri ve Hakkani Çözüm
1969 yılındaki Kuzey Denizi davalarında Hollanda ve Danimarka, sınırlandırma hukukunun eşit uzaklık çizgisinin uygulanmasını öngördüğünü ve bu sınırlandırmada da eşit uzaklık çizgisinin uygulanması gerektiğini iddia etmişlerdir. Almanya’nın “konveks” biçimindeki kıyı çizgisi nedeniyle, eşit uzaklık çizgisi Almanya ya daha az kıta sahanlığı bırakacaktı.
1958 Sözleşmesi’nin ilgili 6. Maddesi tarafların çeşitli çekinceleri dolayası ile bu davada uygulanamazdı ve ilgili teamül hukuku uygulanmalıydı. Mahkeme, incelemesinin başlarında eşit uzaklık metodunun yada prensibinin, uygulanması zorunlu bir hukuk kuralı olmadığını belirtmiştir. 1958 Sözleşmesinin ilgili maddesi henüz her devleti bağlayan bir yapılageliş (teamül) kuralı haline gelmemişti.[25]
Eşit uzaklık metodu yada prensibinin zorunlu olmadığı anlayışı takip eden yargı kararlarında sıkça vurgulanmıştır. İngiltere-Fransa davasında Hakemlik Mahkemesi, 6. Madde ile teamül hukuku arasında bir fark olmadığını ve her iki hukukun da eşit uzaklık prensibinin uygulanmasını zorunlu kılmadığını vurgulamıştır.[26] 6. Maddedeki “eşit uzaklı” prensibi mutlak bir prensip değil ama “eşit uzaklık-özel durumlar prensibi” olarak algılanmalıydı. Her ne kadar bu özel durumların ne olduğu maddede belirtilmemişse de, özel durumların varlığında bunlar dikkate alınarak uygun bir sınırlandırma metodu uygulanmalıydı.
İki veya daha çok devlet arasında herhangi bir kıta sahanlığı sınırlandırmasını eşit uzaklık prensibi düzenlemediğine göre, kıta sahanlığı sınırlandırmasını düzenleyen hukuk kuralı yada kuralları neydi?
Kuzey Denizi davalarında UAD; kıta sahanlığı sınırlandırmasında zorunlu olarak uygulanması gereken hukuk kurallarının “hakkaniyet prensipleri” (equitable principles) olduğunu belirtmiştir. Hatta Mahkemeye göre, 1958 Sözleşmesinin 6. Maddesindeki “özel şartlar” (special circumstances) ibaresinin maddeye dahil edilmesinin asıl nedeni de sonuçta sınırlandırmanın asıl maksadının hakkani bir çözüme varmak olduğundandı. Mahkeme, karşıt kıyılar arasındaki sınırlandırmanın çoğunlukla eşit uzaklık çizgisi olması gerektiğini belirtmişti ama bunun nedeni bu metodun zorunlu olmasından değil, karşıt kıyılar arasında çoğu kez hakkaniyeti sağlayan metodun bu olmasındandı.[27] Mahkeme, bunun kaynağının ise hem kıta sahanlığına ilişkin, Truman Bildirisi gibi ilk bildirilerdeki sınırlandırmaya ilişkin ilkeler, hem de kıta sahanlığı kavramının hukuksal özellikleri olduğunu belirtmiştir. Mahkeme kıta sahanlığı sınırlandırmasını “bütün ilgili şartları dikkate alarak hakkaniyet prensiplerinin uygulanması ile hakkaniyete uygun bir çözümün bulunması” olarak ifade etmiştir.[28]
Sınırlandırmanın, bütün ilgili şartları dikkate alarak hakkaniyet prensipleri temelinde yapılması gereği ve 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 6. Maddesindeki sınırlandırma kuralının sonuçta hakkaniyete uygun çözümü amaçladığı yargı kararlarında tartışmasız bir biçimde kabul edilmiş ve vurgulanmıştır. Bu kararlarda dikkati çeken gelişme ise, sınırlandırmaya ilişkin prensibin bir miktar vurgu değiştirmesi olmuştur. Kararlarda hakkaniyet prensiplerinin yanısıra, “hakkani çözüm” (equitable result) en az aynı önemde vurgulanmıştır. ABD ve Kanada arasındaki Maine Körfezi davasında UAD, sınırlandırmanın hakkaniyet prensipleri ve bölgenin coğrafi ve diğer özellikleri çerçevesinde bir hakkani çözüm oluşturacak sınırlandırma metotları çerçevesinde yapılması gerektiğini belirtmiştir.[29] Libya-Malta davasında, UAD yine hakkani çözümü sıkça vurgulamıştır.[30]
2.2. Coğrafyanın Üstünlüğü Prensibi
Sınırlandırmanın hakkaniyet prensipleri temelinde ve bütün ilgili unsurların dikkate alınarak yapılması kuralı Uluslararası Hukuka tartışmasız bir biçimde yerleşmiştir. Lakin halen devam eden tartışma konusu, hakkaniyet prensiplerinin neler olduğudur. Hukukun objektif prensipler sağlamasının vazgeçilmez bir unsur olduğu düşünüldüğünde, hakkaniyet kavramının, sosyal bilimlerde kullanıldığı nispi niteliğinden öte objektif ve genel geçer bir biçimde tanımlanmış bir içeriğe sahip olması gerekir. Uluslararası Deniz Hukuku’nda, çerçevesi çizilmiş ve tanımlanmış bir hakkaniyet prensipleri seti mevcut mudur?
Hakkaniyet prensiplerinin neler olduğu sorusunun yanıtı, deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası yargı kararlarında büyük oranda verilmiş gözükmektedir. Birçok yargı kararında belirtilmiştir ki, herhangi bir sınırlandırma işleminde, aralarından duruma uygun olan prensiplerin seçilebileceği bir hakkaniyet prensipleri seti mevcuttur.[31]
Yargı kararlarında ön plana çıkarılan prensip “coğrafyanın üstünlüğü” prensibidir. Kuzey Denizi davalarında bu prensip Mahkemece, “coğrafyanın yeniden şekillendirilmesi söz konusu olamaz” biçiminde ifade edilmiştir.[32] İngiltere-Fransa davasında “eşit uzaklık yada başka herhangi bir sınırlandırma metodunun uygunluğunu coğrafi şartlar belirler” biçiminde özetlenmiştir.[33] Tunus-Libya davası kararında “kıta denize hakimdir” şeklinde ifade edilmiştir.[34] Libya Malta davası kararında “tarafların kıyıları başlama çizgisini oluşturur” ifadesi kullanılmıştır.[35]
Hem kıta sahanlığı hem de MEB alanlarının tek bir davada sınırlandırıldığı kararlarda da coğrafyanın üstünlüğü prensibi aynı şekilde ön plana çıkarılmıştır. Kanda-Fransa davasında Mahkeme, coğrafi unsurların sınırlandırmanın merkezini oluşturduğunu ifade etmiştir.[36] Jan Mayen davasındaki kararda benzeri bir biçimde Mahkeme sınırlandırmanın, ilgili alanın coğrafi çerçevesine dayandığını belirtmiştir.[37] Katar-Bahreyn davsında UAD, kara denize hakimdir prensibini tekrarlamış ve bu prensibin devletin kara ülkesi üzerindeki egemenliğinin bir sonucu olduğunu vurgulamıştır.[38]
Coğrafyandan kasıt, iki ülke arasında sınırlandırmaya konu olan alandaki anakara coğrafyasıdır. Bu bağlamda en önemli unsur, anakara kıyılarının uzunluğudur ve kural olarak kıyı uzunluğu, elde edilecek deniz alanını belirleyen en önemli coğrafi faktör olarak belirmektedir.[39] Bir başka önemli coğrafi unsur, kıyı çizgisi üzerindeki kıvrımlar, girintiler ve çıkıntılardır. Kuzey Denizi davaları kararında açıkça belirtildiği gibi, dikkate alınacak coğrafî şekiller, bölgenin coğrafi yapısı çerçevesinde önemsiz sayılmayacak unsurlar olmalıdır.[40] Katar-Bahreyn davasında UAD, iki ülkenin kuzey kıyılarının uzunluk ve şekil açısından benzer olduğunu belirtmiş ve sadece Bahreyn kıyısında Fasht al Jarim’in denize doğru bir çıkıntı olduğunu ama bununda bilgenin coğrafi çerçevede önemsiz bir unsur olduğundan ihmal edilmesi gerektiğini belirtmiştir.[41]
İşte bu unsurlar, bir sınırlandırma eyleminde, başlangıç ve daha sonra çok az değişecek olan “temel” sınırlandırma çizgisini belirleyen unsurlardır. Neredeyse bütün sınırlandırma davalarında mahkemeler, sınırlandırma işlemine başlarken önce iki anakara ülkesi arasında, anakara ülkelerinin coğrafi özelliklerini yansıtan bir sınırlandırma çizgisi belirlemişler veya en azından böyle bir çizgiyi referans noktası kabul etmişleridir. Bu sınırlandırma çizgisi hem başlangıç çizgisini, hem de dikkate alınan diğer unsurlarca az değiştirilecek temel sınırlandırma çizgisini oluşturmuştur. Bu sınır çoğu kez, iki anakara ülkesinin coğrafi ilişkini en iyi yansıttığı için iki ülke arasındaki eşit uzaklık çizgisi olmuştur.
İngiltere-Fransa davasında Mahkeme, önce İngiltere ve Fransa arasında bir ana sınırlandırma çizgisi belirlemiş ve bu çizginin Fransa tarafında kalan İngiliz Kanal Adalarına sadece sınırlı bir kıta sahanlığı vermiştir. Zira, bu adların varlığı, iki ülke arasındaki coğrafi dengeyi bozan bir özellik göstermekteydi.[42] UAD’nınca Libya-Malta davasında mesafe prensibine yapılan vurgu sonuçta sınırlandırmaya, kıyı coğrafyasını en iyi yansıtan eşit uzaklık çizgisi ile başlanmasına yol açmıştır.[43] Jan Mayen davasında Mahkeme, sınırlandırmaya eşit uzaklık çizgisi ile başlamış ve bununda coğrafyanın üstünlüğünde kaynaklandığını belirtmiştir.[44] Maine Körfezi davasında da Mahkeme açıkça, anakaralar arasındaki eşit uzaklık çizgisi ile başlanması gerektiğini zira bunun, söz konusu alanın coğrafi özelliğini en iyi yansıttığını belirtmiştir.[45] Katar-Bahreyn davasında UAD aynı yöntemi izlemiştir.[46] Sadece Eritre-Yemen davasında, eşit uzaklık çizgisi ile başlanmamıştır zira, üzerinde her iki tarafın da anlaştığı bir tarihi çizgi Mahkeme için başlangıçta temel sınırlandırma çizgisi olarak kabul edilmiştir.[47]
2.3. Diğer Faktörlerin Dikkate Alınmasına İlişkin Prensipler
Sınırlandırmada hakkaniyetin sağlanmasının, sadece coğrafi unsurların dikkate alınması ile sağlanamayacağı ve diğer bütün ilgili unsurların dikkate alınması gerektiği uluslararası yargı kararlarında ayrıca vurgulanmıştır. Gerçekten hakkaniyete uygun bir sınırlandırma yapılması için diğer unsurların da dikkate alınması gerekmektedir.[48]
1969 yılında UAD, dikkate alınacak unsurlara hukuksal bir sınır olmadığını belirtmişti[49] ancak, takip eden bütün yargı kararlarında, dikkate alınacak unsurların sadece kıta sahanlığı ve/veya münhasır ekonomik bölge kavramları ile “ilgili” olması gereği kabul edilmiştir.[50]
Yargı kararlarına göre, bu ilgili unsurlardan başta geleni, bölgede mevcut adalar ve diğer coğrafi formasyonlardır. Yukarıda belirtildiği gibi Uluslararası Hukuk adalara kıta sahanlığına sahip olama hakkını açıkça tanınmıştır lakin iddiaların aksine bu daların sınırlandırma esnasında anakara ülkeleri ile aynı statüde oldukları manasına gelmemektedir. Bir başka deyişle sınırlandırmada adalar söz konusu olduğunda, sahip olma ile sınırlandırma arasında kesin bir ayrım söz konusudur. Sonuçta adlar, coğrafi konumları, ekonomik ve sosyal nitelikleri gibi sahip oldukları unsurlar çerçevesinde sınırlandırma çizgisini ya hiç etkilemekte, ayda sınırlı bir biçimde etkilemektedirler.
Kendi ülkesinin kıyılarına daha yakın daların rolü ile ilgili örnek Tunus-Libya davasında Tunus’un Kerkennah adalarıdır. Bu adaya Mahkeme yarım etki (half-effect) tanımıştır.[51] Gine-Gine Bissau davasında Mahkeme, kıyı uzunlukları belirgin bir biçimde farklı olmayan, kıyı şekilleri benzer olan iki taraf arasındaki sınırlandırmada bu tür adaların sınırı önemli bir derecede etkilemelerine izin verilmemesi gerektiğini belirtmiştir.[52]
Eritre-Yemen davasında, Mahkeme, Dahlak adalarına önemli bir etki tanırken, daha güneydeki kıyı adalarını tümden ihmal etmiştir. Özellikle kurak ve sosyal hayata elverişsiz olmaları nedeni ile Yemen’in Jabal al-Tayr ve Zubayr adalarına hiç etki verilmemiştir.[53] Tunus-Libya davasında, Mahkeme, bölgedeki unsurların daha önemli olduğunu belirterek, Tunus’un Jerba adasını tümden ihmal etmiştir.[54] Gine-Gine Bissau davasında Mahkeme, Alcatraz adalarının kuzey kesimlerine doğru bu adalara, 12 millik karasularının ötesinde hiç kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge vermemiştir.
Kendi ülkesinin kıyılarının hemen yakınında yerleşmiş bu tür kıyı adaları bazen sadece, deniz alanlarının ölçümüne esas oluşturan kıyı çizgisinin oluşturulmasında bir etki sahibi olmaktadırlar. Ama çoğu kez kıyı çizgisini tam bulundukları yer kadar değil daha az etkilemelerine izin verilmekte yani sınırlı bir etki tanınmaktadır. İngiltere-Fransa davasında, İngiltere’nin kıyı adası Scilly Isles ile Fransa’nın kıyı adası Ushant, kıyı çizgisi oluşturmada tam etki verildikleri taktirde hakkaniyete aykırı sonuç doğuracaklarından, kıyı çizgisini ancak kısmen etkilemelerine izin verilmiştir.[55]
Bir ülkenin, başka bir ülkenin kıyılarına yakın adalarının, sınırlandırmadaki rolü İngiltere-Fransa davasında gündeme gelmiştir. İngiltere’nin Kanal adaları sınırlandırma sonucunda sadece 12 mil genişliğinde bir çerçevelenmiş (enclave) kıta sahanlığına sahip olabilmişlerdir. Şayet bu adalara taraflarca daha önceden 12 mil genişliğinde münhasır balıkçılık bölgesi tanınmış olmasa idi, bu rakam daha küçük de olabilirdi. Bu tür adlalar için Mahkeme, coğrafi konumlarının, kıta sahanlığı elde etmeleri açısından ciddi bir negatif unsur oluşturduğunu belirtmiş.[56] Bu davada, bu adaların ihmal edilmemelerinin sebebi, sosyal ve ekonomik açıdan önemli oluşları ve İngiltere den kısmen ayrı bir statüye sahip olmalarıdır.[57]
Belirtmek gerekir ki, bir başka devletin kıyılarına yakın olmayan, ama iki ana kıta arasındaki eşit uzaklık çizgisi dikkate alındığında hala diğer ülkeye yakın olan adaların durumu son zamanlara kadar gündeme gelmemişti. Ancak bu adaların sınırlandırmadaki rolünün de, diğer konumdaki adalar için etkili olan faktörler çerçevesinde değerlendirileceğini tahmin etmek mümkündü. Bu çerçevede Katar-Bahreyn davasındaki Bahreyn’e ait Qit’at Jaradah adasının durumu bir örnek oluşturmuştur. Bu adanın, iki ülke arasındaki eşit uzaklık çizgisi civarında bulunan küçük ve sosyal hayata elverişsiz bir doğal yapıya sahip olduğu vurgulanmıştır. Mahkeme, bu özellikleri ile bu adaya, bölgenin özellikleri çerçevesinde düşünülüğünde bir etki tanımının hakkaniyete uygun olmayacağını belirtti ve bu adaları ihmal etti.[58]
Adalar dışında dikkate alınması gereken bir başka unsur deniz tabanın jeolojik ve jeomorfolojik özellikleridir. Kuzey Denizi davalarında UAD, “doğal uzantı” (natural prolongation) kavramına o derece vurgu yapmıştır ki, sınırlandırmada önemli olanın her iki tarafın doğal uzantılarının kendilerine verilmesi olduğu sonucu doğmuştur.[59]
Fakat, bir sonraki dava olan İngiltere-Fransa davasında Hakemlik Mahkemesi, doğal uzantı faktörünün mutlak bir rolü olamayacağını belirtmiştir. Aynı görüş, Kanda-Fransa davasında[60] Tunus-Libya[61] ve Libya-Malta[62] davalarında tekrarlanmıştır. Doğal uzantı faktörünün sınırlandırma çerçevesinde etkisinin azalması iki sebebe dayandırılmıştır. Birincisi, hukuksal manada kıta sahanlığı kavramının ve ilgili hakların temelini artık doğal uzantı kavramından ziyade mesafe faktörü oluşturmaktadır. İkincisi ise, günümüzde sınırlandırma sürecinde çoğu kez sadece kıta sahanlığı sınırlandırması değil, tek bir sınırlandırma çizgisi ile hem kıta sahanlığının hem de münhasır ekonomik bölge sınırlandırması söz konusu olmaktadır. Bu durumda, sadece kıta sahanlığı açısından bir miktar önem taşıyan ama münhasır ekonomik bölge kavramı ile bir ilgisi olmayan jeolojik öğeler sınırlandırma esnasında neredeyse tamamen etkisini yitirmektedirler.[63]
Sonuç olarak, tespit edilebilseler dahi, jeolojik ve jeomorfolojik öğeler sınırlandırma çerçevesinde diğer ikincil nitelikli ilgili faktörlerle birlikte değerlendirilmektedirler ve mutlak değil ancak nispi bir etki sahibi olmaktadırlar.
Sınırlandırılacak alanlardaki doğal kaynaklar dikkate alınması gereken bir diğer ilgili faktördür. Varlığı bilinen doğal kaynakların sınırlandırmada dikkate alınacağı yargı kararlarında kesin bir biçimde kabul edilmiştir. Bu faktörler canlı türler olabileceği gibi madenler ve diğer mineral kaynaklar olabilmektedir. Münhasır ekonomik bölge sınırlandırması söz konusu olduğu zaman akıntılar ve rüzgar enerjisi gibi doğal unsurlarda bu faktörler arasında yer almaktadır.
Yargı kararlarından ortaya çıkan sonuç odur ki, bölgedeki mevcut doğal kaynakları ağır bir biçimde orantısız paylaştıran bir sınırlandırma çizgisi hakkaniyete uygun bir sınır olarak kabul edilemeyecektir.[64] Kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge kavramlarının asıl varlık sebebinin bu doğal kaynaklar üzerinde kıyı devletine münhasır haklar sağlamak olduğu hatırlanırsa bu sonuç şaşırtıcı olmamalıdır. Eritire-Yemen davasında, ülkelerin balıkçılığa bağımlılıkları Mahkemenin kararında önemli bir rol oynamıştır. Bu etkinin bir diğer sebebi de, balıkçılık üzerindeki tarihi hakların korunması çabası olduğu söylenebilir.[65] Jan Mayen davasında Mahkeme, bölgedeki caplin türü balıkçılık bölgelerinin dengeli dağılımına büyük önem vermiş ve sınırlandırma çizgisinde bu maksatla ayarlamalar yapmıştır. Katar-Yemen davasında UAD, şayet denizden inci (pearl) çıkarma uğraşının artık sona ermiş olması nedeni ile bu unsuru dikkate almamıştır ama şayet sona ermemiş olsaydı dikkate alınması gereken bir unsur olacağını da belirtmiştir.
Ancak, ülkelerin birbirlerine göre nispi ekonomik gelişmişlik seviyeleri sınırlandırmada dikkate alınan bir unsur değildir. Yargı kararlarında bu gibi unsurların zamanla değişken ve oldukça göreceli kavramlar oldukları vurgulanmıştır.[66] Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, adaların dikkate alındığı durumlarda, bu adaların ekonomik ve sosyal durumları, denize bağımlılıkları, adaların sınırlandırmadaki etkilerinin belirlenmesinde önemli yer tutmaktadır.
Son olarak, bölgedeki mevcut veya muhtemel sınırlar da, iki devlet arasındaki sınırlandırmayı etkileyen faktörlerdendir. Örneğin, Tunus-Libya davsında, UAD, taraflarla üçüncü devletler arasındaki sınırlandırma durumlarını da dikkate almıştır.[67] Yine bu davada ve Eritre-Yemen davasında, tarafların balıkçılık veya petrol arama ruhsatı alanları gibi daha önceden başka nedenlerle belirledikleri sınırlar da dikkate alınmıştır.
Deniz savunma ve güvenlik unsurların, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge kavramları ile ilgilerinin azlığı nedeni ile sınırlandırmada, sınır çizgisini şu yada bu biçimde değiştirecek bir etkiye sahip olmayacakları yargı kararlarında belirtilmiştir. Kuzey Denizi davalarında UAD, bu faktörlerin sınırlandırma çizgisini etkileyen değil ancak desteklen yada güçlendiren unsurlar olacağını belirtmiştir.[68] Libya-Malta davsında da Divan, bu unsurların sınırlandırmaya tamamen alakasız olmadığını belirtmesine rağmen bunların sınırı etkileyen unsurlar olabileceğinden bahsetmemiştir.[69] Gine-Gine-Bissau davasında Mahkeme, bu unsurları, yukarıdaki faktörler çerçevesinde vardığı sonucu destekleyici unsurlar olarak değerlendirmiştir.[70] İngiltere-Fransa davasında Mahkeme, bu unsurların sınırlandırmaya negatif yada pozitif bir etkisi olmayacağını belirtmiştir.[71]
2.4. “Oransallık” ve “Projeksiyon” Prensipleri
Şu ana kadar üzerinde durulan prensipler, sınırlandırmanın belirli bir hukuksal çerçeve içerisinde yapıldığını ve bu çerçeveye göre coğrafi unsurların sınırlandırma çizgisini temel olarak belirlediğini, belirli bazı ilgili faktörlerin ise, hakkaniyet sağlanması açısından bu sınır üzerinde kısmi etkiler sağladıklarını ortaya koymuştur. Ayrıca, coğrafya kavramından özellikle anakara coğrafyasının anlaşılması gerektiğinin yargı kararlarında açıkça ortaya konduğu da belirtilmiştir. Ancak, bu kukusal çerçeve içerisinde bazı faktörlerin birbirine oranla sınırlandırma üzerindeki etkilerinin ne olacağı, ve ayrıca hakkaniyeti bozmadan ne dereceye kadar etkili olacakları net bir biçimde belirlenmiş değildir.
Yargı kararlarında bu konuları düzenleyen bazı prensipler ortaya konmuştur. Bu prensiplerden birincisi “oransallık prensibi” (proportionality) dir. Bu prensibe göre, sınırlandırma sonuç itibarıyla iki devletin kıyı uzunlukları arasındaki oran ile bu ülkelere verilen kıta sahanlıkları ve/veya münhasır ekonomik bölge alanları arasındaki oranın birbirine yakın olması gerekir. Dolayısı ile oransallık, yukarıdaki çerçeve ile sonuçlanan sınırlandırmanın hakkaniyete uygunluğunu test eden bir nihai kontrol prensibi işlevi görmektedir. Sonuç itibariyle bir faktör, kıyı uzunlukları arasındaki oranın sınırlandırmaya yansımasını önemli ölçüde değiştirecek bir etkiye sahip olamayacaktır. Olduğu taktirde, o sınırlandırma çerçevesinde hakkaniyeti sağlayan bir metot olarak değerlendirilmemelidir.[72] Sınırlandırmada anakara coğrafyasının üstünlüğü hatırlanırsa, bunun oldukça mantıki bir prensip olduğu kabul edilmelidir.
Benzeri nitelikteki bir başka prensip ise “kapatmama” (non-encroachment) prensibidir. Özellikle kıta sahanlığı genişliğinin tespitinde mesafe unsurunun kabul edilmesiyle birlikte, sınırlandırma çizgisinin, her ülkeye, kıyılarına yakın alanları bırakmasını sağlaması gerektiği kabul edilmişidir. Yani bir ülkenin yakındaki deniz alanını bir başka ülkeye vermekle sonuçlanan bir sınırlandırma metodunun hakkaniyete aykırı olduğu vurgulanmıştır.[73] Örneğin Kanada-Fransa davasında, Mahkeme, Fransız adalarına güneydoğu yönünde uzanacak bir deniz alanı vermemiştir. Gerekçe olarak ta bu durumun, Kanada kıyılarının denize alanlarını keseceğini (cut-off) göstermiştir.[74]
Fakat, yinede belirtmek gerekir ki, hem oransallık hem de kapatmama prensipleri mutlak bir biçimde uygulanmamaktadır. Zira, sınırlandırma çizgisi, sadece anakara kıyı uzunluklarını tam yansıtan bir çizgi olsaydı diğer ilgili faktörlere bir rol tanınmamış olacak ve hakkaniyet sağlanamamış olacaktı. Veya, bir anakaranın deniz alanını ne pahasına olursa olsun kesmeme durumu, sonuçta o bölgenin şartları bütün olarak değerlendirildiğinde hakkaniyete aykırı sonuç doğurabilecektir. Bu nedenlerle, bu prensipleri, adalara verilecek etki de dahil olmak üzere, belirtilen ilgili faktörlere ne dereceye kadar etki tanınacağını belirleyen “genel nitelikli” prensipler olarak değerlendirmek gerekmektedir.
3. Ege Denizi’ne Yansımalar
Deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası yargı kararlarını, sınırlandırmayı düzenleyen genel prensiplerin yorumu ve somut durumlara uygulanması açısından değerlendiren incelememizden Ege denizindeki kıta sahanlığına ilişkin önemli sonuçlar çıkmaktadır.
Öncelikle, sınırlandırmada eşit uzaklık prensibi değil hakkaniyet prensiplerinin uygulanması zorunlu olduğuna göre, Ege Denizindeki sınırlandırma, ister ikili antlaşma ile olsun veya bir uluslararası mahkeme vasıtası ile yapılsın,[75] hakkaniyet prensipleri çerçevesinde ve hakkaniyete uygun bir çözüm sağlamak temelinde yapılmalıdır. Dolayısı ile, özellikle 1970’lerde Yunanistan’ın eşit uzaklık prensibine yaptığı vurgu günümüzde hukuksal olarak bir geçerliliğe sahip gözükmemektedir.
İkinci olarak, hakkaniyet prensiplerinin temel olarak anakara coğrafyasına üstünlük tanıdığından hareketle, Ege Denizinde, öncelikle ve temel olarak dikkate alınması gereken unsurların adalar değil, anakaraların coğrafi özellikleri olduğu açıktır. Bu coğrafi özelliklerin başında da iki ülkenin kıyı uzunlukları ve kıyı yapısı gelmektedir. Ege’de iki ülke kıyı uzunlukları, adalar hariç tutulduğunda dengeli gözükmektedir.[76] Kıyı coğrafyası özellikleri açısından her iki ülke de önemli sayılacak girinti ve çıkıntılara sahipse de bunlar dengeli ve karşılıklı gözükmektedir.[77] Dolayısı ile, Yunanistan’ın adaların kıta sahanlığına sahip olma hakları ile sınırlandırmadaki rolleri arasında bir ayrım yapmadan, Ege de sınırlandırmanın adalar ve Türkiye ülkesi arasında eşit uzaklık çizgisi olması gerektiği iddiası hem hukuksal dolayısı ile hem de fiziki verilere ters düşmektedir.
Öte yandan, hem oransallık hem de kapatmama prensipleri de, özellikle Doğu Ege’deki Yunan adalarının kıt sahanlığına sahip olmamalarını gerektirmektedir. Mevcut 6 mil karasuları genişliği durumunda, bu adaların karasuları sebebi ile Yunanistan zaten Ege Denizinin Türkiye ye oranla önemli bir oranını elinde bulundurmaktadır.[78] Birde özellikle Doğu Ege adalarının kıta sahanlıklarına sahip olmaları kabul edilirse, Türkiye’nin fiilen kıta sahanlığına sahip olama imkanı ortadan kalkacaktır. Bu da Türkiye’nin kıyı uzunluğu ile elde edeceği deniz alanı arasında hakkaniyete açıkça ters bir orantısızlık yaratacaktır. Oysa, bu adalar ihmal edildiğinde dahi, adaların karasuları nedeni Yunanistan yine de Ege Denizi’nin büyük bir oranını elinde bulunduracaktır.[79] Adalara kıta sahanlığı verilmesi durumu kapatmama prensibine de açıkça ters düşecektir. Zira, Türkiye kıyılarının önü tamamen kapatılacak ve kendisine yakın deniz alanları bir başka ülkeye verilmiş olacaktır.
Bu prensipler çerçevesinde, benzeri etkiler doğuran Batı Ege adalarının önemli bir kısmı da dahil olmak üzere Ege adalarının büyük çoğunluğuna ya hiç kıta sahanlığı verilmemeli yada sınırlı bir kıta sahanlığı alanı verilmelidir. Bu çerçevede, bu gün Yunanistan’ın üzerinde en fazla durduğu iddia olan adaların da kıta sahanlığına sahip olma hakları ve anakaralarla eşit değerlendirilmeleri, uluslararası yargı kararlarında açıkça reddedilmektedir.
Ege Denizinin deniz tabanına ilişkin jeolojik ve jeomorfolojik verilerin sınırlandırma da çok önemli bir rol oynamayacakları da açık olmalıdır. Zira artık bu unsurların öneminin azaldığı yargı kararlarında vurgulanmıştır. Üstelik Ege gibi genişliği toplam 400 mili aşamayan denizlerde bu unsurların sınırlandırmadaki rolü daha da kısıtlıdır. Dolayısı ile 1970’lerdeki Türk görüşlerinde bu yöndeki vurgunun değerinin bu gün için hukuksal olarak önemli oranda azaldığı söylenebilir.
Ege Denizi’nde sınırlandırmayı etkileyecek ikincil nitelikli unsurlar doğal kaynaklar olarak karşımıza çıkacaktır.[80] Zira yukarda belirtildiği gibi, bu unsurların sınırlandırmadaki önemi yargı kararlarında sıkça vurgulanmıştır. Fakat bu konuda, Ege Denizi’ne ilişkin olarak önemli bir bilgi eksikliğinden söz etmek mümkündür. Mevcut balık stoku ve maden ve petrol rezervleri oldukça sınırlı gözükmektedir. Uzun süredir her iki tarafta, karşılıklı bir tutum ile Ege Denizi’nde doğal kaynak arama faaliyetleri gerçekleştirmemektedirler. Bu nedenle muhtemel kaynaklar üzerine elde edilen bilgiler sınırlı kalmaktadır. Herhangi bir sınırlandırma sürecinden önce Ege’de bu konuda detaylı çalışma yapma gereği açıkça ortadadır.
Bu değerlendirmeler ışığında belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin Ege kıta sahanlığı sınırlandırmasına hukuksal yaklaşımları, deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin Uluslararası Hukuk kuralları ve bunların uluslararası mahkemelerce yorumlanıp uygulanış şekline uyumlu gözükmektedir. Özellikle belirtilmelidir ki, Yunanistan’ın, sınırlandırmanın Doğu Ege adaları ile Türkiye arasında eşit uzaklık çizgisi ile yapılması iddiası, hakkaniyet prensiplerine ve bu prensiplerin sınırlandırmaya ilişkin yargı kararlarında uygulanışına temelde aykırı gözükmektedir.
Yrd. Doç. Dr Yücel ACER:
Onsekiz Mart Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
Uluslararası İlişkiler Bölümü, Çanakkale & USAK Deniz ve Su Hukuku Araştırmaları Merkezi Müdürü
--------------------------------------------------------------------------------
[1] O’CONNELL, D.P., 1982, The International Law of the Sea, vol. I, Oxford: Clarendon Press, s. 470; MOUTON, H. W., 1952, The Continental Shelf. The Hague: Clarendon, p. 49.
[2]Bakınız, Resmi Gazete, 1 Kasım 1973.
[3] Karar no. 7/8594. Resmi Gazete, 18 Haziran 1974.
[4] Yunanistan’ın ilgili notasında ismen belirtilen adalar şunlardır: Samothrace, Limnos, Aghios Eustaritos, Lesvos, Chios, Psara, and Antipsara. Note Verbale, 7 Şubat 1974, içinde The Aegean Sea Continental Shelf Case, Pleadings, s. 21-22.
[5] The Aegean Sea Continental Shelf Case. (Greece v. Turkey). Judgment of 19 December 1978. ICJ Reports, 1978, s. 3. Kararın ayrıntılı incelemesi için, bakınız, GROSS, L., 1977, “The Dispute Between Greece and Turkey Concerning the Continental Shelf in the Aegean”. American Journal of International Law, vol. 71, s. 31-59.
[6] Bakınız, ACER, Y., 2001, “Ege’de Diyalogla Çözüm Yakın mı?” Liberal Düşünce, Sayı 23, s. 145-163.
[7] Paragrafın İngilizce metni şu şekildedir: “In the absence of agreement, and unless another boundary line is justified by special circumstances, the boundary is the median line, every point of which is equidistant from the nearest points of the baselines from which the breadth of the territorial sea of each State is measured.”
[8] Kuzey Denizi davaları, par. 57.
[9] Örnegin bakınız, Yunanistan’ın BM Üçüncü Deniz Hukuku Konferansındaki iddialrı. Doc. A/CONF.62/C.2/L.25, Off. Rec., III, s. 202. Ayrıca bakınız, Yunanistan’ın Açıklaması, UNCLOS III. Off. Rec., I, par. 27, s. 129.
[10] Kuzey Denizi davaları, par. 37-59.
[11] İddialar için, bakınız, Bern görüşmelerinde Türkiye temsilcisi Büyükelçi Suat Bilge’nin Açıklamaları. Bern, 31 Ocak 1976, içinde The Aegean Sea Continental Shelf Case, Pleadings, s. 167-168;
[12]Türkiye’nin sonuç itibarıyla bu çizgiyi savunduğu, 1970’li yıllarda TPOA ya verilen araştırma izinlerinin gösterildiği haritadan açıkça anlaşılmaktadır. Harita için bakınız, ARVANITOPOULOS, C. and SYRIGOS, A., 1988, The International Legal Status of the Aegean Sea, Athens: Ministry of Press and Mass Media, Secretariat General of Information.
[13] Sınırlandırmaya ilişkin uluslararası sözleşme maddeleri: 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, Madde 6; 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, Madde 74 ve 83.
[14] Bunlar: Territorial and Maritime Dispute (Nicaragua v. Colombia), (2001-); Maritime Delimitation between Nicaragua and Honduras in the Caribbean Sea (Nicaragua v. Honduras), (1999-); Land and Maritime Boundary between Cameroon and Nigeria (Cameroon v. Nigeria), (1994-).
[15] The North Sea Continental Shelf Cases. (Federal Republic of Germany v. Denmark; Federal Republic of Germany v. Netherlands). Judgment of 20 February 1969, ICJ Reports, 1969, p. 2. Karar üzerine bir inceleme için, bakınız, BROWN, E.D.,1970, “The North Sea Continental Shelf Cases”. Current Legal Problems, vol. 23, pp. 187-215; JENNINGS, R.Y., 1969, “The Limits of Continental Shelf Jurisdiction: Some Possible Implications of the North Sea Cases Judgment”. International and Comparative Law Quarterly, vol. 18, s. 819-832
[16] The Arbitration Between the United Kingdom of Great Britain and the Northern Ireland and the French Republic on the Delimitation of the Continental Shelf, (the United Kingdom v. the Republic of France). Decision of the Court of Arbitration, 30 June 1977. NORDQUIST, M., LAY, S.H., and SIMMONDS. K.R. (eds), 1980, New Trends in the Law of the Sea, Documents, vol. VIII, London: Oceana Publications, s. 283. Ayrıca bakınız, COLSON. D.A., 1978, “The United Kingdom-France Continental Shelf Arbitration”. American Journal of International Law, vol. 72, s. 95-112.
[17] The Case Concerning the Continental Shelf, (Tunisia v. Libyan Arab Jamahiria). Judgment of 24 February 1982 ICJ Reports, 1982, p. 18. Arıntılı bir inceleme için, bakınız, HERMAN, L.L., 1984,“The Court Giveth and the Court Taketh Away: An Analysis of the Tunisia-Libya Continental Shelf Case”. International and Comparative Law Quarterly, vol. 33, s. 825-858; FELDMAN, M.B., 1983,“The Tunisia-Libya Continental Shelf Case: Geographical Justice or Judicial Compromise?”. American Journal of International Law, vol. 77, s. 219-238.
[18] The Case Concerning Delimitation of the Maritime Boundary in the Gulf of Maine (Canada v. United States of America). Judgment of 12 October 1984. ICJ Reports 1984, p. 246. Detaylı bir inceleme için, bakınız, SCHNEIDER, J., 1985, “The Gulf of Maine Case: The Nature of an Equitable Result”. American Journal of International Law, vol. 79, s. 539-577.
[19] The Case Concerning the Continental Shelf, (Libyan Arab Jamahiria v. Malta). Judgment of 3 June 1985. ICJ Reports, 1985, p. 13.
[20] The Guinea -Guinea Bissau Maritime Delimitation Case. Judgment of 14 February 1985. International Law Reports, vol. 77, 1988, s. 636.
[21] The Case Concerning the Delimitation of Maritime Areas Between Canada and the French Republic. (Canada v. the French Republic). Arbitration Decision, 10 June 1992. 31 ILM, (1992), p. 1145. Ayrıntılı inceleme için, bakınız, HIGHET, K., 1993, “Delimitation of the Maritime Areas between Canada and France”. American Journal of International Law, vol. 87, s. 452-464.
[22] The Case Concerning Maritime Delimitation in the Area Between Greenland and Jan Mayen. (Denmark v. Norway). Judgment of 14 June 1993, ICJ Rep., 1993, p. 38. Ayrıca bakınız, EVANS, M.D., 1994, “Case Concerning Maritime Delimitation in the Area Between Greenland and Jan Mayen (Denmark v. Norway)” International and Comparative Law Quarterly, vol. 43, s. 697-705; J. CHARNEY, I., 1994, “Maritime Delimitation in the Area between Greenland and Jan Mayen”. American Journal of International Law, vol. 88, s. 105-109.
[23] The Arbitration between Yemen and Eritrea. Second Phase: The Maritime Delimitation. The Award of 17 December 1999 of the
Arbitration Court
Established by Yemen and Eritrea. (Karar metni:
http://www.pca-cpa.or/ER-YEMain.htm
(16.05.00).
[24] Maritime Delimitation and Territorial Questions Between Qatar and Bahrain (Qatar v. Bahrain) Judgment of 16 March 2001. Bu davada çözüm bekleyen sorunlar Hawar adaları ve Dibal ve Qit’at Jaradah kayalıklarının hangi devlete ait olduğunun saptanması ve iki devlet arasında kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge dahil deniz alanlarının sınırlandırılmasıdır.
[25]Mahkeme vurgulamıştır ki, Uluslararası Hukuk Komisyonu, eşit uzaklık prensibini yapılageliş değeri kazanmış olarak değerlendirmemiştir. Kuzey Denizi davaları, par. 49-53.
[26] İngiltere-Fransa davası, par. 70. Ayrıca bakınız, Tunus-Libya davası, par. 109.
[27] Kuzey Denizi davaları, par. 57. Ayrıca bakınız, par. 50, 51, 83.
[28] Mahkeme kararında bunu şu şekilde ifade etmiştir: “The delimitation is to be affected by agreement in accordance with equitable principles, and taking account of all the relevant circumstances”, par. 101©.
[29]Maine Körfezi davası, par. 112.
[30]Libya-Malta davası, par. 45. Ayrıca bakınız, İngiltere-Fransa davası, par. 83; Tunus-Libya davası, par. 70; Jan Mayen davası, par. 54; Kanada-Fransa davası, par. 70. Bu gün yürürlükteki en kapsamlı Deniz Hukuku sözleşmesi olan 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 83. Maddesi, kıyıları karşıt yada bitişik olan devletler arasında sınırlandırma Uluslararası Hukuk temelinde “hakkani bir çözüme ulaşmak maksadı ile yapılır” demektedir.
[31]Libya-Malta davası, par. 46; Maine Körfezi davası, par. 88; Eritre-Yemen davası, par. 103.
[32]Kuzey Denizi davaları, par. 91.
[33] İngiltere-Fransa davası, par. 96.
[34] Tunus-Libya davası, par. 73.
[35] Libya Malta davası, par. 47.
[36] Kanda-Fransa davasında, par. 24.
[37] Jan Mayen davası, par. 51-53.
[38]Katar-Bahreyn davası, par. 185.
[39]Aşağıda değinilecek “oransallık prensibi” bunu açıkça ifade etmektedir. İnfra, 2.4.
[40]Kuzey Denizi davaları, par. 57, 98.
[41]Katar-Bahreyn davası, par. 247.
[42] İngiltere-Fransa davası ile Ege kıta sahanlığı sorunu arasında bir karşılaştırma için, bakınız, ACER, Y. “İngiltere-Fransa Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Davası: Ege Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Uyuşmazlığına Yansımalar.” içinde LAÇİNER, S., 2001, Bir Başka Açıdan İngiltere. Ankara: ASSAM, s. 285-321.
[43]Libya-Malta davası, par. 51, 63, 65.
[44]Jan Mayen davası, par. 42-44, 49-51, 59, 64.
[45]Maine Körfezi davası, par. 188, 205.
[46]Katar-Bahreyn davası, par. 231.
[47]Eritre-Yemen davası, par. 139-164.
[48] Örneğin, Tunus-Libya davası, par. 81; Gine-Gine Bissau davası, par. 112. Bu konuda değerlendirmeler içini bakınız, CHARNEY, J.I., 1994, “Progress in International Maritime Boundary Delimitation Law”, American Journal of International Law, vol. 88, s. 245; HERMAN, L.L., 1984, “The Court Giveth and the Court Taketh Away: an Analysis of the Tunisia-Libya Continental Shelf Case”, International and Comparative Law Quarterly, vol. 33, s. 835.
[49] Kuzey Denizi davaları, par. 93.
[50] Örneğin, Libya-Malta davası, par. 48.
[51]Tunus-Libya davası, par. 128.
[52]Gine-Gine Bissau davası, par. 244.
[53]Eritre-Yemen davası, par. 148.
[54]Tunus-Libya davası, par. 79.
[55]İngiltere-Fransa davası, par. 243.
[56] İbid., par. 183, 187, 192.
[57] İbid., par. 184.
[58]Katar-Bahreyn davası, par. 219.
[59]Mahkeme şu ifadeyi kullanmıştır: “sınırlandırma, hakkaniyet prensipleri doğrultusunda bir antlaşma ile bütün ilgili faktörleri dikkate alarak ve mümkün olduğunca her iki tarafın kara ülkelerinin denize ve deniz altına doğal uzantısını oluşturan kıta sahanlığının bütün kesimlerinin her bir ülkeye bırakılmasının sağlayacak şekilde yapılmalıdır”. (Yazar tarafından İngilizce orijinal metninden çevrilmiştir), par. 101.
[60]Kanada-Fransa davası, par. 47.
[61]Tunus-Libya davası, par. 98.
[62]Libya-Malta davası, par. 61.
[63] Bakınız, Kanada-Fransa davası, par. 47; Gine-Gine Bissau davası, par, 116.
[64] Kanada-Fransa davası, par. 84; Jan Mayen davası, par. 73, 74.
[65]Eritire-Yemen davası, par. 74. Ayrıca, par. 62, 63.
[66] Tunus-Libya davası, par. 106; Libya-Malta davası, par. 50; Jan Mayen davası, par. 73, 76.
[67]Tunus-Libya davsı, par. 96, 117.
[68]Kuzey Denizi davaları, par. 188.
[69]Libya-Malta davası, par. 51.
[70]Gine-Gine-Bissau davası, par. 124.
[71] İngiltere-Fransa davası, par. 188. Bu konuda bir değerlendirme için bakınız, COLSON, D.A., 1978, “The United Kingdom-France Continental Shelf Arbitration”, American Journal of International Law, vol. 72, s. 103.
[72] Örneğin, İngiltere-Fransa davası, par. 182.
[73] Örneğin, Maine Körfezi davası, par. 92, 98.
[74]Kanada-Fransa davası, par. 70.
[75] Bu konuda bir inceleme için, bakınız, GÜNDÜZ, A. “A Tentative Proposal for Dealing with the Aegean Disputes” içinde , ÖZTÜRK, B. (ed.) 2000, The Aegean Sea 2000. İstanbul: Turkish Marine Research Foundation, s. 165-169.
[76]Şayet adaların kıyı uzunlukları dikkate alınmazsa, Türkiye Ege’de 2,800 km civarında bir kıyı uzunluğuna sahipken, Yunanistan 2,400 km civarında bir kıyı uzunluğun sahiptir. Adlar dahil olduğunda Türkiye’ye ilişkin rakam önemli bir değişiklik göstermezken Yunanistan’ın Ege deki kıyı uzunluğu yaklaşık 10,000 km civarına çıkmaktadır. Statistical Yearbook of Greece, 1996, s. 27-28, 41; Türkiye İstatistik Yıllığı, 1996, s. 4.
[77] Örneğin, İzmir Yarımadası denize doğru uzanırken, Yunanistan’ın karşı kıyıları içe doğru girinti yapmaktadır. Veya, Güney Ege’de her iki ülkenin kıyıları da neredeyse aynı çizgi üzerinde aksi istikamette yön değiştirmektedirler.
[78] Bu oranlar şu şekildedir: Türkiye %7.5; Yunanistan %43.5; Açık Denizler %49. Ege karasuları sorunu üzerine bir inceleme için, bakınız, TOLUNER, S. “Some Reflections on the Interrelation of the Aegean Sea Disputes” içinde ÖZTÜRK, B., a.g.e., s. 121-138.
[79] Bu konuda benzeri yorumlar için, Van DYKE, J.M. “Maritime Delimitation in the Aegean Sea” içinde ÖZTÜRK, B., a.g.e., s.165-169.
[80]Buna ilişkin bir inceleme için, bakınız, OXMAN, H.B. “Applying the law of the Sea in the Aegean Sea” içinde ÖZTÜRK, B. (ed.), 2001, Problems of Regional Seas 2001. İstanbul: TÜDAV, s. 270-271.
-----------------------------
kaynak:efrasyap.org
Alıntı
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#2
17/09/2011, 03:48
EGE SORUNU
1-Giriş
Ege Denizi ve onu çevreleyen topraklar ilkçağlardan beri bir çok topluluk ve devlet arasında anlaşmazlık konusu olmuş, denize ve onu çevreleyen topraklara tümüyle sahip olmak isteyen bu topluluk ve devletler egemenlik kurmak uğruna kanlı savaşları göze almışlardır. Bunun nedenini bölgenin jeopolitik özelliklerinde aramak gerekir. Ege Denizi'nin bir kenarı doğal kaynakları karadan çok denizde olduğu bir takım adalar gurubu, doğu kenarı ise verimli vadilerin Anadolu yarımadasına doğru uzandığı bu vadiler yoluyla denize ve yakın adalara açılan bir anakara parçasıdır.
Anadolu kıyısı hem verimli alanlar peşindeki bir adalar dünyasının genişleme alanı hem de bir anakaranın denize açıldığı noktadır. Kıyı yakın adaları, ekonomik ve stratejik açıdan tanımlamaktadır. Adalar da kıyı için bir savunma hattı oluşturmaktadır. Bu yüzden Ege Denizi kıyılarını birbirinden ayıran bir sınır aramak boşunadır.
Bu nedenle Ege Denizi'ne ilişkin sorunların, Ege Denizi'ni çevreleyen toprakların farklı devletlerin egemenliğinde olduğu sürece gerginlik yaratmaması mümkün gözükmemektedir. Tarihsel sürece bakıldığında Makedonya, Roma, Bizans ve Osmanlı Devleti gibi Ege'nin her iki tarafında hakimiyet kurabilmiş imparatorluklar tarafından soruna geçici bir çözüm bulunmuştur. Ancak daha sonraki süreçte Ege'nin iki yakasında modern ulusal devletlerin kurulması ile Ege üzerindeki egemenlik mücadelesi yeniden başlamıştır.
-----------------
KAYNAK:efrasyap.org
Alıntı
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#3
17/09/2011, 03:49
Ege Denizi Ve Ege Adalarının Coğrafi Konumu
Ege denizi, Akdeniz'in kuzeye doğru uzanan bir parçası durumundadır. Kuzeyden güneye uzunluğu 660 km'yi bulan dikdörtgen şeklindeki Ege denizinin kuzeyde 270, orta kısımlarda 150, güneyde 400 km civarında genişliği vardır. Bütün bu sınırlar içerisinde Ege denizi 214.000 km2'lik bir alana sahiptir. Bu denizin en önemli özelliklerinden birisi de Çanakkale Boğazı ile Marmara denizine, oradan da İstanbul Boğazı ile Karadeniz'e açılmasıdır.
Ege denizi Anadolu yarımadası ile Yunanistan yarımadası arasında bulunan irili ufaklı 3000 kadar ada ve ada görünümündeki kara parçalarına da içine alan yarı kapalı bir denizdir. Anadolu yarımadasının batı kıyılarının çok fazla girintili ve çıkıntılı olması ve bu kıyılara çok yakın konumda çok sayıda ada bulunması, Ege denizinin daha önce büyük bir kara parçası olduğunu düşündürmektedir. Ege denizinin, başka yerlerde çok az görülen, girintili çıkıntılı kıyılara; bu kıyılarda bulunan çok sayıdaki koy, körfez, boğaz ve yarımadaya sahip olma gibi bir başka özelliği daha vardır.
Adaların çokluğu yüzünden Ege denizine eskiden "Adalar Denizi" denilmiştir.
Yunanistan yarımadası ile Anadolu yarımadası arasında bulunan 3000'e yakın ada ve adacıklara "Ege adaları" adı verilir. Ege denizindeki adalar, yüz ölçümleri çok farklı ve sayıları çok fazla olmasına rağmen yine de gruplara ayrılabilirler.
En alt bölümdeki adalar olan Rodos, Girit, Kerpe ve Kitira, Anadolu ve Yunanistan yarımadalarının ana kara parçalarının dışında bulunurlar. Diğer adaların hemen hemen hepsi Türk ve Yunan ana kara parçalarının önünde bulunan bölgelerde toplanmışlardır.
Bu ada gruplarından Mora yarımadasının doğusunda bulunanlara Kiklatlar, Batı Anadolu önünde bulunanlar Sporatlar, Yunanistan'ın orta bölümünün kıyıları önünde bulunanlara Kuzey Sporatlar, Ege denizinin orta bölümünde, Anadolu kıyılarına yakın olanlara Doğu Sporatlar, Batı Anadolu'nun güney ucunda yer alanlara da Güney Sporatlar, (Güney Sporat Adaları veya yaygın deyimi ile Onikiada) denir.
Sporat Yunanca "dağınık" anlamındadır.
Sanılanın aksine, Batı Anadolu kıyılarına yakın olan irili ufaklı adalara Onikiada denilmemektedir. Çok sık yapılan bu yanlışlığı ortadan kaldırmak için, en güneydeki Girit hariç tutularak, Ege adaları şu şekilde sınıflandırılabilir:
Trakya Adaları: Kuzey Ege denizinde yer alan Taşoz, Semadirek, Gökçeada, Bozcaada ve Limni adalarına bu isim verilir.
Kiklat Adaları: Yunanistan'ın Mora yarımadasının doğusunda bulunan Andros, Tinos, Siros, Mikanos, Maksos, Poros, Amorgos, Santorin, Anaafi, Milos ve Sifnos adalarına bu isim verilir.
Kuzey Sporat Adaları: Orta Yunanistan kıyıları önünde bulunan adalara denir. Bu adaların belli başlıları şunlardır: Skiatos, Skopolos, Alonisos, Pelagos, Skiros, Eğriboz.
Doğu Ege Adaları: "Doğu Sporatlar Adaları " ya da "Doğu Sporatlar" da denen bu adalar, Ege denizinin orta bölümünde ve Anadolu yarımadasına çok yakın konumdadırlar. Başlıcaları: Midilli, Sakız, Sisam'dır.
Onikiada: "Güney Sporat Adaları" ya da "Güney Sporatlar" da dene bu adalar, Batı Anadolu kıyılarının güneyinde ve kıyılara çok yakın konumdadırlar. "Onikiada" olarak adlandırılan adalar şunlardır. Rodos, Kasos (Türkçe Kaşot), Karpethos (Kerpe), Aliminya (Limoniye), Simi (Sömbeki), Tilos (İlyaki), Nisiros (İncirli), Mandraki (Yalı Adası), Kos (İstanköy), Astropalya (Stampalya, Koçbaba), Kalimnos (Kilimli), Levyos (Leros), Lipos (Lipso), Chalke, Kharki (Herke), Patmos, Meis.
Alıntı
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#4
17/09/2011, 03:50
Adaların Hukuki Statüsü Hukuksal Belgeler
24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması, Ege denizindeki adaların hukuksal statülerini tespit eden bir temel belgedir. Bu antlaşmanın özellikle 12, 15 ve 16'ncı maddeleri, Ege adalarındaki Türk-Yunan uyuşmazlığını hukuki açıdan aydınlatabilecek verileri içermektedir. Antlaşmanın 15'nci maddesi ile, Onikiada bölgesinde bulunan adalardan ismen sayılan 13 ada ile Meis Adası İtalya 'ya devredilmiştir.
Meis bölgesinde yer alan bir kısım adacık ve kayalıkların, Türkiye ile İtalya arasında sorun oluşturması nedeniyle, taraflar bu konuda anlaşma yoluna gitmişlerdir. Bu maksatla, Türk ve İtalyan teknisyenler, 18 Haziran 1931'de Ankara'da bir araya gelerek bir toplantı tutanağı hazırlamışlar ve anılan toplantı tutanağı, 4 Ocak 1932 tarihinde Türkiye ile İtalya arasında imzalanan "Ankara Sözleşmesi"nin temelini oluşturmuştur. Böylece, Meis (Castellorizo) bölgesindeki adacık ve kayalıkların hangi devlete ait olduğu sorunu da hukuken çözümlenmiştir.
Ankara Sözleşmesi'ni imzalayan Türk ve İtalyan yetkililer, Meis dışında kalan Onikiada bölgesi için de benzer bir çalışmanın yapılmasının yararlı olacağını öngörmüşlerdir. Bu amaçla, yine Ankara'da, 28 Aralık 1932'de bir araya gelen Türk ve İtalyan teknisyenler, çalışmalarını bir toplantı tutanağı ile somutlaştırmışlardır. Anılan "Toplantı Tutanağı (Proces Verbal)", Onikiada bölgesi ile Anadolu arasındaki deniz alanlarının paylaşımına ilişkin olarak Türk ve İtalyan teknisyenleri arasında Ankara'da yapılan ve yalnızca teknisyenler düzeyindeki bir görüş birliğini yansıtan müzakereleri ve sonuçlarını ortaya koyan bir zabıt olup, görüşmelere katılanların parafını içermektedir. Bu görüşmelere katılan Türk ve İtalyan teknisyenler, kendi ulusal hukuk sistemlerine göre, tam bir yetki belgesine de sahip değildiler. Ayrıca, "Toplantı Tutanağı" ilgili devletlerce resmen imzalanmadığı gibi, onaylanmamasından ötürü de hukuken geçerlilik kazanmamıştır. Bu nedenle, imzalanmış, onaylanmış ve yürürlüğe girmiş bir hukuksal antlaşma metni değildir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya ile Müttefik Devletler arasında yapılan 10 Şubat 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması ile Onikiada bölgesinde bulunan ve İtalya'ya ait olan 14 ada ve bunlara bitişik adacıkların egemenliği, Yunanistan'a devredilmiştir. Bu Antlaşmanın 14'üncü maddesi, Onikiada bölgesinde Yunanistan'ın egemenliğine devredilen bu adaların hukuksal statüsünü düzenlemektedir.
LOZAN ANTLAŞMASI (24 Temmuz 1923)
Madde 3
Boğazlarda geçişi ve gidiş gelişi her türlü engelden serbest tutmak için, 4'üncü maddene 9'uncu maddeye kadar olan maddelerde belirtilen tedbirler, boğazların sularına, kıyılarına, boğazlarda bulunan ya da boğazlara yakın adalara da uygulanacaktır.
Madde 4
Aşağıda gösterilen bölgeler ve adalar askerlikten arındırılacaktır:
1. Çanakkale Boğazı ile Karadeniz Boğazı'nın, aşağıdaki gibi sınırlandırılmış bölgeleri boyunca iki kıyısı;
2. Çanakkale Boğazı: Kuzeybatıda, Gelibolu yarımadası ve Saros (Xeros) körfezinde Bakla burnunun kuzeydoğusunda 4 km uzaklıkta bulunan bir noktadan başlayarak, Marmara denizi üzerindeki Kumboğazı'nda sona eren ve Kavak'ın (bu yer dışarıda kalmaktadır) güneyinden geçen bir çizgini güneydoğusundaki bölge:
3. Karadeniz Boğazı (İstanbul'a ilişkin özel rejim saklı kalmak üzere, madde 8): Doğuda, Karadeniz Boğazı'nın doğu kıyısından 15 km uzaklıkta çizilmiş bir çizgiye kadar uzanan bölge.
4. Emir-Ali adası dışarıda kalmak üzere, bütün Marmara denizi adaları.
5. Ege denizinde, Semadirek (Semendirek, Samothrace) Limni (Lemnos), İmroz (Imbros), Bozcaada (Tenedos) ve Tavşan adaları (Iles aux Lapins).
Madde 6
İstanbul'a ilişkin olarak 8'inci maddedeki hükümler saklı kalmak üzere, askerlikten arındırılacak bölgelerde ve adalarda, hiçbir istihkam, yere bağlı (sabit) topçu tesisleri, ışıldak tesisleri, deniz altı işleyen araçlar, hiçbir askeri havacılık tesisi ve hiçbir deniz üssü bulunmayacaktır.
Askerlikten arındırılmış bölgelerin ve adaların kara sularında, denizatı gemisinden başka, deniz altında işleyen hiçbir araç bulunmayacaktır.
Yukarıdaki hükümlere halel gelmeksizin Türkiye, Türk ülkesinin askerlikten arındırılmış bölgelerinden ve adalarından ve Türk donanmasının demirleme hakkı olan bu yerlerin kara sularından silahlı kuvvet geçirmek hakkını elinde tutacaktır.
Bundan başka, Türk Hükümeti'nin, boğazlarda uçaklar ve balonlarla, denizin yüzünü ve dibini gözetlemeye hakkı olacaktır. Türk uçakları, boğazların suları ve Türk ülkesinin askerlikten arındırılmış bölgeleri üzerinde, her zaman uçabilecekler ve buraların her yerine, karaya ve denize serbestçe inebileceklerdir.
Türkiye ve Yunanistan, askerlikten arındırılmış bölgelerde ve bunların kara sularında, silah altına alınacakların eğitimi için, bu bölgeler dışından gerekecek personeli getirip götürmeye de yetkili olacaklardır.
Türkiye ve Yunanistan, kendi ülkelerinin askerlikten arındırılmış bölgelerinde, her türlü telgraf, telefon ve optik aralarla gözetleme ve haberleşme sistemi kurmaya yetkili olacaklardır. Yunanistan, askerlikten arındırılmış Yunan adalarının kara sularından donanmasını geçirebilecek, fakat bu suları Türkiye'ye karşı hareket üssü olarak ya da bu amaçla kara ya da deniz kuvvetleri yığmak için kullanmayacaktır.
Madde 12
İmroz (Imbros) adası ile Bozcaada (Tenedos) ve Tavşan adaları (Iles aux Lepins) dışında, Doğu Akdeniz adaları ve özellikle Limni (Limnos), Semadirek (Semendirek, Samothrace), Midilli (Milylene), Sakız (Chio), Sisam (Samos) ve Nikarya (Nicaria) adaları üzerinde Yunan egemenliği konusunda 17/30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması'nın 5'inci ve 1/14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşması'nın 15'inci maddeleri hükümleri uyarınca alınan ve 13 Şubat 1914 tarihinde Yunan Hükümeti'ne bildirilen karar, bu antlaşmanın, İtalya'nın egemenliği altına konulan ve 15'inci maddede belirtilen adalara ilişkin hükümleri saklı kalmak üzere, doğrulanmıştır. İşbu antlaşmada aykırı bir hüküm bulunmadıkça, Asya kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta bulunan adalar, Türk egemenliği altında kalacaktır.
Madde 13
Barışın sürekli olmasını sağlamak amacıyla, Yunan Hükümeti, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarında aşağıdaki tedbirlere uymayı, yükümlenir.
1. Bu adalarda hiçbir deniz üssü kurulmayacak, hiçbir istihkam yapılmayacaktır.
2. Yunan askeri uçaklarının Anadolu kıyısı toprakları üstünde uçmaları yasak olacaktır. Buna karşılık Türk Hükümeti de askeri uçaklarının bu adalar üstünde uçmalarını yasaklayacaktır.
3. Bu adalarda Yunan askeri kuvvetleri, askerlik hizmetine çağrılmış ve bulundukları yerde eğitilecek normal asker sayısından çok olmayacağı gibi, jandarma ve polis kuvvetleri de, bütün Yunan ülkesindeki jandarma ve polis kuvvetlerine orantılı bir sayıda kalacaktır.
Madde-15
Türkiye, aşağıda sayılan adalar üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından İtalya yararına vazgeçer : Bugünkü durumda İtalya'nın işgali altında bulunan Stampalia (Astropalia), Rodos (Rhodes, Rhodos), Kalki (Calki, Khalki), Skarpanto (Scarpanto), Kazos (Casos, Casso), Piskopis (Piscopis, Tilos), Miziros (Misiros, Nisyros), Kalimnos (Calimnos, Kalymnos), Leros, Patmos, Lipsos (Lipso), Simi (Symi) ve İstanköy (Cos, Kos) adaları ile, bunlara bağlı adacıklar ve Meis (Castellorizo) adası (2 sayılı Haritaya bakılması).
Madde-16
Türkiye, işbu antlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü haklarıyla sıfatlarından ve egemenliği işbu antlaşmada tanınmış adalardan başka bütün öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş olduğunu bildirir; bu toprakların ve adaların geleceği (kaderi), ilgililerce düzenlenmiştir ya da düzenlenecektir.
İşbu maddenin hükümleri, Türkiye ile sınırdaş olan ülkeler arasında komşuluk durumları yüzünden kararlaştırılmış ya da kararlaştırılacak olan özel hükümlere halel vermez.
PARİS BARIŞ ANTLAŞMASI (10 Şubat 1947)
Madde-14
1. İtalya işbu antlaşma ile aşağıda belirtilen Onikiada'yı tüm egemenliği ile Yunanistan'a terk eder: Stampalia (Astropalia), Rodos (Rhodes), Kalki (Kharki), Scarpanto, Kazos Piskopis (Tilos), Misiros (Nisyros), Kalimnos (Kalymnos),Leros, Patmos, Lipsos (Lipso), Simi (Symi), Kos ve Meis (Castellorizo) ve de bitişik adacıklar.
2. Bu adalar, silahsızlandırılacaktır ve öyle kalacaklardır.
3. Bu adaların Yunanistan'a devriyle ilgili usul ve şartlar, Birleşik Krallık Hükümeti ile Yunanistan arasında, anlaşma ile tespit edilecektir ve bu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 90 gün içinde yabancı birliklerin çekilmesi için gerekli düzenlemeler yapılacaktır...
Alıntı
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#5
17/09/2011, 03:51
Sorunun Ortaya Çıkışı
Sorunun Ortaya Çıkışı
SORUNUN KAYNAĞI
Atina'nın 20 km. güneybatısında bulunan Salamis koyunda üstlenen Amfibi Tahrip Birliği Komutanı Yarbay Karallakis Ege'deki adalar konusunda "her ada bir kayalık, her ada bir kaledir" diyor. Bu görüş aslında Yunanistan'ın Ege adaları ve bu arada da Onikiada ile de ilgili görüşlerinin bir özeti gibidir. Mademki "her ada bir "kale"dir, o halde "tahkim edilmelidir" düşüncesiyle hareket eden Yunanlılar, adalarla ilgili olarak sürekli yeni problemler ortaya çıkarmaktadır.
Ege denizindeki adalar, özellikle de Onikiada, Yunanistan Silahlı Kuvvetleri için gerçek birer sorun kaynağıdır. Ancak, adalar sadece Yunan Silahlı Kuvvetleri için değil, Türk-Yunan ilişkileri için de birer sorun kaynağı olmaktadır .
Türkiye'nin tüm Ege kıyıları, Türk-Yunan kara sınırının bittiği noktadan, Akdeniz kıyılarının başladığı noktaya kadar, stratejik açıdan son derece önemli Yunan adalarıyla çevrelenmiş durumdadır. Söz konusu durumun iki ülke arasında yarattığı sorunlar şu başlıklar altında toplanabilir:
1. Deniz Alanı İle İlgili Sorunlar
a) Kara Suları
b) Kıta Sahanlığı
2. Ege Adalarının Silahlandırılması Sorunu
3. Hava Sahası İle İlgili Sorunlar
a) Yunan Hava Sahasının Genişliği
b) Fır Hattı
c) Erken İhbar Hattı ve Hava Savunma Sahaları
Yunanistan'la mevcut sorunların temelinde; bu ülkenin, Türkiye'nin Ege'nin tüm doğu sahilini oluşturduğu gerçeğini görmezlikten gelerek emrivakiler yaparak ve aşındırma siyaseti uygulayarak statükoyu değiştirmek istemesi yatmaktadır. Yunanistan, bir yandan bu yöndeki politikasını sürdürürken, öte yandan da Türkiye'yi "mütecaviz emelli" olarak nitelemektedir.
1923 yılında imzalanan Lozan ve 1947'de imzalanan Paris antlaşmaları gereğince; Yunanistan'ın Limni, Semadirek, Doğu Ege adaları (Midilli, Sakız, Sisam, İkarya) ile Onikiada'da (Stompalya, Rodos, Kalki, Skarpanto, Kasos, Piskopis, Nisiros, Kalimnos, Leros, Patmos, Lipsos, Sömbeki, İstanköy ve bunlarla bağlantısı olan adalar ile Meis adası) sadece kolluk kuvvetleri bulunduracağı, silahlı kuvvet bulunduramayacağı ve yığınak yapamayacağı kurala bağlanmıştır. 1936 yılında imzalanan Montrö Sözleşmesi ise, Türk boğazlarının statüsü dışında herhangi bir değişiklik getirmemiştir.
Sorunun kaynağında, Yunanistan'ın 1964 yılından itibaren adaları silahlandırmaya başlaması ve bunlardan Limni'yi NATO planlarına ve tatbikatlarına dahil ettirme çabaları bulunmaktadır. Adaların iki ülkeye olan uzaklıkları dikkate alınınca; bunun ne anlama geldiği açıktır.
DENİZ ALANI İLE İLGİLİ SORUNLAR
a. Kara Suları
1923 yılında Lozan Antlaşması'nın imzalandığı dönemde, Türk ve Yunan kara suları 3 mil idi. Ancak, 1936 yılında, Yunanistan tek taraflı bir kararla kara sularını 6 mile çıkarmış, 1964 yılında Türkiye'nin de kara sularını 6 mile çıkarmasıyla Ege'de bu günkü durum meydana gelmiştir. Şu anda Ege'nin; %48,85'ni açık denizler, %43,68'ini Yunan kara suları ve %7,47'sini de Türk kara suları oluşturmaktadır.
"Kara suları"nın iki ülke arasında ciddi boyutlara ulaşabilecek bir sorun haline gelmesinin nedeni; Yunanistan'ın Ege'de kara sularını 6 milin ötesine genişleterek, Ege'yi bir Yunan gölü haline getirmek istemesinden kaynaklanmaktadır.
Yunanistan'ın konuyla ilgili görüşü şöyledir:
"16 Kasım 1944'te yürürlüğe giren BM Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin 3. Maddesi, ülkeler kara sularını 12 mile kadar genişletme yetkisi vermektedir; bu, genel bir kuraldır. Yunanistan sözleşmeyi imzaladığına göre Ege'de kara sularını 12 mile kadar genişletme hakkına sahiptir."
Türkiye'nin görüşü ise şöyledir:
"Kara sularının genişliğine ilişkin genel ve her yerde uygulanabilecek tek düze bir kural yoktur ve olmamalıdır. Yunanistan Ege'de kara sularını 1936 yılında 6 mile çıkararak Lozan'da tesis edilmiş hakkaniyeti tek taraflı olarak ihlal etmiştir. Şu anda Ege'de iki ülkenin de uyguladıkları 6 millik kara suyu son limitine ulaşmıştır. Ayrıca Yunanistan'ın böyle bir uygulamaya gitmek istemesi, kendisinin imzaladığı Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin 300. maddesinde yer alan 'hakkın suistimal edilemeyeceği' prensibiyle çelişki oluşturmaktadır."
Türkiye, kara sularının genişliği konusunda genel olarak kabul edilen ve dünyanın her bölgesinde uygulanacak tek düze bir kuralın olmadığını, Karakas'ta gerçekleştirilen III. Deniz Hukuku Konferansı'nda açıklamış ve bu tutumunu sürdürmüştür. Türkiye'nin sürekli olarak bu tezi savunması nedeniyle, bu kural Türkiye'ye karşı ileri sürülemez. Çünkü, öncelikle Türkiye sözleşmeye taraf değildir. Ancak, bir gün bu yönde bir kuralın örf adet kuralı değeri kazanması durumunda bile, bu kural buna başından beri karşı tutum alan Türkiye'ye karşı uygulanamaz.
Ayrıca Yunanistan, adalarında kara sularını 6 milin üzerine çıkarabileceğini belirtmektedir. Yunan iddiasına göre; "Yunanlıların siyasal ve ülkesel bütünlüğünün bir parçası olan adalarına da ana kıtadan bir ayrım yapmaksızın, kara sularını 6 milin üzerine çıkarma hakkı verilmelidir. 12 mil kara suları genişliğini saptamak, kıyı devletinin egemenlik yetkisine girmektedir."
Ege'de kara sularının 6 milin üzerine çıkarılması, açık deniz alanlarını yok denebilecek kadar azaltacak, bu denizin tümüne yakın kaynakları Yunanistan'a kalacak, Türk Deniz Kuvvetleri'nin uluslararası sular aracılığıyla Ege'den Akdeniz'e geçişi imkansız hale gelecek, bu denizde ve üzerindeki hava sahasında Türk Silahlı Kuvvetleri'nce tatbikat yapılması mümkün olmayacak ve Ege, Yunan egemenliğine geçmiş olacaktır.
Kara suları genişliği saptanırken, "coğrafi özellikleri olan denizlerin göz önünde tutularak bunlar için durumlarına uygun hükümlerin öngörülmesi" görüşü, III. Deniz Hukuku Konferansı'nda Türkiye tarafından açıklanmış ve Ege'nin, özellikleri olan ve genel nitelikli kuralların dışında bir takım özel kuralların uygulanması gereken bir deniz olduğu bildirilmiştir.
Uluslar arası hukukun yerleşmiş bir kuralı olduğu kabul edilen "bir kıyı devletinin fiilen ve kendiliğinden, başlangıçtan beri sahip olduğu kıta sahanlığı haklarının kara suları gibi bir başka hukuksal kavrama ilişkin yeni gelişmelere dayanarak elden alınması hukuksal bir çelişkidir ve geçerli olamaz" kuralına göre, Yunanistan Ege'de tek taraflı olarak kara sularını 6 milin üzerine genişletemez.
Ayrıca Yunanistan tarafından ileri sürülen, "Ege'de kara sularını azami genişletilmesini saptama yetkisi, kıyı devletinin egemenlik yetkisine girmektedir" iddiası, ancak "buna başka devletlerce itiraz edilmemesi durumunda geçerlilik kazanabilir" ilkesine tamamen bağlı olmak zorundadır. Buna örnek olarak, Uluslar arası Adalet Divanı'nın 1951 yılında İngiltere ile Norveç arasındaki balıkçılık davası ve 1974 yılındaki İngiltere ile İzlanda arasındaki balıkçılık davalarında vardığı karar gösterilebilir . Yunanistan'ı bir "takımada devleti" olarak kabul etmek mümkün değildir. Türk anakarasının tabii uzantısı üzerinde bulunan adaların kıta sahanlığı ve kara suları olduğunu iddia eden Yunanistan, bütün Ege'nin deniz yüzeyini, deniz tabanı ve onun toprak altını, ayrıca hava sahasını denetim altına alarak bütün Ege'ye sahip olmak istemektedir.
Adalara sahip olan her devleti, bir "takımada devleti" olarak kabul etmek doğru olmaz. Bir adanın kıta sahanlığı olması, onun ada olmaması gerçeğini değiştirmez. Adalar kıta sahanlığına sahip olduğu için kıta gibi değerlendirilemez .
Uluslararası hukuk açısından da, Ege gibi yarı kapalı denizlerde, hakkaniyete uygun, karşılıklı uzlaşma, iş birliği ve kabul edilebilir ölçüler çerçevesinde meselelerin ele alınması ve sonuçlandırılması kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
b. Kıta Sahanlığı
Ege'ye ilişkin Türk-Yunan sorunlarının çözümü kıta sahanlığı sorunu ile yakından ilgilidir. Bu sorunun çözüme kavuşması diğer sorunların da çözümlenmesine yol açabilecektir. Kıta sahanlığı tarifi kriterlerine göre, Ege denizinin yarısından fazlasının Türkiye'nin kıta sahanlığı olmasını dikte etmektedir. Ancak Türkiye, Yunan Adalarının mevcudiyetini de dikkate alarak soruna hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde çözüm getirmeyi savunmaktadır. Fakat Yunanistan'ın Anadolu'ya yakın adalara da kıta sahanlığı tanınması gerektiğin iddia etmesinden ve bu iddianın sonunda Türkiye'nin sadece 6 millik kara suyuna dayanan dar bir şeride sıkışması yattığından bu soruna bugüne kadar bir çözüm bulunamamıştır.
Türkiye bu sorunun ikili görüşmelerle çözümlenmesinden yana olurken, Yunanistan sorunu uluslararası forumlara ve yargı organlarına götürmeye çalışmaktadır. Nitekim sorun Yunanistan'ın gayretleri sonucu uluslararası Adalet Divanına götürülebilmiştir. Ancak, Divan vereceği kararın harbe sebep olabileceği endişesi ile 1978 yılında yetersizlik kararı almış ve Yunanistan'ın bu yöndeki tutumunda bir aksama olmuştur.
Kıta Sahanlığında mevcut anlaşmazlığın temel nedeni ekonomik kaynakların paylaşılması yanında, çizilecek sınırın ileride egemenlik haklarını belirleyen gerçek bir sınıra dönüştürülmesi ihtimalidir. Diğer bir deyişle Ege'de kıta sahanlığının sınırlandırılması, her iki ülke yönünde de Ege'nin paylaşılması anlamına gelmektedir.
Yunan Türkiye'nin karşısında bulunan adaların Yunan ülkesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu, Yunan egemenliğinde bulunan bu adaları, kıta ülkesinden ayırmadan Yunan ülkesinin bir bütün olarak ele alınmasını savunmaktadır.
Yunanistan, kıta sahanlığı sınırlandırmasında ülkesinin Türkiye'ye karşı kıyıları olarak en uçtaki adaların esas alınmasını istemektedir. Ancak 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Konvansiyonu; Yunanistan'ın, takımada rejiminden yararlanacak adalar ile kıta ülkesini birleştirmesine imkan vermediği gibi, genel anlayışta ülkesel bütünlük ilkesinden hareketle adaların, kıta ülkeleriyle koşulsuz eşitlik ilkesi içinde ele alınmasına da karşı çıkmaktadır. Ayrıca uluslar arası yargı ve hakemlik organları kararları, adaların bulunduğu bölgelerdeki sınırlandırmalarda ilk aşama olarak ana ülkeler arasında kıta sahanlığı alanlarının saptanması, ikinci aşama olarak da adalara belirli kıta sahanlığı alanları tanınması yoluna gitmektedir. Buna örnek olarak 1977 tarihli İngiltere-Fransa Kıta Sahanlığı davasına ilişkin hakemlik kararı gösterilebilir.
Yunanistan, Adaların da kıta sahanlığı olduğunu bu hususun, Deniz Hukuku Sözleşmesinin 121'inci maddesi ile teyit edildiğini bu nedenle adaların kıta sahanlığı sınırlandırması sırasında kıta ülkesiyle eşit koşullarda ele alınması gerektiğini savunmaktadır.
Hiçbir hukuk ya da mantık kuralı, kendisinden kat kat büyük bir kıta ülkesi karşısındaki adalara aynı boyutlarda kıta sahanlığı verilmesi öngörmemektedir. Yunanistan bu tezi ile, siyasal ve ülkesel tümlük iddiasına dayanarak Ege'yi tümüyle bir Yunan ülkesi durumuna getirmesinin imkansızlığı karşısında, adalara karasularının dışında belirli genişlikte kıta sahanlığı alanları sağlamayı amaçlamaktadır.
Uluslararası hukuka göre, koşullar elvermediği takdirde, bir başka devletin kıta ülkesine kendi kıta ülkesinden daha yakın olan ya da küçük boyutlu adaların yalnızca karasuları ile yetinmelerine hiçbir hukuksal engel yoktur. Nitekim 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi (md. 1231/3), küçük adaların insanların oturmasına elverişli olmayanlarının kıta sahanlığına sahip olamayacağını öngörürken, kimi antlaşmalar öteki Devlet kıta Ülkesine yakın adaların karasuları ile yetinmesini kabul etmektedir. Buna örnek olarak 18-12-1978 tarihli Papua Yeni Gine ile Avustralya arasındaki antlaşma gösterilebilir. Dolayısıyla bu konudaki Yunan iddiasının da hiçbir hukuksal geçerliliği yoktur.
Yunanistan'ın şöyle bir iddiası vardır: Türkiye ile Yunanistan adaları arasındaki Kıta Sahanlığı sınırlandırması, bu adaların Türkiye'ye en yakın kıyılar dikkate alınarak eşit uzaklık ilkesine göre yapılmalıdır. Söz konusu husus, uluslararası örf ve adet kuralı niteliğini kazanmış bulunan 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesinin 6'ncı maddesiyle de teyit edilmektedir. Bu madde "Kıta Sahanlığı sınırlandırması anlaşma ile gerçekleştirilir. Anlaşma yapılamaz ise eşit uzaklık ilkesi uygulanır." şeklindedir.
Sınırlama, iki ülke arasında yapılacak anlaşma ile gerçekleştirilmelidir. Türkiye, 27 Şubat 1974 tarihinde Yunanistan'a verdiği ilk karşı notasından başlayarak sürekli bir biçimde EGE Kıta Sahanlığı sınırlandırmasının görüşmeler sonucunda gerçekleştirilecek bir antlaşma ile yapılmasını savunmaktadır. Türkiye'nin, Ege'de kıta sahanlığını antlaşma yoluyla sınırlandırma, sahanlığı sınırlandırmasının karmaşıklığı nedeniyle, sınırlandırmanın ilkelerini en kabul edilebilir biçimde saptayan öze ilişkin bir sınırlandırma ilkesi olarak da ortaya çıkmaktadır. Türkiye bu konuda bir takım uluslararası antlaşmaları da dayanak olarak gösterebilmektedir. (Örneğin, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi Md. 6, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi Md. 83)
* Kıta Sahanlığı sınırlandırılmasında doğal uzantı esastır; bir kıta ülkesinin doğal uzantısında yer alan adaların kendi adlarına kıta sahanlığı yoktur. Türk görüşüne göre, Ege'de bu ilke uygulandığı zaman, bu deniz yatağının önemli bir bölümü Anadolu yarımadasının doğal uzantısını oluşturmakta olup, adaların kendi başlarına bir kıta sahanlığı alanına sahip olmadıkları görülmektedir. Türkiye bu görüşünün hukuksal dayanağı olarak Uluslararası Adalet Divanı'nın 1969 Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davalarına ilişkin kararının özellikle 85'inci paragrafını göstermektedir. Bu paragrafa göre, her devletin kıta sahanlığı, onun ülkesinin doğal uzantısı olmalı ve başka bir devletin ülkesinin doğal uzantısına girmemelidir."
* Antlaşma yapılamadığı zaman, sınırlandırma, hakça ilkelere göre yapılmalıdır. Hakkaniyet esası için Ege'nin yarı kapalı niteliği, doğal kaynakların, güvenlik ihtiyaçları ve ulaşım yolları bakımlarından taraflara olan önemi göz önünde tutulmalıdır. Türkiye ilk kez bu ilkeyi 27 Şubat 1974 tarihli notasında, eşit uzaklık ilkesini reddederken Divan'ın 1969 kararından verdiği pasajlar çerçevesinde ileri sürmüştür. Gerek uluslararası yargı ve hakemlik kararlarının sürekli olarak kabul ettiği (Divan'ın 1969 Kuzey Denizi, 1982 Tunus-Libya ve 1974 ABD-Kanada Davaları; 1977 İngiltere-Fransa Davası gibi) gerekse BM Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin içerdiği bu ilke, Türkiye için en temel verilerden biridir.
Adaların Türkiye ve Yunanistan'a olan uzaklıkları, stratejik önemlerini de ortaya koymaktadır.8 Buna göre bazı adaların iki ülkeye olan uzaklıkları şöyledir:
ADALAR TÜRKİYE YUNANİSTAN
Semothrace - (Semadirek) 20 deniz mili 50 deniz mili
Limmos - (Limmi) 32 deniz mili 32 deniz mili
Lesvos 8 deniz mili 85 deniz mili
Chios - (Sakız) 7 deniz mili 62 deniz mili
Samos 2 deniz mili 95 deniz mili
Nicaria 32 deniz mili 72 deniz mili
Stanco - (İstanköy) 3,5 deniz mili 100 deniz mili
Rhodes - (Rodos) 10 deniz mili 210 deniz mili
Syra 36 deniz mili 62 deniz mili
Tilos - (İlyaki) 12 deniz mili 210 deniz mili
Ege Adalarının Silahlandırılması Sorunu
10 Şubat 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması'nda bu konuyla ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır:
"Silahsızlandırma ve silahsızlandırılmış terimleri: ilgili ülkede ve kara sularında, bütün deniz, kara ve askeri hava tesislerini, tahkimleri ve silahlarını, suni kara, deniz ve hava engellerini, kara, deniz ve hava birliklerini üstlendirilmesi, daimi veya geçici olarak konaklamalarını; herhangi bir biçimde askeri eğitimi ve harp malzemelerinin üretimini yasakladığı kabul edilecektir. Bu (terimler), sayı bakımından dahili görevleri yapmayla sınırlandırılmış ve bir kişi tarafından taşınabilen ve işletilebilen silahlarla mücehhez dahili güvenli personelinin ve bu personelin gerekli askeri eğitimini yasaklamaz ."
Bu açık hükümlere rağmen Yunanlılar Onikiada'nın bazılarını silahlandırmışlardır. Silahlandırılan adalar şunlardır:
- Yunanlıların Rodos adasında 15,000 kişilik bir birliği var. Söz konusu Yunan mekanize zırhlı taburu "Kalamnos" bölgesindedir . Bu sayı özel muhafız taburu ile 25,000'i geçmektedir. Adanın her yeri birlik ve silahlarla doludur.
- İstanköy ve Yunan tümeninin bir piyade alayı, 4 piyade taburu, özel muhafız taburu ve iki tank taburu vardır.
- İstanköy'de, Türk kıyılarından 3,5 mil uzaklıktaki "Ântimahya" hava alanı, Türkiye'ye yönelik jet harekatları için kullanılmak üzere inşa edilmiştir.
- Rodos'taki "Maritsa" hava alanı, adalarındaki diğer hava alanlarında olduğu gibi Türkiye'ye yönelik jet harekatları için inşa edilmiştir.
- Yunanistan'ın Türk kıyılarından 3,5 mil uzaktaki İstanköy adasında 1 tugay var. İstanköy adasının her yeri bu tugaya ait tank ve birliklerle doludur. Bu durum açıkça ada halkını da rahatsız etmektedir. Bunun sonucu olarak bu adada göç olayı son yıllarda öneli ölçüde artmıştır.
- Rodos adası, Yunanistan'ın Türkiye'ye yönelik en iyi silahlandırdığı adadır. Yunanistan'ın 1967'den beri bu adada inşa ettiği askeri üsler ve hava alanları sıkıntı yaratmaktadır.
Aralık 1996'da başlayan ve gittikçe tırmanan, Ocak ayı sonunda Türkiye ve Yunanistan'ı neredeyse bir savaşın eşiğine getiren Kardak kayalıkları konusu şu şekildedir:
Kardak kayalıkları Onikiada'dan olan Kilimli adası ile İstanköy adası arasında bulunan ve yerleşime müsait olmayan 400 m2 civarında üç büyük, birkaç küçük kayalıktan ibarettir.
Yunanlılar bu kayalara "İmia adaları" adını vermektedirler. Lozan Antlaşması'nın 15. Maddesinde, İtalyanlara verilecek Ege adalarını ismen belirtmiştir. Bunların içinde Kilimli ve İstanköy adalarının ismi vardır. Yine aynı maddeye göre; bu adalar ve bu adalara "bağlı adacıklar" da İtalya'ya verilmiştir. Antlaşmanın sonuna eklenen 2 numaralı haritada, bağlı adacıkla gösterilmiştir. Bunların içinde Kardak kayalıkları yoktur. Bunun anlamı; Ege'de Türkiye'nin karasularında bulunan ve bu haritada yer almayan her toprak parçası Türkiye'nin demektir.
4 Ocak 1932'de, İtalya ile Türkiye arasında imzalanan antlaşmada da bu durum tescil edilmiştir. 1932 Aralık ayında Türk askeri yetkilileri ile İtalyan Deniz Ataşe Albay arasında "Kardak" isminin geçtiği bir anlaşmaya varılmış ise de bu, ilgili hükümetlerce onaylanarak yürürlüğe girmemiştir.
1947 Paris Atlaşması'nda ise, İtalya'nın Yunanistan'a vereceği adalar ismen sayılmıştı. Bunların arasında da Kilimli ve İstanköy adası vardır. Bu antlaşmada Yunanistan'a ismen verilen adaların ve bunlara bitişik (Adjacent) adaların da Yunanistan'a ait olacağı belirtilmiştir. Kardak kayalıklarının ne İstanköy ne de Kilimli adasına bitişikliği söz konusudur. O zaman "yakınlık" gündeme gelmektedir. Bu kayalıklar ve bunun gibi daha birçok kayalık Türkiye'ye çok daha yakındır. Kardak kayalıklarının kendisine en yakın ada olan İstanköy'e uzaklığı 5 mildir. Oysa, aynı kayalıkların Türkiye'ye (Bodrum'a) olan uzaklığı ise, 3,8 mildir.
Hava Sahası İle İlgili Sorunlar
a. Yunan Hava Sahasının Genişliği
Yunanistan, karasuları 6 mil olmasına karşın 10 millik ulusal hava sahası iddiasında bulunmaktadır.
Yunanistan, hava sahası ile ilgili tezini belli başlı iki görüşe dayandırmaktadır. Birincisi, bu genişlikte bir hava sahası uluslararası hukuka uygundur. İkincisi ise, 10 millik hava sahasının ilanından 1970'lere kadar geçen süre içersinde Türkiye'nin hiçbir itirazda bulunmamış olması durumun geçerliliğini doğrulamaktadır.
Yunanistan'ın bu konudaki ilk görüşüne 1931 tarihli bir cumhurbaşkanlığı kararnamesinde rastlanılmaktadır. Bu metinde anılan kararnamenin 13 Ekim 1919 tarihli Paris Sivil Havacılık Sözleşmesi'ne dayandığı belirtilmektedir. Bu konuda daha sonra imzalanan öteki anlaşmalar gibi, bir devletin hava sahasının, karasuları dahil, ülkesinin üzerindeki saha olmasını öngören Paris Sözleşmesi ile uyum sağlamak amacıyla Yunanistan, yalnızca havacılık ve hava polisliği konularına mahsus olmak üzere 10 millik hava sahasını ilan etmiştir.
Türk tezi ise 1944 Chicago Sivil Havacılık Sözleşmesi'nin 1. ve 2. maddelerine dayanmaktadır. Söz konusu maddeler, bir devletin hava sahasını bu devletin, karasuları dahil ülkesine bağlı olarak tanımlamaktadır. Türkiye'nin görüşüne göre hava sahasını karasularının ötesindeki hava sahasının ötesine uzatmak mümkün değildir.
Türkiye'nin Yunan tezine ilk tepkisi 1975 yılında olmuştur. Yunanistan 10 millik hava sahası genişliğini ICAO'ya ilk kez 2 Haziran 1974'te bildirmiştir. 10 millik hava sahası ilk kez uluslararası olarak ilan edilince Türkiye hızla tepki gösterdi.
b. Fır Hattı
Bugünkü İstanbul/Atina FIR'ı (Flight Information Region) 1952 yılında usulüne uygun olarak yapılan toplantılar neticesinde Uluslar arası Sivil Havacılık Teşkilatınca bölgesel planlara geçirilmiştir. Yunanistan'ın FIR'ı hudut gibi göstermeye çalışması üzerine, bu hattın değiştirilmesi için Türkiye, 1966, 1968, 1971 ve 1974 yıllarında ICAO nezdinde girişimlerde bulunmuşsa da herhangi bir sonuç elde edilememiştir.
Yunanistan'ın şöyle bir iddiası vardır: Halen mevcut FIR HATTI, Uluslar arası kurallara göre saptanmıştır. Hiçbir surette müzakere ve münakaşa edilemez. Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) kuralları gereğince, bölge değiştiren sivil uçaklar için uçuş planları ve uçuş bilgileri, girdikleri bölgenin hava trafik kontrolü (ATC) unsurlarına verilmektedir. Bunun amacı, uçuş bilgi bölgelerinde, hava trafik, arama ve kurtarma hizmetlerini yürütmek suretiyle, uçuşların güvenliğini sağlamaktır. Devlet uçakları için de aynı hizmetler söz konusu olduğuna göre, askeri uçakların, bu uygulamanın dışında bırakılmaması gerekir.
FIR Hattı Türk-Yunan sınırı gibi işlem görmemeli; Türkiye'nin açık denizler üzerindeki hareketini eşit ve serbest olarak kullanma hakkını sınırlanmamalıdır. Uluslar arası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) sivil bir kuruluş olup, Chicago Sözleşmesinde sadece sivil hüviyetli uçakların uçuş bilgilerini verecekleri, askeri uçaklar ait kuralların ikili anlaşmalarla saptanması gerektiği açık şekilde belirtilmiştir. Türkiye ile Yunanistan arasında konuya ilişkin ikili bir anlaşma olamadığından, Türkiye, devlet uçakları için aynı uygulamaya tabi olmayı zorunlu saymamaktadır. Zira, devlet uçaklarına kural koyma yetkisi sadece devletin kendisine aittir.
Ayrıca, gerek NATO ve gerekse Milli Tatbikatlarda, tatbikat öncesinde tatbikat sahaları usulüne uygun olarak Natom'lattırılmakta ve tatbikat uçakları görerek uçuş kurallarına göre ve genellikle satıh radarının pozitif kontrolünde uçmaktadır. Uluslar arası hava sahalarında harekat hava trafiği olarak pozitif radar kontrolünde yapılacak bir askeri uçuş için uçuş plan bilgisi veya rapor verme zorunluluğu getirmek, hem Chicago Sözleşmesinin 3. maddesine hem de açık denizlerdeki uçma serbestisini sağlayan Uluslar arası Hukuk ve teamüllerine aykırıdır. Ege'de uluslararası hava sahalarında yapılacak uçuşlara ilişkin uçuş plan bilgisi verilmesi konusunda ısrar edilmesi, FIR sorumluluğu nedeniyle, Yunanistan'a verilen teknik sorumluluğun, bir hava savunma vasıtası olarak kullanılması anlamını da doğurmaktadır.
Bu yorumun doğruluğunu, Yunanistan'ın, tatbikatlarda uçuş plan bilgilerinin kendilerine verilmediği gerekçesiyle yaptığı teşhis önlemlerine kanıtlamaktadır. Bölgenin uluslar arası hava sahalarında teşhis için önleme bir güvenlik gereği olarak yapılıyorsa bu işlemi yapmada, Yunanistan'ın olduğu kadar Türkiye'nin de hakkı vardır.
c. Erken İhbar Hattı ve Hava Savunma Sahaları
Daha önce egedeki savunma sorumluluğu iki devlet arasında paylaştırılmıştır. 1964 Kıbrıs bunalımını bahane eden Yunanistan NATO'yu ikna ederek ihbar hattının Atina-İstanbul fır hattı ile çakışmasını sağladı. 1974 yılında Yunanistan'ın NATO askeri kanadından çekilmesi ile çıkan boşluk geçici düzenlemelerle dolduruldu. 1974'te Ege hava sahasındaki durumu sakıncalı bulan Türkiye, Ağustos 1974'te 714 sayılı NATOM ilan etmiş ve bu hattın doğusuna geçecek uçakların bilgi vermesini istemiştir. 714 sayılı NATOM Mart 1980'de kaldırılmıştır.
1980'de Rogers Planı ile NATO'ya geri dönen Yunanistan, 1974 öncesindeki durumu kabul ettirmek istemektedir. Buna göre Türkiye, Ege uluslararası hava sahasından kendi egemenlik alanına yönelecek uçuşlardan enaz on dakika önce bilgi sahibi olmasına elverecek bir düzenlemeden yanadır. Bugün Ege hava sahasının % 91'i Yunanistan'ın denetimindedir.
Ayrıca Ege hava sahası konusunda Limni adası üzerinde Yunanistan tarafından kurulan güvenlik bölgesinin genişliği ve Ege Denizi üzerinde sivil uçaklar için bazı geçiş yollarının belirlenmesi gibi başka sorunlardan da bahsedilebilir.
Alıntı
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#6
17/09/2011, 03:52
Ege Adalarının Silahlandırılması Sorunu
Ege Adalarının Silahlandırılması Sorunu
Yazan: Yusuf Rıza GÜNAYDIN
Bütün bu adalar Lozan Antlaşmasına aykırı olarak askeri amaçlara dönük havaalanlarına sahiptir ve adalara ciddi boyutlarda yerden havaya, yerden denize ve karaya atılabilecek füze üsleri yerleştirilmiştir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki temel sorunların tümüne verilen addır “Ege Sorunu”. Sorun son derece önemlidir. O nedenle hemen belirtelim ki, Türkiye’nin 1923 Lozan ve diğer uluslararası anlaşmalardan doğan hakları ile adaların silahsızlandırılması gerekmektedir. Ancak Yunanistan değişen konjoktürü bahane ederek ve anlaşmaları tartışmalı hale getirmek için anlaşmaları çiğnemiş ve kıyılarımıza çok yakın olan tüm adaları Yunan askerleri ile konuşlandırmıştır. Türkiye’nin hiçbir koşulda vazgeçemeyeceği derecede önemli olan Ege Denizi ve Ege bölgesine yönelik Yunan iddaları AB tarafından sürekli desteklenmiştir. Bundan cesaret alan Yunanistan, anlaşmalarla imzaladığı ve silahsız tutacağını beyan ettiği adaları uçak ve güdümlü füzeler yığınağı haline getirmiştir. Tusam Başkanvekili Ali Külebi’nin konuyla ilgili makalesinden kısa bir bölüme bakalım:
“Rodos Adası’nda 15 bin asker (yerel güvenlik kuvvetleriyle 25 bine çıkmaktadır), İstanköy Adası’nda 2’si tan taburu, 4’ü piyade taburu ve biri destek tabur olmak üzere bir tugay, Sisam Adası’nda bir tümen ve Limni Adası’nda tugay üzerinde bir kuvvet şeklinde takriben toplam 60 binin üzerinde asker vardır. . Bu söz konusu kuvvetin toplamı dünyadaki bir çok devletin ordusundan fazladır. Kıbrıs Rum kesiminin silah altındaki asker sayısının bile yaklaşık 12.000 olduğu düşünülürse, Adalardaki bu kuvvetin boyutlarının ciddiyeti ortaya çıkıyor. Ayrıca, bütün bu adalar Lozan Antlaşmasına aykırı olarak askeri amaçlara dönük havaalanlarına sahiptir ve adalara ciddi boyutlarda yerden havaya, yerden denize ve karaya atılabilecek füze üsleri yerleştirilmiştir. Bu füzeler, askeri güçlerimi tehdit ettiği gibi bütün sivil deniz ve hava ulaştırma olanaklarımızı da sınırlamakta ve tehdit etmektedir.
Adalar Denizi’nin kuzeyinden, Limni Adasından, başlayıp güneye giderek ülkemizin batısını tehdit eden Limni-Girit hattının yanı sıra, Kıbrıs’ın da bundan sonra AB’nin dayatmaları ve getirmek isteyeceği sözde çözümler sonucu giderek Rumlaşması ve Girit örneği Yunanistan’ın burada bir nevi Enosis gerçekleştirmesiyle güneyimizi de tehdit edebilecek Girit-Kıbrıs hattı ortaya çıkacaktır.” (1)
Bugünkü duruma ilişkin vehameti gördükten sonra Ege adalarının silahsızlandırılması konusundaki anlaşmaları bilmek ve hakkımızı en iyi şekilde savunmak önemlidir. Adaların silahsızlandırılacağına ilişkin Lozan Barış Antlaşması’nın 12. maddesine göre: “... Doğu Akdeniz Adaları ve özellikle Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya Adaları üzerinde Yunan egemenliğine ilişkin... 13 Şubat 1914 günü Yunan Hükümetine bildirilen karar, işbu Antlaşmanın İtalya’nın egemenliği altına konulan ve on beşinci maddede yazılı olan Adalara ilişkin hükümleri saklı kalmak koşulu ile, doğrulanmıştır.” (2)
“Aynı Antlaşmanın 13. maddesi ise, “Barışın korunmasını sağlamak amacı ile, Yunan Hükümeti, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya Adalarında aşağıdaki önlemlere saygı göstermeyi yükümlenir,” diyerek; “bu adalarda hiçbir deniz üssü ve hiçbir istihkam kurulamayacaktır” hükmünü getirmektedir. 13. Madde hükmüne göre, “Yunan savaş uçakları ve öteki hava araçlarının Anadolu kıyısındaki topraklar üzerinde uçması yasaklanacaktır; Buna karşılık, Türkiye Hükümeti de savaş uçaklarının ve öteki hava araçlarının sözügeçen Adalar üzerinde uçmasını yasaklayacaktır... Sözkonusu Adalarda Yunan Silahlı Kuvvetleri, silah altına alınıp yerinde eğitilebilecek olan normal askersel birlikle ve tüm Yunanistan topraklarındaki jandarma ve polis sayısı ile orantılı olacak bir jandarma ve polis örgütü ile sınırlı kalacaktır.” (3)
Konu ile ilgili bir başka bağıt ise Lozan Boğazlar Sözleşmesidir. Sözleşmenin 4’üncü maddesine göre: “... Ege Denizi’nde, Semadirek, Limni, İmroz, Bozcaada ve Tavşan Adaları” askerden arındırılacaktır. Sözleşmenin 6. maddesinde ise, askerden arındırma şartları ve statü belirlenmiştir.
Üçüncü bağıt, Oniki Adaların Yunanistan’ın egemenliğine bırakılmasını düzenleyen 1947 Paris Barış Antlaşması’dır. “Türkiye’nin tarafı bulunmadığı 1947 Paris Barış Antlaşmasının 14. maddesi ile XIII. Eki uyarınca Oniki Adaların en ileri biçimde askerden arındırılması öngörülmektedir. Bu adalarda her türlü askeri üs, tesis ve tahkimat yasaklanmakla kalmamakta, ayrıca, askeri eğitim ve silah üretimi de yasaklanmaktadır.” (4)
Tüm bu anlaşmalarla birlikte Yunanistan’ın da adaları silahlandırmakla ilgili savunduğu konuları bilmemiz gerekmektedir. 1936 yılında Türkiye, uluslararası koşulların ve Akdeniz statüsünün değiştiğini ileri sürerek 1936 Montreüx Boğazlar Sözleşmesinde gerekli değişikllikleri kendi lehinde yapılandırmış ve boğazların silahlandırılması kararını almıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı tevfik Rüştü Aras 31 Temmuz 1936 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada, Türkiye’nin boğazları silahlandırması ile birlikte Yunanistan’ın da buna uygun değişiklikler ile Limni ve Semadirek adalarını silahlandırabileceğini ilişkin açıklaması temel teşkil etmektedir. Yunanistan boğazların silahlandırılması hususundaki değişikliğe atıfta bulunarak Ege’deki mevcut statünün artık değiştiğini iddia etmekte ve adaların silahlanmasının meşru olduğunu gösterme gayretine girmektedir.
Bütün bu adalar Lozan Antlaşmasına aykırı olarak askeri amaçlara dönük havaalanlarına sahiptir ve adalara ciddi boyutlarda yerden havaya, yerden denize ve karaya atılabilecek füze üsleri yerleştirilmiştir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki temel sorunların tümüne verilen addır “Ege Sorunu”. Sorun son derece önemlidir. O nedenle hemen belirtelim ki, Türkiye’nin 1923 Lozan ve diğer uluslararası anlaşmalardan doğan hakları ile adaların silahsızlandırılması gerekmektedir. Ancak Yunanistan değişen konjoktürü bahane ederek ve anlaşmaları tartışmalı hale getirmek için anlaşmaları çiğnemiş ve kıyılarımıza çok yakın olan tüm adaları Yunan askerleri ile konuşlandırmıştır. Türkiye’nin hiçbir koşulda vazgeçemeyeceği derecede önemli olan Ege Denizi ve Ege bölgesine yönelik Yunan iddaları AB tarafından sürekli desteklenmiştir. Bundan cesaret alan Yunanistan, anlaşmalarla imzaladığı ve silahsız tutacağını beyan ettiği adaları uçak ve güdümlü füzeler yığınağı haline getirmiştir. Tusam Başkanvekili Ali Külebi’nin konuyla ilgili makalesinden kısa bir bölüme bakalım:
“Rodos Adası’nda 15 bin asker (yerel güvenlik kuvvetleriyle 25 bine çıkmaktadır), İstanköy Adası’nda 2’si tan taburu, 4’ü piyade taburu ve biri destek tabur olmak üzere bir tugay, Sisam Adası’nda bir tümen ve Limni Adası’nda tugay üzerinde bir kuvvet şeklinde takriben toplam 60 binin üzerinde asker vardır. . Bu söz konusu kuvvetin toplamı dünyadaki bir çok devletin ordusundan fazladır. Kıbrıs Rum kesiminin silah altındaki asker sayısının bile yaklaşık 12.000 olduğu düşünülürse, Adalardaki bu kuvvetin boyutlarının ciddiyeti ortaya çıkıyor. Ayrıca, bütün bu adalar Lozan Antlaşmasına aykırı olarak askeri amaçlara dönük havaalanlarına sahiptir ve adalara ciddi boyutlarda yerden havaya, yerden denize ve karaya atılabilecek füze üsleri yerleştirilmiştir. Bu füzeler, askeri güçlerimi tehdit ettiği gibi bütün sivil deniz ve hava ulaştırma olanaklarımızı da sınırlamakta ve tehdit etmektedir.
Adalar Denizi’nin kuzeyinden, Limni Adasından, başlayıp güneye giderek ülkemizin batısını tehdit eden Limni-Girit hattının yanı sıra, Kıbrıs’ın da bundan sonra AB’nin dayatmaları ve getirmek isteyeceği sözde çözümler sonucu giderek Rumlaşması ve Girit örneği Yunanistan’ın burada bir nevi Enosis gerçekleştirmesiyle güneyimizi de tehdit edebilecek Girit-Kıbrıs hattı ortaya çıkacaktır.” (1)
Bugünkü duruma ilişkin vehameti gördükten sonra Ege adalarının silahsızlandırılması konusundaki anlaşmaları bilmek ve hakkımızı en iyi şekilde savunmak önemlidir. Adaların silahsızlandırılacağına ilişkin Lozan Barış Antlaşması’nın 12. maddesine göre: “... Doğu Akdeniz Adaları ve özellikle Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya Adaları üzerinde Yunan egemenliğine ilişkin... 13 Şubat 1914 günü Yunan Hükümetine bildirilen karar, işbu Antlaşmanın İtalya’nın egemenliği altına konulan ve on beşinci maddede yazılı olan Adalara ilişkin hükümleri saklı kalmak koşulu ile, doğrulanmıştır.” (2)
“Aynı Antlaşmanın 13. maddesi ise, “Barışın korunmasını sağlamak amacı ile, Yunan Hükümeti, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya Adalarında aşağıdaki önlemlere saygı göstermeyi yükümlenir,” diyerek; “bu adalarda hiçbir deniz üssü ve hiçbir istihkam kurulamayacaktır” hükmünü getirmektedir. 13. Madde hükmüne göre, “Yunan savaş uçakları ve öteki hava araçlarının Anadolu kıyısındaki topraklar üzerinde uçması yasaklanacaktır; Buna karşılık, Türkiye Hükümeti de savaş uçaklarının ve öteki hava araçlarının sözügeçen Adalar üzerinde uçmasını yasaklayacaktır... Sözkonusu Adalarda Yunan Silahlı Kuvvetleri, silah altına alınıp yerinde eğitilebilecek olan normal askersel birlikle ve tüm Yunanistan topraklarındaki jandarma ve polis sayısı ile orantılı olacak bir jandarma ve polis örgütü ile sınırlı kalacaktır.” (3)
Konu ile ilgili bir başka bağıt ise Lozan Boğazlar Sözleşmesidir. Sözleşmenin 4’üncü maddesine göre: “... Ege Denizi’nde, Semadirek, Limni, İmroz, Bozcaada ve Tavşan Adaları” askerden arındırılacaktır. Sözleşmenin 6. maddesinde ise, askerden arındırma şartları ve statü belirlenmiştir.
Üçüncü bağıt, Oniki Adaların Yunanistan’ın egemenliğine bırakılmasını düzenleyen 1947 Paris Barış Antlaşması’dır. “Türkiye’nin tarafı bulunmadığı 1947 Paris Barış Antlaşmasının 14. maddesi ile XIII. Eki uyarınca Oniki Adaların en ileri biçimde askerden arındırılması öngörülmektedir. Bu adalarda her türlü askeri üs, tesis ve tahkimat yasaklanmakla kalmamakta, ayrıca, askeri eğitim ve silah üretimi de yasaklanmaktadır.” (4)
Tüm bu anlaşmalarla birlikte Yunanistan’ın da adaları silahlandırmakla ilgili savunduğu konuları bilmemiz gerekmektedir. 1936 yılında Türkiye, uluslararası koşulların ve Akdeniz statüsünün değiştiğini ileri sürerek 1936 Montreüx Boğazlar Sözleşmesinde gerekli değişikllikleri kendi lehinde yapılandırmış ve boğazların silahlandırılması kararını almıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı tevfik Rüştü Aras 31 Temmuz 1936 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada, Türkiye’nin boğazları silahlandırması ile birlikte Yunanistan’ın da buna uygun değişiklikler ile Limni ve Semadirek adalarını silahlandırabileceğini ilişkin açıklaması temel teşkil etmektedir. Yunanistan boğazların silahlandırılması hususundaki değişikliğe atıfta bulunarak Ege’deki mevcut statünün artık değiştiğini iddia etmekte ve adaların silahlanmasının meşru olduğunu gösterme gayretine girmektedir.
Keza Yunanistan 1947 Paris Antlaşmasına Türkiye’nin taraf olmadığını iddia etmekte ve adaların silahsızlandırılması önünde bir engel olmadığını beyan etmektedir. Yunan yaklaşımına göre anlaşma ancak onu imzalayanlar arasında geçerlidir.
1974 yılında Yunanistan, Türkiye’nin Kıbrıs Türk halkına uygulanan soykırımı durdurmak için müdahalesini de BM’de şikayet konusu haline getirip Türkiye’nin Kıbrıs ve Adalar konusunda işgalci olduğu iddiası ile adaların tümünü silahlandırma hakkı elde ettiğini dile getirmektedir.
Türkiye ise Yunanistan’a bırakılan adaları anlaşmalardan doğan hakları ile silahsızlandırılması gerektiğini savunmakta, yayılmacı bir amacının olmadığını, aksine "megali idea" hedefi ile Yunanistan’ın Avrupa’nın gönlünü okşayan Elenizm duygularını kabartan politikası ile yanlı kararların alınmasına etki ettiğini ileri sürmekte idi. Ayrıca Türk-Yunan ilişkileri tarih boyunca yumuşak ve sert hava içinde ilerlemiş ve süreç boyunca Yunanistan isteklerine karşı Türkiye’nin net duruşu ile çözüm sağlanamamıştır.
İki ülkenin NATO üyesi olmasına karşın savunma stratejilerinde birbirlerine üstünlük sağlama çabasıyla silahlanma yarışı konunun bir başka boyutunu da gündeme taşımaktadır. Türkiye ile Yunanistan ortak savunma sistemi ile NATO içerisinde komşu ülkelerdir. 1974 Barış Harekatı sonrasında Türk-Yunan ilişkileri gergin seyrini korurken, Türkiye NATO dışında Ege Ordusu’nu yapılandırmıştır (Dördüncü Ordu). Yunanistan bu konuda Türkiye’nin kendisine dönük bir işgal harekatı başlatacağını, Ege orudusu ile Türklerin adalarını istila edeceğini iddia etmiştir. Halkına sürekli Türk tehdidini ve Türk düşmanlığını pompalayan politikaları ile Avrupa’yı da bu konuda ikna çabasına girmiş, belirli süreçte başarılar elde etmiştir.
Türkiye, Yunanistan’ın istilacı suçlamalarına karşı sert yanıt vermiş ve 1960’lardan itibaren adaları silahlandıran tarafın Yunanistan olduğunu Lozan ve Paris Antlaşmalarını çiğnediğini belirtmiş ve bunun sonucunda Ege Ordusunu 1975 yılında kurduğunu açıklamıştır.
Gergin politikaların sonucunda oluşturulan askeri strateji planları iki ülkenin hamlesini önceden görme çabasını yoğunlaştımıştır. 1990’ların ortalarında Rus yapımı S-300 füzelerini Kıbrıs’a konuşlandıracağını açıklamış ve Türkiye’nin TBMM'de bu olayı savaş sebebi sayacağına açıklaması üzerine Yunan tarafı geri adım atmış ve füzelerin Girit’e konuşlandırılmasına karar vermiştir. Bu, Girit’in stratejik konumunu daha da arttırmıştır. Türk uçaklarının Akdeniz’e çıkışının kontrolü artık Yunanistan lehine değişmiştir. Bununla birlikte bölgede her an yaşanabilecek sıcak çatışma ortamının doğmasına ilişkin senaryolar gündeme gelmiştir. Türk ve Yunan uçaklarının sık sık havada “it dalaşı” denilen uzak-yakın tehdit uçuşları sırasında S-300 füzelerinin düşman algılaması ile Türk uçaklarına kilitlenmesi ve Türk uçaklarının meşru müdafaa hakları ile hedeflerin imhası sonucu olası Türk-Yunan savaşının patlak vermesi ile ilgili senaryolar hala gündemdedir.
Yunanistan bugün hala Türk tehdidi paranoyası ile kendi halkının dikkatini doğu sınırına çekmektedir. Yunanistan sadece kendi halkını değil, Avrupa Parlementosu nezdinde de hava sahası ile ilgili çok sayıda şikayette bulunmakta ve Türk uçaklarının hava sahasına tecavüz ettiği iddiasında bulunmaktadır.
Geçmişten bugüne Yunanistan’ın Ege sorunları çerçevesinde Türkiye ile ilgili şikayetleri zaman zaman Avrupa Parlementosu kararlarına yansımış ve Yunanistan lehine kararlar alınmıştır. Bu kararlardan bazılarına bakacak olursak:
Avrupa Parlamentosu, “Doğu Ege’de Kardak adası ile ilgili olarak Türkiye’nin provokatif askeri operasyonlarından kaygı duymaktadır…Kardak adası, 1923 yılındaki Lozan Antlaşması, 1932 yılında İtalya ve Türkiye arasındaki Protokol ve 1947 Paris Antlaşmasına göre Oniki Ada adalar grubuna dahildir ve 1960’lı yıllardaki Türk haritaları bile bu adaları Yunan toprağı olarak göstermektedir.” (15.02.1996)
Avrupa Parlamentosu, Türkiye’den “Ege’deki, özellikle Kardak Adasına ve kıta sahanlığının sınırlarının belirlenmesine ilişkin olarak, farklılıkların giderilmesine çalışılmasında uluslararası hukuk ilkelerine saygı gösterilmesini” istemektedir. (17.09.1998)
Kaynaklar:
1-
http://www.tusam.net/makaleler.asp?id=131
2- Soysal İsmail, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, Ankara: TTK Yayınları, 1983, s. 89-90
3- age s. 90
4- Pazarcı Hüseyin, “Ege Adalarının Hukuksal Statüsü,” A. Ü. SBF Dergisi, Cilt. LXIII, No. 3-4, Temmuz-Aralık 1988, s. 153
---------------------
kaynak:efrasyap.org
Alıntı
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#7
17/09/2011, 03:53
Karasuları Sorunu
Yazan: Yusuf Rıza GÜNAYDIN
1936 yılında Yunanistan, Ege Denizi'nin C.68'ini, yaklaşık yarısını kontrolü altına almıştır.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki en önemli sorunlardan biri olan "Karasuları Sorunu" günümüzde Yunanistan'ın AB nezdindeki girişimleri ile tekrar tartışmalı boyuta gelmiştir. Türkiye karasuların belirlenmesi konusunda yeteri kadar aktif siyaset izleyememiş ve konu ABD ve AB bakış açısıyla Yunanistan lehinde şekillendirilmeye dönük çalışmalara muhattap olmuştur.
Konunun tarihsel gelişimi açısından ilk olarak TBMM'de Antalya milletvekili Arif Ahmet Denizolgun'un 13 Aralık 1996 tarihindeki meclis konuşmasına bakalım:
"...1931 yılından beri Yunanistan'ın başımızı ağrıttığı Ege karasuları konusunda 10 mil iddiaları, Amerikan Hükümeti, Amerika'nın resmî temsilcileri tarafından 6 mil olarak açıklanmasıyla, Yunanistan -yaramaz komşumuz- soğuk bir duş yaşamıştır ve bizim lehimize olan bu gelişme, tabiî ki, şahsiyetli bir politikanın ürünüdür..." (1)
İlk olarak Türkiye ile Yunanistan arasında karasuları sınırı 3 mil olarak belirlenmişti. Yunanistan 8 Ekim 1936 tarihinde resmen karasuları sınırının 6 mil olduğunu açıklamış ve bu yönde karar almıştır. Bu kararı ile Yunanistan, Ege Denizi’nin C.68’ini, yaklaşık yarısını kontrolü altına almıştır. “13.10.1936 tarihli Resmi Gazete’de Yunanistan Karasuları Hududunun Tespiti Hakkında 230/1936 Sayılı (Mecburi Kanun)’a göre, “Bazı özel hallerde, karasuları bölgesini 6 deniz milinden az veya fazla tespit eden yürürlükteki hükümler baki kalmak üzere, karasuları bölgesinin genişliği kıyıdan 6 deniz mili olarak tespit olunmaktadır” yayınlanmıştır.” (2) Türkiye İtalya’nın saldırgan politikasına karşı Akdeniz’de oluşacak olası tehditleri de göz önüne almış ve bu konu Yunanistan ile başlayan dostluk politikasının verdiği güvenle ön plana alınmamıştır.
Mustafa Kemal’in ölümüyle birlikte Türk-Yunan ilişkileri dostluk ivmesini yıllar geçtikçe kaybetmeye başlamıştır. Türkiye nihayet 1964 yılında Ege’de dengeyi sağlamak adına “476 sayılı Karasuları Kanunu” ile karasuları genişliğini 6 mile çıkardığını açıklamıştır. Her ne kadar Türkiye karasuları genişliğini 6 mil olarak açıklamışsa da Lozan Antlaşması sonucunda Yunanistan’a bırakılan ada ve kayacıkların (sayısı 3000 civarında) konuşlanması dikkate alındığında Ege’de durum fazlaca Yunanistan lehinde devam etmektedir. 5 Yunanistan’ın kullanım alanına karşın %7 lik Türk alanı Ege karasuları snırındaki dengesizliği net şekilde ortaya koymaktadır.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye ve Yunanistan Ege’deki tüm konularda tartışmalı duruma gelmiştir. Yunanistan Uluslararası Deniz Hukuku sözleşmesine dayanarak karasuları genişliğini 12 mile çıkaracağını belirtmiş, Türkiye bu durumun gerçekleşmesini “casus belli” (savaş sebebi) sayacağını ilan etmiştir. Uzun yıllar süren tartışmalı ve gergin süreci Yunanistan bir adım daha öteye taşımış ve 1995 yılında parlementosunda BM Deniz Hukuku Sözleşmesini kabul ettiğini beyan etmiştir. Buna karşılık olarak Türkiye 8 Haziran 1995 tarihinde TBMM’de aşağıdaki açıklamayı gündemine almış ve kabul etmiştir:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına
Aşağıdaki metnin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun oylamasına sunulmasını saygılarımızla arz ederiz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 8 Haziran 1995 tarihinde yaptığı 121 inci Birleşiminde, Yunan Parlamentosunun, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesini onaylayarak, Yunanistan yönünden uygulanabilecek aşamaya getirmesi sonucu ortaya çıkan durumu görüşmüş, aşağıdaki açıklamayı oybirliğiyle kabul etmiştir.
Türkiye-Yunanistan arasında ortak deniz olan Ege'deki dengeler, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasıyla kurulmuştur. O tarihte her iki ülkenin karasuları 3 deniz mili olarak belirlenmişti. Bu durumda, millî hükümranlık dışındaki açık deniz alanları Ege'nin yüzde 70'ini oluşturmaktaydı.
Yunanistan, 8 Ekim 1936 tarihinde karasularını 6 deniz miline çıkararak Ege'nin yüzde 43,68'ini, yani yaklaşık yarısını egemenliği altına almıştır. Ancak, 1964 tarihinde 6 mile çıkarılan Ege'deki Türk karasuları ise, Ege'nin yaklaşık yüzde 7'lik bölümünü kapsamaktadır. Ege'nin yarısı halen açık deniz alanı statüsünde bulunmaktadır.
Yunanistan, son olarak, Deniz Hukuku Sözleşmesinin, esas itibariyle açık denizler ve okyanuslar için belirlenmiş bazı hükümlerinden yararlanarak, karasularını 12 mile çıkarmak isteğini ortaya atmıştır. Bu durum gerçekleştiği takdirde, Yunanistan, Ege Denizinin yaklaşık yüzde 72'sini egemenliği altına sokmuş olacaktır.
Bir yarımada olan Türkiye'nin, dünya denizlerine ve okyanuslarına Yunan karasularından geçerek ulaşmasına yol açacak böyle bir durumu kabul etmesi asla düşünülemez. Türkiye'nin, Ege'de hayatî menfaatları vardır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Yunanistan Hükümetinin Lozanla kurulmuş dengeyi bozacak biçimde Ege'deki karasularını 6 milin ötesine çıkarma kararı almayacağını ümit etmekle birlikte, böyle bir olasılık durumunda, ülkemizin hayatî menfaatlarını muhafaza ve müdafaa için, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine, askerî bakımdan gerekli görülecek olanlar da dahil olmak üzere, tüm yetkilerin verilmesine ve bu durumun Yunan ve dünya kamuoyuna dostane duygularla duyurulmasına karar vermiştir." ( "Bravo" sesleri, alkışlar)
"Turhan Tayan Abdulkadir Ateş Hasan Korkmazcan
Bursa Gaziantep Denizli
DYP Grup Başkanvekili CHP Grup Başkanvekili ANAP Grup Başkanvekili
Abdullah Gül İhsan Saraçlar
Kayseri Samsun
RP Genel Başkan Yardımcısı DYP Grup Başkanvekili
Nevzat Ercan Hasan Hüsamettin Özkan Ökkeş Şendiller
Sakarya İstanbul Kahramanmaraş
DYP Grup Başkanvekili DSP Adına BBP Adına" (3)
Yunanistan Parlementosu’nun BM Deniz Hukuku sözleşmesinin kabul kararına karşı TBMM’de alınan ortak tavır sonrasında konu daha da tartışmalı hale gelmiştir. Yunanistan BM Deniz Hukuku’nun 3. maddesine atıfta bulunarak tüm devletlerin genel olarak bu madde uyarınca karasularını 12 mile çıkardığını savunmakta ve kendisinin de bu hakkı olduğunu belirtmektedir. Buna karşın Türkiye uluslararası hukuka dayanarak bu durumu tanımama hakkına sahiptir. Bugüne kadar Yunanistan’ın bu yöndeki açıklamalarına karşı Türkiye yeni durumu tanımayacağını bunun uygulanmasını savaş sebebi sayacağını açıklamıştır.
Yunanistan Türkiye ile ilgili sorunları her aşamada ABD ve AB’ye şikayet ile uluslarası toplumu kendi lehine çevirmek yönünde kullanmaya çalışmış, AB üyesi olduktan sonra Türk-Yunan sorununu Türkiye ve AB arasındaki sorun olarak kabul ettirme gayretine girmiştir. Bu gayretleri Avrupa Parlementosu ve çeşitli ülkelerin kararları ile zaman zaman başarıya da ulaşmıştır. Yunanistan bir yandan AB üyesi olarak Türkiye ile yaşadığı tüm sorunları AB üyeliği süreci ile kıvranan Türkiye’ye baskı unsuru olarak kullanmakta geri kalmamış, diğer yandan Türkiye’de ayrılıkçı hareketleri destekleyen politika gütmüştür. Kenya’daki elçiliğinde bölücü başı Abdullah Öcalan’ı saklayan, Yunanistan, kendi topraklarında PKK militanları için kamp açmış, lojistik destek vermiştir. Bununla birlikte
Kıbrıs, azınlıklar, adaların silahlandırılması, kıta sahanlığı, hava sahası, FIR hattı ile Trakya, İzmir ve İstanbul üzerinde emellerini uygulama gayretini göstermeye devam etmektedir.
Bu konuda Türkiye’nin AB üyelik sürecinde geçmişe dönük net tutumunun giderek gevşediği ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB üyesi olmasına göz yumulmasıyla birlikte AB’de Türkiye aleyhine çifte veto senaryoları gündeme gelmiştir. Bu süreçte Yunanistan’ın Türkiye ile ilgili olası kararlara evet demesine karşın Rum kesimi hayır diyerek tüm konuları veto etme hakkını elinde bulundurmaktadır.
Bu süreçte Türkiye AB üyeliği için verdiği ödünlerin artmasına rağmen, üyelik için daha çok çabalamaktadır ancak lehine olabilecek kararların Yunanistan veya Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından vetolanmasıyla sonuç hüsran olmaktadır. Yunanistan, Rum kesimi ile birleşmeyi ve Batı Anadolu’yu elde ederek “Büyük Yunanistan”ı kurmayı amaçlamaktadır. Türk dış politikası bu konuda edilgen tutum takınmış ve yıllardır etkin bir karşı atak stratejisinin geliştirememiştir. Bu nedenle Ege’de Rum-Yunan lehine değişen dengeleri durduracak adımları da atamamaktadır. Sorunun çözümünü Türkiye’nin parçalanmasında gören Yunanistan’a karşı teslimiyet politikalarının sonuna gelinmiştir. Türk halkı yeniden Kuvayi Milliye sürecini yaşayıp geçmişte kazandığı gibi yeniden kazanacaktır!
Kaynaklar:
1- TBMM Genel Kurul Tutanağı 20. Dönem 2. Yasama Yılı 32. Birleşim 13/Aralık /1996 Cuma
2- Ali Kurumahmut (Y. Hazırlayan), Ege’de Temel Sorun Egemenliği Tartışmalı Adalar, Ankara: TTK Yayınları, 1998, ek: 23
3- TBMM Genel Kurul Tutanağı 19. Dönem 4. Yasama Yılı 121. Birleşim 08/Haziran/1995 Perşembe
Alıntı
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#8
17/09/2011, 03:54
Ege Petrolü
Türk-Yunan ilişkileri açısından, kıta sahanlığı sorununun yeniden gündeme gelerek ilişkilerde gerginliği arttırıcı rol oynamaya başlaması, 1980 sonrasında Türk-Yunan dış politika stratejileriyle yakından ilgili. 1980 sonrası dönemde, kesilen ikili görüşmeler bağlamında, Türkiye ve Yunanistan arasında kıta sahanlığı konusunda ortaya çıkan en önemli gerginlik, 1987 başlarında Yunaistan'ın, Bern Anlaşması'ndan doğan yükümlülüklerini geçersiz sayarak, Ege denizinde
yeniden petrol arama faaliyetlerinde bulunacağını açıklamasıyla yaşandı. Gerginlik karşılıklı suçlamalarla tırmanırken Türkiye, Yunanistan'ın tartışmalı bölgelerde petrol aramasını önlemek için harekete geçeceğini açıkladı ve Piri Resi araştırma gemisini Ege denizine gönderdi. Bu gelişmelere paralel olarak her iki ülkede de silahlı kuvvetler alarma geçirildi ve sonunda, bunalımın giderilebilmesi için NATO ve AB ülkeleri ile ABD'nin yoğun çabaları gerekti. Yunan savaş uçaklarının Ege denizinde araştırma faaliyetlerini sürdüren Piri Reis'i taciz etmesi, iki ülke arasında sert protesto
notalarına konu edildi Türkiye'nin, 26 Mart 1987 tarihinde, Ege'deki tartışmalı bölgede TPAO'ya petrol arama ruhsatı vermesi bunalımın artmasına yol açtı. Yunan Başbakan Papandreu, ülkesine ait olduğunu iddia ettiği kıta
sahanlığı içerisinde Türk petrol arama gemisinin araştırma yapmasının engelleneceği ve "söz değil fiille" karşılık verileceği uyarısında bulundu.
Karşılıklı açıklamalardan sonra iki ülke arasında diplomatik girişimler hızlandı. NATO Genel Sekreteri Lord Carrington ve ABD diplomatik çevrelerinin çabalarıyla bunalım hafifletildi. Yunanistan tartışmalı sularda petrol aramaktan vazgeçtiğini diplomatik yoldan Türkiye'ye duyurdu ve Kuzey Ege petrol şirketinin "28 Mart tarihine kadar Tasoz adası doğusunda petrol çıkarmaya başlayacağına ililkin planlarını askıya aldığını'' açıkladı. Davos süreci içerisinde başlayan ikili iletişim ve görüşmeler ise, taraflar arasındaki sorunların çözümlenmesine yönelik olmaktan ziyade, iki ülke arasındaki güven ortamı ve doğrudan iletişimin yeniden kurularak geleceğe yönelik bir zeminin hazırlanmasını hedefiliyor. Bu bağlamda, kıta sahasına ilişkin uyuşmazlık konusunun daha uzun süre çözümlenemeyeceği söylenebilir. Yunanistan, sorunun Uluslararası Adalet Divanı'na götürülerek çözümlenmesi önerisinde ısrar ederken Türkiye, ilke olarak bu fikre
ılımlı yaklaşmakla birlikte, iki ülke arasında doğrudan görüşmeler yapılarak bir çözüme ulaşılmasını istiyor ve daha önce Divan'a gidilmesine karşı çıkıyor. Bu gelişmeler çerçevesinde Yunaistan, kıta sahanlığına ilişkin beklentilerini, özellikle, ulusal karasularını 6 milden 12 mile çıkarma hakkını kullanabileceği bir ulusal/ uluslararası ortam beklentisi
içerisine girmiş gözüküyor. Türkiye'nin böylesi bir kararı savaş nedeni olarak değerlendirmesi, Yunanistan'ın bu yöndeki çabalarını şu an için engelliyor.
Bununla birlikte, Aralık 1999'da gerçekleşen AB Helsinki Zirvesi'nde varılan mutabakat sonucu, Türkiye ile Yunanistan arasında Ege denizine ilişkin sorunların 2004 yılına kadar ikili görüşmeler yoluyla çözümlenmesi, çözümlenemediği takdirde Uluslararası Adalet Divanı'na götürülmesine ilişkin sürecin başlatılması kararlaştırılmıştı. İki ülkenin dışişleri müsteşarları, Mart 2002'den bu yana her ay düzenli bir şekilde bir araya gelip Egesorunlarını görüşüyorlar. Uyuşmazlık konularının 2004 sonuna kadar çözümlenmesine ilişkin girişimlerin sonuç verip vermeyeceği belirsiz ancak taraflar
daha iyimser gözüküyorlar. Türkiye ile Yunanistan'ın bu "istiksafi", yani "keşif amaçlı" görüşmeler sonunda, Ege sorunları üzerinde müzakerelere başlama kararı aldıklarını açıklamaları bile iki ülke ilişkilerinde çok önemli bir sıçramayı gösterecek.
Alıntı
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#9
17/09/2011, 03:55
Sonuç
1980'den bugüne Türk-Yunan ilişkileri iki kelime ile özetlenebilir: Gerginlik ve Kriz. İlişkilerin bu iki kelimeyle nitelendirilmesinin nedeni, Yunanistan'ın 1981'den başlayarak Türkiye'ye karşı izlediği politikadır.
Yunanistan'da 18 Ekim 1981 seçimlerinde Andreas Papandreau'nun liderliğindeki Panhelenik Sosyalist Parti (PASOK) oyların % 48'ini ve 300 milletvekilliğinden 175'ini alarak iktidar olmuştur. 1974'ten beri iktidarda olan Yeni Demokrasi Partisi ise % 36 oy oranıyla 115 milletvekilliği kazanmış ve muhalefete düşmüştür.
PASOK lideri Papandreau, gerek seçim kampanyasını sırasında, gerek seçimlerden sonra okuduğu hükümet programında, dış politikasını tamamen "Türk Düşmanlığı" üzerine kurmuştur. Ona göre, Yunanistan için en büyük tehdit ve tehlike, kuzeyden yani Sovyet Bloğundan değil, Doğudan yani Türkiye'den gelmekteydi.
Papandreau'nun Türkiye'yi tehdit olarak görmesi, bir şantaj politikasının ürünüydü. Sonraki gelişmeler de göstermiştir ki Papandreau, Türkiye'yi "tehlike" ve sorunların çözümünde "uzlaşmaz" ve hatta "emperyalist" olarak göstermek suretiyle, Batı dünyası içinde, Amerika nezdinde, Avrupa Konseyi ve Avrupa Topluluğu (bugünkü AB) karşısında Türkiye'yi yalnız bırakmak ve bu devletleri ve kuruluşları kendi yanına çekerek, kendisinin emperyalist hedeflerini gerçekleştirmek istemiştir. Papandreau, 19. Yüzyıl Yunanistan'ının yaptığı gibi sırtını Avrupa'ya dayayarak Türkiye aleyhindeki amaçlarına ulaşmak istemiştir.
Bir Amerikan kongre heyeti 1985 Ocak ayında Atina'yı ziyaret ettiğinde, Yunan Amerikan ilişkilerini bile, Türk-Yunan ilişkilerine bağlamaktan geri kalmayan Papandreau, Kongre heyetine, "Yunanistan'ın Amerika ile ilişkileri, Amerika'nın Yunanistan'ın isteklerini kabul etmesi için Türkiye'yi ikna ettiği zaman düzelecektir" demiş ve Yunanistan'ın isteklerini de şöyle sıralamıştır:
1) Ege'nin hava savunmasının sorumluluğunun tamamen Yunanistan'a ait olduğu kabul edilmelidir.
2) Yunanistan'ın Ege'de 10 millik hava sahası kabul edilmelidir.
3) Yunanistan'ın Limni'yi silahlandırma hakkı(!), Türkiye ve NATO tarafından kabul edilmelidir.
4) Ege üzerindeki uluslar arası hava sahası içinde uçan Türk askeri uçakları, Atina FIR'ına haber vermelidir.
Papandreau, bu istekleriyle Ege Denizi'ni tamamen Yunanistan'ın kontrolü altına sokmak istiyordu. Bunun yanında, kara suları ve kıta sahanlığı konularında da Papandreau'nun iddiaları vardı. Türkiye'nin bunları da tartışmasız kabul etmesini istiyordu.
Son çeyrek asırda, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilk büyük kriz, 1984 Ağustosu'nda patlak veren Limni Krizi'dir. NATO Başkomutanı General Rogers'ın kuzey Ege'de Sovyetlere karşı bir savunma hattı kurmak istemesi ve kasıtlı veya kasıtsız, bu çerçevede, Lozan Antlaşması ile askerden arındırılmış olan (Madde 12) Limni adasında üsler kurmak istemesi, bir Türk-Yunan gerginliğine neden oldu. NATO Genel Sekreteri ile Başkomutanı, bu planı kabul ettirmek için Türkiye'ye baskı yaptılar. Papandreau ise bu plana dört elle sarıldı. Ancak, Türkiye'nin Limni'nin silahlandırılmasına şiddetle karşı çıkması üzerine, plan yürümedi.
1985 Mart'ında Türkiye Başbakanı Turgut Özal Yunanistan'ı diyaloga çağıran bir konuşma yaptığında, Yunan hükümeti, diyalog için şu iki şartı ileri sürdü:
1) Türkiye'nin, Kuzey Kıbrıs'taki "işgal kuvvetlerini(!)" geri çekmesi.
2) Türkiye'nin Ege'deki iddialarından vazgeçmesi.
Türkiye Başbakanı, 1985 Nisanında Amerika'da bulunduğu bir sırada Papandreau'ya görüşme teklifini bir kere daha tekrarlamış ve hatta Yunanistan'la bir "Dostluk, İyi Komşuluk, Uzlaşma ve İşbirliği" anlaşması imzalamayı önermiştir.
Yunanistan bu öneriye hiçbir olumlu cevap vermemiştir. Üstelik 1987 Martında yeni bir kriz patlak vermiştir. Yunan hükümeti, 1976'dan beri unutulmuş görünen "kıta sahanlığı" anlaşmazlığını körüklercesine yeni bir kriz yaratmak için 6 Mart 1987'de kabul ettiği bir kanunla, bir uluslar arası konsorsiyuma, Kuzey Ege'de Taşoz adası açıklarında petrol arama izni vermiştir. Bunun üzerine Türk hükümeti, 25 Mart'ta, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'na, Midilli-Limni-Semadirek üçgenindeki uluslar arası sularda petrol arama izni vermiştir. Türkiye'nin, Yunanistan'ın kıta sahanlığına el attığını ileri süren Papanderau, ülkesinin Ege'deki "egemenlik haklarını" korumak için gerekli önlemleri alacağını bildirmiş ve 27 Mart'ta yaptığı bir konuşmada ise, "Türkiye bu saldırganlık hareketlerine devam ederse", Yunan silahlı kuvvetlerinin "Türklere çok ağır bir ders vereceği" tehdidini savurmuştur.
Türk Genelkurmayı ise, bu tehdide aynı gün verdiği cevapta, petrol araması yapacak olan MTA Sismik-I gemisinin faaliyeti engellenecek olursa, buna "tereddütsüz" karşılık verileceğini bildirmiştir. 28 Mart sabahı Sismik-I Çanakkale'den, arama yapacağı uluslar arası sulara hareket etmiştir. Türk basını o sabah, "eller tetikte", "Ege'de savaş bulutları" ve "Dokunanı yakarız" gibi başlıkları atmıştı.
Gerginlik karşısında NATO aracılık için harekete geçmiş, fakat krizi çözen yine Türkiye olmuştur. Başbakan Özal, 27 Mart'ta verdiği bir demeçte, Yunanistan uluslararası sularda petrol aramaktan vazgeçer ve kendi karasularına çekilirse, Türkiye'nin de aynı şeyi yapacağını bildirmiştir. Papandreau, Amerika ve NATO'nun baskısı ile bu teklifi kabul edince, kriz çözülmüştür.
1980'den günümüze uzanan döneme damgasını vuran en önemli gelişmelerden biri de Kardak Krizi olmuştur. Figen Akad isimli bir geminin Kardak Kayalıklarında 25 Aralık 1995 tarihinde karaya oturması sonucu, bu kayalıkların hangi devlete ait olduğu konusu gündeme gelmiş ve anılan kayalıklar üzerindeki egemenlik iddiaları, bundan böyle, Türkiye ile Yunanistan arasında resmi bir nitelik kazanmıştır.
Bu gelişmelere paralel olarak, Yunanistan'ın uluslararası antlaşmalar ile kendisine devredilen adalar ve verilen hakların da ötesinde, Anadolu'nun 3 mil dışındaki alanlarda kalan bütün ada, adacık ve kayalıklara sahip olmak istemesi, Ege'de yeni ve belki de çok önemli bir başka sorunu gündeme getirmiştir.
Bu sorun çözümlenmeden, denizdeki yetki alanları ve bunlar üzerindeki hava sahasına ilişkin geçmişten beri süregelen sorunların çözümünün daha da zorlaştığı ve zorlaşacağı düşünülmektedir. Bu nedenle, Kardak Kayalıklarında somutlaşan sorunun çözümü büyük bir önem taşımaktadır.
Türkiye ile Yunanistan'ın, Ocak 1996'da Kardak Kayalıkları yüzünden bir savaşın eşiğine kadar gelmesini diğer devletler anlamakta güçlük çekmiş, hatta uluslararası kamuoyunda bu gerginliği tuhaf ve gülünç olarak yorumlayanlar da olmuştur. İki devlet arasında bir krize neden olan Kardak Kayalıkları, ekonomik ve jeopolitik yönden çok önemli görülmeyebilir. Ancak, kayalıkların egemenliğinin kime ait olduğunun tescil edilmesi ile iki devletin elde edeceği siyasi ve hukuki avantajlar, çok önemlidir. Kardak Kayalıkları bu nedenle bir semboldür.
Yunanistan'ın iddiaları doğrultusunda bu kayalıklar üzerinde Yunan egemenliğinin tescil edilmesi halinde:
Meis dışında kalan Onikiada bölgesinde, Türkiye aleyhine sözde deniz egemenlik alanlarını belirleyen 28 Aralık 1932 tarihli "Toplantı Tutanağı"nın bundan böyle hukuken bağlayıcı bir belge olduğu kabul edilmiş olacaktır;
Anılan Toplantı Tutanağının bağlayıcı bir belge niteliği kazanması halinde, Kardak Kayalıkları ile aynı statüde olan ve Onikiada bölgesinde bulunan çok sayıda ada, adacık ve kayalık üzerindeki Yunanistan'ın egemenlik iddiaları meşruiyet kazanmış olacaktır;
Söz konusu ada, adacık ve kayalıklar üzerinde Yunan egemenliğinin kabul edilmesi neticesinde Yunanistan, Ege'de yeni karasuyu alanları elde etmiş olacaktır;
Onikiada bölgesinde iki devlet arasında var olduğu Yunanistan tarafından iddia edilen "deniz sınırı" fiilen ve hukuken kesinleşmiş olacaktır (Yunanistan, geçerliliği olmayan bu deniz sınırını Türkiye'nin batı sınırı, kendi ülkesinin ve Avrupa'nın ise doğu sınırı olarak göstermeye çalışmaktadır).
Bu nedenle Kardak Kayalıkları sorununun çözüm şekli, her iki devlet için de, çok büyük bir önem taşımaktadır.
------------------------
KAYNAK:
http://efrasyap.org/Icerik/IcerikDetay.aspx?IcerikID=183
Alıntı
Tweet
Benzeyen Konular
Konu:
Yazar
Cevaplar:
Gösterim:
Son Mesaj
DOĞU TÜRKİSTAN'DA DİN SORUNU
Site Yönetimi
0
1,437
17/09/2011, 03:44
Son Mesaj
:
Site Yönetimi
Lütfen seçim yapın:
--------------------
Özel Mesajlar
Kullanıcı paneli
Kimler Çevrim içi
Arama
Ana Sayfa
GÜLCE EDEBİYAT AKIMI
-- GÜLCE ŞİİR TÜRLERİNE GÖRE ŞİİRLER
---- BULUŞMA
---- ÇAPRAZLAMA
---- TRİYOLEMSİ
---- ÜÇGÜL
---- ÜÇGEN
---- DÖNENCE
---- TOKMAK
---- AKROSTİK
---- SONE'M
---- GÜLCE
---- TEKİL
---- YİĞİTCE
---- YUNUSCA
---- BAHÇE
---- SERBEST ZİNCİR
---- ÖZGE
---- GÜLİSTAN
---- YEDİVEREN
---- TUĞRA
-- GÜLCE YAZAN ŞAİRLERİMİZİN GÜLCE ve DİĞER ŞİİRLER
---- (H)
------ Harun YİĞİT
------ Harun YİĞİT
------ Hasan ULUSOY
------ Hasan ULUSOY
------ Hatice ALTAŞ(Asi Çiçek)
------ Hatice ALTAŞ
------ Hacer KOZAN
------ Hatice KATRAN
------ Hatice KATRAN
------ Hikmet ÇİFTÇİ
------ Hülya EKMEKÇİ
------ Hülya EKMEKÇİ
---- (I-İ)
------ İbrahim COŞAR
------ İbrahim COŞAR
------ İbrahim İMER
------ İbrahim İMER
------ İbrahim ETEM EKİNCİ
------ İbrahim ETEM EKİNCİ
------ İhsan ERTEM
------ İhsan ERTEM
------ İsmail KARA(Karozan)
------ İsmail KARA(Karozan)
---- (K)
------ Köksal KIRLIOĞLU
---- (M)
------ Mahir BAŞPINAR
------ Mahir BAŞPINAR
------ Mehmet NACAR
------ Mehmet NACAR
------ Mehmet ALUÇ
------ Mehmet ALUÇ
------ Mehmet ALUÇ
------ Mehmet ÖZDEMİR
------ Mehmet ÖZDEMİR
------ Meltem ARAS
------ Meral ADAK
------ Meral ADAK
------ Melahat TEMUR
------ Mevlüde DEMİR
------ Mevlüde DEMİR
------ Miktad BAL
------ Miktad BAL
------ Mübeccel Zeynep ÜNALAN
------ Mübeccel Zeynep ÜNALAN
------ Muhammed İsa ÖZTÜRK
------ Muhammed İsa ÖZTÜRK
------ Mehmet Ziya DİNÇ
------ Mehmet Ziya DİNÇ
------ Mustafa CEYLAN
------ Mustafa CEYLAN
------ Mustafa CEYLAN
------ MUSTAFA CEYLAN(Editör)
-------- Mustafa CEYLAN
---------- Mustafa CEYLAN(On Punto Yazıları)(Makaleler)
---------- GÜNE BAKIŞ
---------- TAŞ YAĞMURU(Ceylan'ın kaleminden)
---------- Hakkında Yazılanlar
---------- DİĞER ŞİİRLERİ
---------- Hayatı
---------- Sanatı
---------- Hocaları
---------- Çocukluğu
---------- Gençliği
---------- Özlü Sözleri
---------- Önsöz Yazdığı Kitaplar
---------- Siyasete İlgisi
---------- Bestelenen Şiirleri
---------- Fotoğrafları
---------- Mühendisliği
---------- Düzenlediği Etkinlikler
---------- Konferansları
---------- Yer Aldığı Antolojiler
---------- Kitapları
---------- EZAN SUSMAZ Kitabı içindekiler
---------- "YANDI BU GÖNLÜM"-Hacı Bayram Veli Kitabı içindekiler
---------- TAHİR KUTSİ MAKAL Kitabı İçindekiler
---------- SEĞMEN RUHU Kitabı İçindekiler
---------- TOROSLARIN TÜRKÜSÜ Romanı
---------- Armağan-2(AHMET TUFAN ŞENTÜRK İÇİN NE DEDİLER?)Kitabı içindekiler
---------- Armağan-1(ANILAR KORİDORU İÇİNDE SARIVELİLER)Kitabı
---------- YARALI CEYLAN Şiir Kitabı İçindekiler
---------- PAŞA GÖNLÜM Şiir Kitabı İçindekiler
---------- Kırat Geliyor Kitabı İçindekiler
---------- Her Yönüyle YENİMAHALLE Kitabı
---------- Tarihi ve Folkloruyla Elmadağ Kitabı İçindekiler
---------- Köylerimiz Kitabı İçindekiler
---------- Köyümüz Yeşildere Kitabı İçindekiler
---------- Bayramlar Haftalar Günler Kitabı
---------- Ahmet Tufan Şentürk Kitabı
---------- Halil Soyuer Kitabı
---------- Detanlaşan Köylü İsa Kayacan Kitabı
---------- Abdullah Satoğlu Kitabı
---------- Güzide Taranoğlu Kitabı
---------- Gülendenin Beşiği Kitabı
---------- GÜLLÜK ANTOLOJİ (2006)Kitabı
---------- GÜLLÜK ANTOLOJİ(2007)Kitabı
---------- CEYLAN-Tahliller-MAKALELER-Görüşler
---------- Güllük Dergileri
---------- Kapodokya Güneşleri Kitabı
---------- Bir Yanardağ Fışkırması Kitabı
---- (P-R)
------ Rahime KAYA
------ Rahime KAYA
------ Refika DOĞAN
------ Refika DOĞAN
------ Ramazan EFE
------ Ramazan EFE
------ Rengin ALACAATLI
---- (S-Ş)
------ Sabiha SERİN
------ Sabiha SERİN
------ Serap HOCA(Serap ÖZALTUN)
------ Serap HOCA(Serap DEMİRTÜRK)
------ Süleyman KARACABEY
------ Süleyman KARACABEY
------ Serdar AKKOÇ
------ Serdar AKKOÇ
------ Sevgili ÖZBEK
------ Sevgili ÖZBEK
------ Şemsettin DERVİŞOĞLU
------ Şemsettin DERVİŞOĞLU
------ Şükran GÜNAY
------ Şükran GÜNAY
---- (T-U-Ü-V)
------ Turan UFUKTAN
------ Ümran TOKMAK
------ Ümran TOKMAK
---- (Y-Z)
------ Yusuf BOZAN
------ Yüksel ERENTÜRK
------ Yusuf BOZAN
------ Yüksel ERENTÜRK
------ Yusuf Ziya KARAHASANOĞLU
------ Zübeyde GÖKBULUT
------ Zübeyde GÖKBULUT
------ Yıldız TOKSÖZ
------ Yıldız TOKSÖZ
GÜLCE'YE DAİR
-- GÖRÜŞLER
---- Gülce Nedir?
---- Gülce ve Ozanlık
---- Gülce Manifestosu
---- 5 Hececiler ve Gülce
---- Garip Akımı ve Gülce
---- Fecr-i Ati ve Gülce
---- Hisarcılar ve Gülce
---- Neyzen Tevfik, Aşk
---- Mazmunlar
---- Gülce Ne Değildir?
---- Hece Vezni ve Gülce
---- Serbest Şiir ve Gülce
---- Aruz Vezni ve Gülce
---- Gülce ve Zolal
---- Gülce Tarihinden
---- GÜLCE-(Atölye)-Video Dersler
------ Gülce Etkinlikleri
------ Kurucular Beyanı
------ Gülce 2009
------ Doğru Yaz/Konuş
------ Gülce-2010 Projeleri
------ Gülce-2011 Projeleri
------ Üstad Necip Fazıl'dan
------ Gülce-Aruza Dair
------ Öneriler-Çalışmalar
------ GÜLLÜK DERGİSİ
------ Gülce'ye Öneriler
------ Röportajlar
------ Negatif Bakışlara
------ Aleyhimizdekiler
------ M.E.B' na
---- Gülce'de Mesajlar-Projeler
------ Gülce-Güldeste(1)
------ Destanlarımız
------ Dede Korkut
------ Öncü Kadınlarımız
------ Peygamberlerimiz
------ Nutuk(Gülce)
------ Nutuk(Z.Korkmaz)
------ Kutlu Hanımlar
------ Ozanlarımız
------ NasrettinHoca
------ Yedi Askı
GÜLCE TÜRK ŞİİR AKADEMİSİ
-- Şiir Akademisi
---- Şiir Akademisi
------ HALK EDEBİYATI
-------- DİVAN EDEBİYATI
-------- BATI EDEBİYATI
-------- YENİ TÜRK EDEBİYATI
---- Hece Vezni' ne Dair
---- Şiir Tahlilleri
---- Aruz Vezni' ne Dair
---- Hiciv Tarihinden
---- Ustalardan Şiirler
---- Ustalardan Makale
---- Aramızdan Ayrılanlar
------ Ustalardan Şiirler
-------- A. Tufan ŞENTÜRK
-------- DİLAVER CEBECİ ANISINA
---- Şiir Üstüne (Serbest)
---- Atışma Sayfamız
---- Denemeler-Makaleler
---- Şiirde Dönüşüm
---- Şiir ve Anlatım
-- Türk Edebiyatı Şiir Türleri
---- Şiir Türleri
---- İslâmiyet Öncesi
---- Servet-i Fünun
---- Garip Şiirler
---- Akımlar
---- Edebî Sanatlar
---- Söz Sanatları
---- Şair Padişahlar
---- Şiir Tarihimizden
---- Yıllara Göre Edebiyat
---- Mehmet Nacar
DÜNYA EDEBİYATI
-- Dünyadan Şiir Türleri
---- Burns Stanza
---- Choka
---- Go Vat
---- Catena Rondo
---- Onegin Stanza
---- Canzonetta
---- Bauk Than
---- Rhupunt-Galce
---- Septilla
---- Viator
---- Luc Bat
---- Tritena
---- Pantoum
---- Shakespeare Sonnet
---- Diamonte
---- Villanelle
---- Hutain
---- Hex Sonnata
---- Hexaduad
---- Haynaku
---- Harrisham Rhyme
---- Guzzande
---- Gratitude
---- Glosa
---- Garland Cinquain
---- Fornlorn Suicide
---- DÜNYA EDEBİYATI
---- Dünyadan Destanlar
---- Dünyadan Şiirler
KAYNAKÇA
-- Konularına Göre Şiirleriniz
---- Aşk Şiirleriniz
---- Atatürk Şiirleriniz
------ 23 Nisan Şiirleri
------ Atatürk'e Dair
---- Kahramanlık Şiirleriniz
---- Doğa Şiirleriniz
------ 2009 Yılı Sayılarımıza
---- Taşlama Şiirleriniz
---- Gurbet Şiirleriniz
---- Tasavvuf Şiirleriniz
---- Barış Şiirleriniz
---- Şehir Şiirleriniz
---- Anne Şiirleriniz
------ Babanıza Şiirler
---- Doğum Günü Şiirleriniz
---- Deprem Konulu Şiirler
---- Diğer Şiirleriniz
---- Köşe Yazarlarımız/Makaleler
------ Mustafa CEYLAN
------ Refika DOĞAN
------ Osman ÖCAL
------ Ahmet ÖZDEMİR
------ A. S. ATASAYAR
------ Prof.Dr.İsa KAYACAN
-------- Prof. Dr. İSA KAYACAN
------ Rahime KAYA
------ Harun YİĞİT
------ İlqar MÜEZZİNZADE
------ Sündüz BİGA
------ Nazmi Öner(Şiirler)
------ Nazmi ÖNER(Nesirler)
------ Coşkun KARABULUT
------ Prof.Dr.İsmail YAKIT
------ Prof.Dr.Asım YAPICI
------ Sabit İNCE
------ Muhsin DURUCAN
------ Abdulkadir GÜLER
------ Ünal Şöhret DİRLİK
------ Metanet YAZICI
------ A.Aşkım KARAGÖZ
------ Gazanfer ERYÜKSEL
------ Mehmet GÖZÜKARA
------ Necdet BULUZ
------ Yusuf Özcan
------ Afife Demirtaş
---- Mustafa Ceylan
---- Bizden
-- Video Yağmuru
---- Ozanlar-Şairler
---- Bizden Videolar
---- Rasim Köroğlu
-- Genel
---- SERBEST KÜRSÜ
---- Duyurular
---- Röportajlar
---- Günün Şiiri
---- Günün Nesiri
Edebiyat Biz Platformumuzda
-- Gülce Tv
-- Türk Argo Sözlüğü
-- Edebî Konular Forumu
Konuyu görüntüleyenler:
1 Misafir
Mustafa Ceylan |
Dost Sitelerimiz:
Türkçe Çeviri:
MyBB
Türkiye
Üretici:
MyBB
, © 2002-2024
MyBB Group
-Theme © 2014 iAndrew
Sitemizde yer alan eserlerin telif hakları şair-yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır. Kaynak gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir.(Haberleşme : ceylanmustafa_07@hotmail.com)
Doğrusal Görünüm
Konu Görünümü
Yazdırılabilir Sürüm
Konuya Abone Ol
Konuya Anket ekle
Konuyu Arkadaşına Gönder