SiteAna Sayfa
Güllük Dergisi
Şairlerimiz
Arama
Üyeler
Video
Yardım
Giriş Yap
Kayıt Ol
Oturum Aç
Kullanıcı Adı:
Şifre:
Şifremi Hatırlat
Beni Hatırla
Your browser does not support the audio element.
Akdeniz Radyo istek
Tıklayın-Okuyun/Güllük Dergisi
Web'de Ara
Sitede Ara
0 Oy - 0 Yüzde
1
2
3
4
5
Konu Modu
Halk Ozanı Muharrem Yazıcıoğlu ve Gülende'nin Beşiği
Site Yönetimi
Admin
Üyelik tarihi:
Jan 2008
Mesaj Sayısı:
12,518
Konu Sayısı:
11,588
#1
06/05/2008, 10:18
Halk Ozanı Muharrem Yazıcıoğlu ve Gülende'nin Beşiği
“-Tahlil-
MUSTAFA CEYLAN
Antalya / 2003
ÖNSÖZ
Ben sünniyim, o alevi... Gerçek şu ki, ikimiz de insanız... Ne ben suçluyum sünni bir ana-babadan doğduğuma, ne o suçlu alevi bir ailenin ferdi olduğundan. İkimiz de suçsuz ve masumuz...
Aslında, ikimiz aynı ağacın dalları, aynı ırmağın kollarıyız. Ancak ayıranlar, çağlar önce ayırmış.
Bana ne o “ayırımcı” elden! ..
Bizi, ikibinli yıllara geldiğimiz bu zaman diliminde dostum’ dan kim ayırabilir ki? .. O çalar, ben dinlerim ben yazarım o okur... İkimiz de insanız... Hem de aynı bayrak, aynı ulus, aynı toprağın bireyleriyiz. Asırlar öncesinin örümcek tutmuş anlayışıyla üç binli yıllara nasıl yol alabiliriz ki? ! .. İyi ki demişiz! .. Gönül gönüle verdik, düştük yollara. Sildik, zamanın tozlu aynasını... Bir’ de birleştik... Oh ne güzel! ..
Çatlayın patlayın olur mu bizi anlamayanlar!
Siz zaten, dün Yunus’ u, Hacı Bayram’ ı, Hacı Bektaş’ ı, Mevlâna yı, Mansur’ u vb... de anlamamıştınız...
Hele, hele bizi hiç anlamazsınız! ..
Biz, biziz! .. Ya siz? ..
Siz kimsiniz? ..
Ey bu satırları okuyan dost insan, “Beri gel barışalım / Yad isen bilişelim.” Tamam mı? ..
Ozan dediğin böyle olur işte! Söylenmemişi söyler. Gök kuşağını beline dolar. Yazıcıoğlu’ da gerçek bir ozan.. Düşünceleri bana, benim düşüncelerime uymayabilir. O zaman, ben onu eleştiririm. Analiz eder, hece hece böler, böylesi tahlil ederim işte. Düşüncelerinin tümü mü uymuyor? Elbette değil! Çok büyük kısmında tıpkısının aynısıyız. Farklı olan da, onun ozanlık görevi... Zira, ben şairim, o ozan...Ayırımcılara göre de ben sünniyim, o alevi...
İyisi mi dostlar, gelin siz bırakın asırlar öncesini tarihin raflarına... Siz, bu şairle Muharrem Yazıcıoğlu isimli ozanın, bu gönül söyleşisine bir bakın.
Biz söyleştik, yazdık... Siz, şimdi okuyacaksınız. Yazan ben, söyleyen o... O’ nun söylediklerini şiir kitaplarından buldum, kendi elleriyle yazdığı “cönk”lerinden çıkardım. İşime geldiği gibi seçtim yani... Sonra, yorum getirdim. Haklılığım sizin ölçülerinize bağlı. İsterseniz yanlış deyin. Yazdım, dedim, düşündüm, söyledim işte...
Hepinize selâm ve saygılarımla...
· “Yorum var yorum içinde,
· Sorum var sorum içinde...”
Ozan Muharrem Yazıcıoğlu, dünyaya “bir çok kere dolup boşalan iki koca cadde, bir büyük handan oluşan” maddi bir varlık olarak bakar. Bu maddi varlık, manâ ile iç içedir. Her bir zerresinde, atomunda, hücresinde manâ gizlenmiştir. Bu gizlilik daha fazla beklememeli, ariflerin, âlimlerin, yücelerin ve ozan-şairlerin biliş, buluş, duyuş ve sezişleriyle bir “gerçek” olarak ortaya konmalıdır der. Ona göre gizlilik yoktur. Aslında insanoğlunun “göremeyişi” vardır, sezemeyişi, algılayamayışı vardır.
Bakmakla görmek, görmekle içine girip onunla yaşamak arasında çok fark vardır. Can-kalp gözün açık değilse, milyon kere baksan göremezsin. Hadi gördün diyelim, ya içine nasıl girecek ve onunla nasıl yaşayacak ve yaşatacaksın? Asıl yanıt verilmesi gereken soru da budur.
“Dünya fâni, fâni de fenadır” derler. Derler ama, bilmem doğru mu derler? Peki fenadan bizi alıp götürecek olan Azrail’ den neden korkarız? Madem fenaydı dünya, neden ağlar, sızlar, yalvarır, yakarırız? Dünyada daha çok kalmak istememizin, ayrılışın hüznüyle yanıp tutuşmamızın sebebi nedir?
Sadece bizim bildiğimiz ve bizim gördüğümüz güneşin etrafındaki sistemde dünya bir zerre... Ya insan? İnsan, bu zerrenin içinde nokta bile değil. Peki, noktadan küçük varlığın güneşlere kafa tutuşu neden? Gökleri “kâğıt gibi dürüşü”, dağlarla denizlere yer değiştirişi, güzelle-iyiyle yetinmeyip “mutlak ve muhteşemden muhteşeme” istekli oluşu neden? Toz zerresinden ve noktadan küçük olan bu insanın, hacmi-kapasitesi sonsuzdan sonsuz olan bir yüreği ve o yürekte gümbürdeyen bir aşkı vardır da ondan işte...
Evet, yürek ve aşk...
Yürek ve aşk sadece insanda mı var? Yoksa çevremizi kuşatan canlı-cansız, görünen-görünmeyen her şeyde mi var? Varsa bu nasıl bir oluşum? Çocuğun, çiçeğin, böceğin, taşın, kuşun, havanın, suyun, ışığın, karanlığın gülüşünü görebildik mi? Gördük, bildik, tanıdık ise mutluyuz. Ya göremediysek, ya bilemediysek; vah ki vah bize! ..
Görmek, bilmek, yaşamak ve yaşatmak için “hamdım, piştim” demeli insan. Peki hamlıktan kurtulmak, pişmek nasıl olur? Bir yanıt da buna verilmesi gerekiyor.
“Çünkü İnsanım Ben-I-“ başlıklı şiirimde “Dışarıdan bakınca” şöyle demiştim.
“Bir mendil gibi dürdüm gökleri
Korksun Cehennem benden
Burgu burgu Ferhatça
Yardım dağları, yerleri...
Doğa, eşya, madde namına ne varsa
Cümlesine öğrettim, ezberlettim
Manâlı seherleri...
Öyle istedi canım
Çünkü ben insanım...
Ağaç yürüyebilir, koşabilir mi?
Hayvan düşebilir, ama düşünebilir mi?
Taş, toprak hissedebilir mi tehlikeyi?
Melek ağlar, kahkaha atabilir mi?
İrade benim, sınav da bana
Şah damarımdan yakınsın biliyorum
Önüme serişin yok mu koskoca evreni?
İşte bu görev,
Bu görev şımartıyor beni...
Affet, affına sığındım!
Affedeceğini sevginden anlıyorum
Maddeye kafa tutuşum aşkından
Engin hoşgörüne vurulmuşum
Senden gelir, seninle, sana varır koşum...
Bir mendil gibi dürdüm gökleri
Korksun kara Cehennem benden
Ağaç yanar, kuş vurulur, taş kırılır
Dünyanın düzeni benden sorulur.
Peygamberler, veliler, evliyâlar, erenler
Nizam, intizam vermedi mi güzellikten yana?
Ben de bir deli ozanım işte
Bu sebeple, elbette üstünüm melekten,
Çünkü insanım ben...
Çünkü insanım ben...”
Evet, biz böyle diyorduk. Peki ozanımız Muharrem Yazıcıoğlu ne diyor? O da önce soru ve sorgulamalarla konuyu açmaya çalışıyor. Tıpkı benim gibi...
“Kazdık Dediler” şiirinde, “kâmiller” in “sezdik” dediklerini siz gördünüz mü hiç? Doğrusu ben, çok aradım, ancak bir “sıfat” bulamadım. Bildiğim şu ki, bir “denge” var. Denge bozuldu mu, hastalık, zulüm, acı... Dengeyi insan bozmasın. Zira, insanda şah damarından yakın Tanrı var.” Diyor ve dediğini de bakın ne güzel mısralara diziyor?
“Gidip gördünüz mü yüce makamı?
Kaç direkle yapmış bu kâinatı?
Çok aradım bulamadım sıfatı
Kâmiller şahittir sezdik dediler.” Diyen ozanımıza göre, “seziş” yeteneğine kavuşmak için “kâmil” olmak gerekir. Öyleyse, işte tüm soruların tek yanıtı: Kâmil insan...
Yani, hamlıktan kurtulan, “olan” veya “ölmeden önce ölen” insan. İşte bizim Anadolu ozanları böyledir. Lâfı fazla uzatmadan, ağızda sakız benzeri sündürmeden, bir anda gerçeği ve sonucu haykırıverirler. Yazıcıoğlu’ da “Kâmil insan, sezen insandır” diyerek sonuca varmıyor mu?
Kâmil insan, kendini bilen insandır. Yunus’ da, Hacı Bayram’ da, Hacı Bektaş’ da; tüm yücelerimiz “kendini bilmeli” demişler. Bakın Yazıcıoğlu ne demiş?
“Dünya bir çok kere doldu boşaldı
İki koca cadde, bir büyük handı
Kendini bilmeyen yollarda kaldı
Biz de senin gibi kızdık dediler.”
Evet, “kendini bilmeyen yollarda kalır.” Binlerce cilt kitap oku, üniversite bitir istersen, “Sen kendini bilmezsen / Ya nice okumaktır? ”
Kendini bilmeyen kişi de “bilgi” sadece bir yüktür. Kof ve işe yaramaz bir yük! .. Diploma adamı adam yapmaz! Asıl olan, gönül fakültesinden, insanlık kürsüsünden diploma almaktır. Gerisi lâf ü güzaf! ..
“Taştan sağlam ve gülden nazik bir bedene” sahip olan insan, dünyada toz zerresi- bir nokta olduğunu unutur da, bir buğday yüzünden, bir dilim ekmek yüzünden canavarlaşır. Güzelliği, yüceliği, ulviliğini bir unutur ki sormayın. Ne mi yapar? Dinleyin ozanımızı:
“Dengelidir canlı cansız dünyamız
Geldik gittik Adem oldu künyemiz
Taştan gaim, gülden nazik bünyemiz
Bir buğday yüzünden azdık dediler.”
İşte bu... Bir yanda denge, düzen, masumluk, güzellik, dürüstlük, temizlik. Ortada insan... Öte yanda zulüm, zam, işkence, hortum, silâh, savaş, kan, göz yaşı... Tüp kadar mide ve o mideye girecek bir buğday tanesi, yani ekmek...
Ey ortadaki insan! Seç bakalım birinden birini!
“Eline, diline, beline” sahipsen, özetle E-D-B denen üç harfin üçünün de üç gülü oldu isen seçimin bellidir. Aksi takdirde negatifsin! Kâmil insan olamazsın vesselâm! ..
Kan, kin, nefret, öfke... Bütün bunlar yürek hastalıklarıdır. Ham insan yüreğinin mikroplarıdır. Bu mikroplar “hep ben merkezcil” yapar kişi oğlunu. Ben merkezcilik kavgayı, kavgada yarışı getirir. Maddeci, çıkarcı idarelerin ve güçlerin hakim olduğu dünya kavgada yarışa girmiştir. Ozan Yazıcıoğlu’ da;
“Bütün dünya kavga ile yarışta” der. Kavgayı geçen kavga yapmak, ölüm makinalarını çalıştırmak demektir. Oysa, insanın görevi öldürmek değil, yaşatmaktır. Savaş, atom, kan ve gözyaşı zulüm iktidarlarının oynadığı tiyatrodur. Sahne dünyadır, rejisör zulüm güçleri, figüranlar ise insanlardır. Neden? Tüp kadar mide, ceviz kadar beyin, fakat devleşmiş, azgın, zaptedilmez, “ben merkezci” bir iştiha? ! O azgın nefis sahipleri de ölmeyecekler mi? Kazık mı çakacaklar şu canına yandığım dünyaya? Yok olup gitmeyecekler mi? “Dünya bir çok kere doldu boşaldı.” Farkında değiller mi? Yoksa, Azrail’ la pazarlıkları mı var? Sorgu sual bize var, onlara yok mu?
Varsa, yanıt evetse, çaresini ozanımız söylüyor:
Diyor ki:
“Katkın olsun yapılacak barışta
Mahkemenin huzuruna varışta
Hakkı, adaleti bozduk dediler”
İşte... Diyecekleri bu... “Hakkı, adaleti bozduk! ”
Neden? Neden, ama neden? İnsan böyle olmamalı. Bozmamalı dengeyi, Hakkı, adaleti...
Çünkü, ozanımızın dediği gibi “Dengelidir canlı- cansız dünyamız.”
Dünya, yaşadığımız yer. Bakınız dünya için ne demişiz?
“- Dünyayı başına dar ederim-Dünyayı zehir,zindan ederim-Dünyayı toz pembe görme-Dünyayı haram ederim-Dünyayı gözün görmüyor-Dünyayı anlasana-Dünyaya kazık mı çakacaksın-Dünyaya gözünü kapadı-Dünyaya getirdiğin oğul değil,zulüm-Dünyaya gelmedi-Dünyasından geçti zavallı-Dünyanın yedi harikası gözlerinde gülüm-Dünyanın ucu uzundur-Dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririm sana-Dünyanın öbür ucuna gitsen gene benimsin-Dünyanın dört bucağında aradım seni-Dünyanın parasını harcadın be-Dünyalar senin oldu herhalde-Dünyadan haberin yok-Dünyadan el çekmişe benziyorsun-Dünyadan elini eteğini çekmişsin-Dünya yüzü görmeyesin-Dünya yıkılsa umurunda değil-Dünya varmış ohh be-Dünyaya açılan penceredeyim-Dünyanın kelâmını ettin-Dünya malı neye yarar-Dünya kadar yolun var-Dünya güzelim benim-Dünya gözüme zindan görünür-Dünya gözü ile göreyim dedim-Dünya görüşlü adam-Dünya görmüş insan-Dünya evine girdim-Dünya durdukça durasın-Dünya bir araya gelse inanmam-Dünya başıma yıkıldı-Dünya ahret kardeşim olsun-Dünya âlem bilsin bizi”
Ve daha binlerce deyim, atalar sözünü ekleyin buna...
Nedir bu dünyadan çektiğimiz? Şunun şurasında üç günlük misafiriz, öyle değil mi? Sıkıntı, eziyet, cefa... Hep bize mi? Bal, kaymak, baklava, huzur, neşe, kahkaha başkalarına... Ne yaptık biz? Suçumuz ne? Cennet onların, Cehennem bizim... Hayret doğrusu! ..
Ya da, nedir bu dünyanın bizden çektiği? Her şey yerli yerinde. Yedi gök, yedi yer, yedi gün... Ağaç, kuş, taş, su, ateş, toprak, hava... Her şey dengedeydi. Dengedeyken güzeldi. Bozan kim? Bozan, kantarın topunu kaçıran, teraziyi eğen insan. Havayı, denizi, doğayı kirletip yok eden, ozon tabakasını delen biz. Yetmedi, kendi neslini öldüren gene biz.
Her halde bu ikilemin arasında bekleyip kalmamalı, birinden birini seçmeliyiz. Sonuç basit, kolay. Herkes dünyadan yana olacak. Bu kesin. Yaşasın dünya! Güzel kalsın, bozulmasın! Peki insan? O acımasız, o zalim, o bozucu, o yıkan, yakan insan! Ondan yana olan yok mu?
Var elbette... Kim mi? İşte Yazıcıoğlu...
Ama bir şartla! İnsan olmalı, hamlıktan kurtulmalı ve kâmil insan olmalı. Ancak o zaman insandan yanadır ozanımız. Yoksa değil! ...
İnsan ne? İnsan kim?
İnsan, Adem yani... Yazıcıoğlu diyor ki:
“Yazıcıoğlu hiç ayrılma Ademden
Yaradan da sarhoş oldu bu demden”
İşte özün özüne geldik. Döndük, dolaştık başa geldik. Adem’e anlayacağınız...
Adem, insanlığın ilk ata’sı... Cennet’ ten elma yüzünden, Havva’ ya şiir okuyup kovulan ilk insan...
Başka?
Adem, “hiç”lik... Adem “yok”luk...
Adem “badem “olacak değil ya cancağızım? !
Adem, neden ve nasıl yaratılmıştır?
Kaynağımız elbette Kur’ an olacak.
Hak kelâmı diyor ki:
-“And’olsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve BİZ ONA ŞAH DAMARINDAN DAHA YAKINIZ.” (Kaf,16)
-“…Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4)
-“Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman…”
-“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi…” (Ahzâb, 72)
Şu halde? ...
Emanet ehline verilirse güzeldir. İnsana verilmiştir ve ehil olan insandır. Dağların, taşların, yerin, göğün korktuğu emanet yükünü insan almıştır. Çünkü insanda kendisinden yakın olan “BİR” vardır. O bir, aşktır, sevdadır. O bir HAK’ tır…
O zaman,
Aşk, bir’ de biri birlemektir. Çoğulu tekil yapmaktır. Sonsuzun sonunu değil, sonsuzu sonsuz yapan bir’ e kavuşmaktır.
“En güzel şekilde yaratılmış” insanın aşkı da, sevdası da elbette en güzeldir. “Aşk yoksa âlemde, hiçbir şey yoktur.”
Aşk, dünya ölçülerine göre ışık hızını geçip, üç boyutu aşmak, beş iç, beş dış duyuyu geride bırakmaktır. Maddeyi ışık hızından daha süratli bir şekilde yolculuğa çıkardığınızda, gözlerinizle göremiyorsanız, suç ne maddede, ne yoldadır. Suç, kusur gözlerinizdedir. Işık, saniyede 300 Bin Km yol kat eder.Maddeyi, teni, otobüsü gelin bu hızın üstüne çıkaralım. Ne olur? Bir anda gönderelim, bir anda getirelim. Mekândan haberiniz mi olur? Yazıcıoğlu’ da “Gittin, geldin habersizsin mekândan” derken, aynı şeyi söylemiyor mu? Her gidişte bir mezar kazılıyorsa “kaç sefer mezarın kazdık” diyenler de haklıdır.
Madde enerjiye, bir başka deyimle ışığa veya ışık ötesi zamana belirli hızdan sonra gerçekleşebiliyorsa; yani ışınlama yapılabiliyorsa, neden duruyoruz ki?
İşte, bunun için beyin gücüne gerek var. İnsan beyninin gücüne… İnsan dediğimiz de beyin, yürek ve dil arasına sıkışmış bir enerji katresidir, o kadar! ... “Kan pıhtısından, en güzel şekilde” yaratılmış olan insan, dünyanın en büyük enerji santralıdır, jenaratörüdür. Küçücük yüreği ve tüp kadar beyniyle, cihanı sarsan, aydınlatan veya karartan bir güce sahiptir. Herhalde “en güzel şekilde yaratılma”nın verdiği güç ve sır’ da budur.
Şimdi bu görüşlerimiz ışığında Yazıcıoğlu’ na bir bakalım. O;
“Gittin, geldin habersizsin mekândan
Kaç sefer mezarın kazdık dediler.” Diyor. Ne de güzel diyor? ! Aynen bizim gibi…
Mezar, ten için… Can’ ın mekânı nere? Can cananına gidiyor. Cananıyla buluşuyor. Öz öze, kabuk kabuğa… Sistem bu işte…
“Can” demişiz, can… Bakalım “can” için ne demişiz?
“Canla başla varım! Canımın içine sokacağım geldi. Canının derdine düştü, Canın mı yandı canım? Canını verdi bu yolda, Canımı ben sokakta mı buldum? Canımı sıkma defol! Canını dar etti mübârek, Canını çıkardı garibimin, Canını cehenneme gönderdiler, Canını bağışladım, unutma! Canını alırım haa! Canın mı acıdı? Canımdan bezdim, usandım! Canıma yetti yaptıkların! Canına yandığım dünya! Canına tükürdüğüm dünya! Canıma tak dedin! Canına mı susadın? Canına okurum, bak! Canıma minnet! Canına kıyma, n’olur! Canıma kâr etti yalnızlığım, Canıma işledi, Canıma geçti, Canına ezan okudum! Canına düşkün adam, Canıma değsin, oh! Canına acı bari! Canımın içi! Canımı sokakta bulmadım! Canım desem, canın çıksın diyor, Canım, ciğerimsin, Can-ı yürekten destekliyorum, Canı yok mu bu gâribin? Canı yerine geldi, şükür! Canım yanıyor, canım! Canı tez adamsın! Canın tatlı mı senin? Canım sıkıldı! Canım gibi seviyorum, Canı sağ olsun, Canı pek adam, Canı isterse, Canı ile oynuyor, Canı gönülden, Canı yürekten, Canım gitti be! Canım gelip gitti! Canı çıksın o’nun! Canım çekti, ne yapayım? Canı çekildi ayağımın, Canı Cehenneme! Canım burnumda birader! Canı ağzına geldi, Candan geçti, Cana yakın insan, Cana kıymak insanlık değildir, Canıma can kattı, Can yoldaşım benim, Canımı yakıyorsun, Can veriyor dost uğruna, Canımı sıkıyorsun, Can sıkıntısından patlayacağım! Can sıkıcı havadisler, Can sağlığı versin Hak! Can pazarıydı o gün, Can pahasına yola çıktık, Can kurtaran yok mu? Can kurban sana, Can kulağı ile dinle beni, Can kaygısına düşme! Canı kalmadı o’nun! Can havli ile bağırdı, Can geldi, canlandı, Can feda, can kurban sana, Can evimden vurdun beni, Can eriğimsin benim, Can düşmanı o adam, Can düşmanı o adam! Can dostu böyle olur! Canımın direğisin! Can dayanmaz buna! Can damarıma basma! Can çekişen karıncayım ben, Can cümleden aziz gelir, Can ciğer kuzu sarması, Can borcumu ödemeliyim, Can cana, baş başa, Can boğazdan gelir, Canını beliyorsun! Can, baş üstüne, Can atıyorsun! Can alıp veriyordu! Can alacak nokta burası! Can acısı ile ağzını açtı, Can tende misafir.”
Bu kadar mı? Elbette değil! ...
“Can” kelimesi üzerine özellikle Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli yolunda bulunan insanlardan milyonlarca cümle, veciz söz, atasözü bulabilirsiniz. Yunus Emre ve Mevlâna dahil cümle ışık insanlarda süper cümleler bulabilirsiniz. Vaktim olsa, kalemim işlese sadece CAN üzre bir kitap yazardım. Ama olmadı, ne yapayım? Ya da vakti iyi kullanamadım da ondan.
Can kimde var? Canlı da… Adem’de… Adem yokluk… Çünkü can misafir Adem’de… Can varsa Adem var, can yoksa Adem zaten yok… Yokluktan geldi, yokluğa gitti Adem… Adem kim? “Kan pıhtısından, en güzel şekilde yaratılmış vekil…”
Madem öyle, madem vekil, emânete sahip çıkacak o… Dağın taşın, kuşun, ağacın yüklenemediği yükü sırtlayan o… En güzel yaratılan da o… O zaman geriye ne kalıyor? Adem’i beklemek… Adem sözünde duracak mı, durmayacak mı?
Ya sözünde durmaz ise? ’i beklemek… Adem sözünde duracak mı, durmayacak mı?
Ya sözünde durmaz ise? Ya, üstüne üstlük Adem, Adem’e saldırır, yok etmek isterse? Adem Adem’e dost olmalı, düşman değil! .. Adem’de emânet var… Hak var…
O zaman, bunu gören Yazıcıoğlu diyor ki;
“Yerin altında” şiirinde;
“………………………………………………
Hak, Adem’de dedim insana taptım” diyor… Adem’de hem âlem var, hemde Hak… Adem’in kendisi alem, kendisi Hak…
İnsanoğlu tapınmak istiyorsa, Hakk’a tapmalı ve ona sığınmalı! .. Hak nerde? İnsanda… Diyordu ya “Şah damarınızdan daha yakınım “ diye…
İnsan… Evet insan…
Her şey insanda, her şey insana…
İnsan vardır, insan içine çıkamaz. İnsan insanın aynasıdır. O aynaya bakmaya gücü, mecali yoktur. İnsan vardır, insanların başında, ama. Kendi masasının ve kasasının kaygısındadır. Böylesi değil baş, Başbakan da olsa neye yarar? İnsanın ıssız bir adada, tek başına yaşaması olanaksızdır. Konu komşu, hısım akraba, oğul, kız, kızan, eş, amca, amir, müdür, hizmetçi vb…çoğalt çoğaltabildiğin kadar. Ancak, bütün bunlar arasında birlik-barış ve sevgi varsa, umut devamlı yeşerir. Birlik-barış-sevgi yoksa, baba oğulla, karı koca ile dahi kavgalı hale gelir. O zaman da hayat-dünya çekilmez olur.
İnsan… İnsan nasıl bir varlık?
“Kur’an insanın varlık yapısında iki alanın birleştiğini, bunlardan birinin “ölüm alanı” yani beden, diğerinin ise ikinci olan yani ölümsüz olan, ruh (tin) olduğunu vurgular. Dinsel literatürde bu iki alanı ifade için birçok terimler kullanılmıştır. Bunların bir kısmı simgeseldir. Aslında insan evrenin bir parçasıdır, cüzidir.Ölümlü-ölümsüz-beşeri-ilâhi, fenomen-numen, kalp-göz vs. gibi.
Mutasavvıflar ise, bu ayrımı, ikiliği şöyle ifade ederler:
-Nasut-Lahut (Hallacı Mansur)
-Şekli-Asli
-Heykel-Ruh (Cüneydi Bağdadi)
-Kalp-Göz gibi…
Demek ki; insanda, biri evrimin konusu olan, insanın diğer varlıklarla ortak yanını oluşturan “Beden alanı” ile diğeri yalnız insana özgü bir de “madde üstü alanı” mevcuttur. Bu ikinci alan Alman düşünürü Max Scheler tarafından “Geist” olarak nitelendirilen bir alandır. Buna vecd ve istiğrak alanı da denilir.
Özetle, insanın bir obje olan yanı; birde obje olmayan-arasyonel-alojik yanı vardır. İnsan ikinci yanıyla diğer varlıkların üzerine yükselir, onlardan ayrılır. Türk tasavvufuna göre “insan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.” Bu yönüyle yücedir, diğer yönüyle de lâboratuar konusudur, fizikidir, nesneldir, ölümcüldür.
Ünlü Romen araştırmacı Eliade, tüm dinler tarihini göz önünde tutarak evren açısından görünen yön ve görünmeyen yön kutsallık ayrımı ile bu olguyu açıklamaya çalışır, düşüncesini çeşitli yönlerden incelerken;
“Dindar insanlara göre doğa hiçbir zaman “doğal” olmayıp, her zaman dinsel bir değer yüklüdür. Evren Tanrısal bir yaratıdır.Tanrılar, Dünya’nın yapısında ve kozmik olgularda kutsalın çeşitli tarzlarını tezahür ettirmişlerdir. Dünya kendini öyle bir biçimde ortaya koymaktadır ki, dindar insan, onu seyrederken kutsalın ve buna bağlı olarak, Varlık’ın çeşitli tarzlarını keşfetmektedir. Evren bütünlüğü itibariyle, aynı anda hem varlık, hem de Kutsallık değişmelerini keşfetmektedir. Varlığın zuhuru ile kutsalın zuhuru birbirlerine kavuşmaktadır.” Bu saptama doğruluk içermektedir.
Öyleyse evren nedir? Tasavvufçulara göre; gizlerle dolu, bilinmeyeni bilinenden çok olan evren, Hakk’ın meydana vuruşu, ortaya çıkışıdır. Evren O’nun vücudunda ortaya çıkar. Tüm nitelikleriyle oluşup görünür. Bunun için bütün yaratıklar diridir, oluş ve hareket halindedir. Hepsi de Tanrı’yı tespih ederler. Öyleyse evren “Macro Cosmos”tur. Evrendeki kutsallık, insandaki kutsallıkla birleşerek “Varlığın tekliği” olgusunda bu gerçeği vurgulayıp “NE VARSA ALEMDE, ÖRNEĞİ VAR ADEM’DE” tümcesindeki özde macro cosmos ile micro cosmos’u özdeşleştiren bir yapı ve içerik kazanarak “hatt-ı istiva”sına, tüm düzenin dengesine insanı “ Tanrı halifesi” olarak oturtan gizemci bir felsefenin doğuşuna neden olur.
Evrenin gizlerini kendi varlığında, özünde keşfeden insan, Tanrı için bir ayna olduğunu düşünmeye başlar. Sorumluluk sınırları içinde kendini bilmekten yola çıkan insan, karşımıza nefsini bilerek, benliğini yok ederek, arınmış olarak gelir. İnsan bu haliyle Evreni ve evrende Tanrı’yı fark etmenin doyumsuz “zevkini” yaşar, bunu varlığının her yerinde, özellikle de gönlünde duyar. Bu insanın “ön yargılarını” yok ederek “zannını” yok ederek, tarafsız bakışa varma olgusu olarak belirir. Simgelerin türküleri hep bu alanda duyulur. Her şey bir yansımadır.”(*)
Tasavvuf düşüncesinin temeli “Tanrı-insan-evren”dir. Bu temeli oluştururken insan daha ilk evrede “Vahdet-i vücut” anlayışını izleyerek “Vahdet-i mevcut” kavramına ulaşır ve “her şeyin Allah’ın adlarından birinin tecellisi, mahzarı olduğu” tanısıyla eline verilen ”ayna içinde” karşılıklı konmuş yokluk aynasına bakan bir varlık olduğunu görür.
(*) ÖZMEN, İsmail; Simgeler Kenti Bektaşilik, Syf:46 Ankara, 2000
Bu karşılıklı aynaların ortadaki varlığın sonsuzca görüntülerini verdiğini sezinlerken, ortadaki varlığın, aynaların önünden çekilmesiyle aynaların BOMBOŞ kalacağını, yalın mantık kurallarıyla kavrar. Boş aynaları kırmak, parçalamak ister.Bunu somut olarak gösterebilmek için dönen karşılıklı aynaların ortasına bir MUM koyar, böylece aynalardan yansıyan pek çok mum görüntüsü oluşturur. Ancak, yine ortadaki somut varlık olan mumu kaldırdığında görüntülerin yok olduğunu saptayarak, mevcut olan her şeyin “O” yani TANRI olduğuna, özetle var olanın “O” olduğuna karar verir. İnsan durup durup düşünür ve “Tanrı’dan başka mevcut yoktur” (La mevcudu illAllah) der. “varlık tektir, birdir” kuralını kabul eder. O’na ulaşmanın yollarını arar, uzun aramalardan sonra, türlü aşama ve evrelerden geçerek gönlündeki (usundaki) bitmez tükenmez kaynağa ulaşır. Bu kutsal ve ölümsüz kaynağın adı aşktır, sevgidir. Bunu derinden görüp denize dalar. Böylece insanın metafizik ve psişik serüveni başlamış olur. O var oldukça da bu olgu sürecektir, kesintisi hiç düşünülemez.
Öyleyse aşk nedir?
Bu serüvenli aramaya başlayan insan aslında kendi içinde dönüp durmaktadır. Sonunda aradığını kendinde bulur. Bu aşk’tır, sevgilidir…(**)
Ozanımız Muharrem Yazıcıoğlu, aşk’ı-sevgiyi çok ileri, doruk noktalara çıkarmış bir ozanımızdır. Hatta diyebilirim ki, kimi dizeleri, Halllac’a “enel Hak” dediğinde derisini yüzdüren söylem biçimine yakın ve bazen de o söylemi geçmektedir.
Aşk ve sevgisiz hiç bir şey olmaz.
(**) ÖZMEN, İsmail; a.g.e., Syf:43-44
Aşk ateşi yakıcı ve kavurucudur. Pervanenin muma koşuşu neyse, aşığın sevgili’ye koşması da odur. Ölümüne, yanmaya ve yok olmaya yapılan koşu işte… Akıl tüccarının, iflas topu attığı an aşkın başlangıç anıdır. Duygu gelir, akıl gider…
Aşkın mayası sevgidir, hoşgörüdür, birliktir. Aşkın tersi kin’dir. Aşk kini,- nefreti siler, kara bulutları süpürür. Aşkın yuvası, mekânı yürek; komutanı ise gönüldür.
Sönük, cılız aşk olmaz. Hele ateşsiz asla! Ona aşk denmez. O posadır. Ateşli aşk ezelden ebede uzanır. Ölümsüzlüğe talip olan ateşli aşkı yaşar.
İşte Yazıcıoğlu’da bakınız ne diyor? :
“Gerekir” şiirinde;
“Aşkı olmayanın ateşi olmaz
Ateşi olmayan asla yol almaz”
Evet, yol almak, mesafeleri kat etmek, engelleri ve ufukları aşmak isteyenin aşk ateşi yüksektir. O ateşi maddi hiçbir “termometre” ölçemez. Ölçmeye kalkan termometre paramparça olur.
Zamanı yenen tek olgu aşktır. İnsan ölür, ama aşkı ölümsüzdür. Ölüyü aşkı yaşatır. Aşk hamuru sevgi ile mayalanır. Sevgi insana çok şey katar. Seherde bülbülün ötüşü de güle olan aşkındandır.
Nitekim Yazıcıoğlu’da;
Aynı şiirinde;
“Aşkın mayasında sevgi yatıyor
Sevgi insanlara neler katıyor?
Seherde bülbül de aşkla ötüyor
………………………………….” Diyerek, tezimizi doğrulamaktadır. Kâinat aşk üzre meydana gelmiştir.İçindeki varlıklarda aynı tutkuyla canlılıklarını ve varlıklarını sürdürürler. Aşkın bittiği noktada varlık sıfırlanıverir… Bu yüzden, aşkı olmayan ölü demektir.
Yazıcıoğlu, aşk elinden yanmasına yanar ama, kimi zaman da başkalarının aşkına olan hayranlığını gizleyemez. Başkalarının ulvi-yüce-güzel aşkları o’na feyiz verir.
Ve der ki;
Gene aynı şiirinde;
“Yazıcıoğlu aşk elinden yanarım
Aşk olandan feyiz alır kanarım
Aşkı olmayanı ölü sanırım,
………………………………” diyerek, aşksız canlının yaşayamayacağını vurgular.
Madem ki bizi var eden Hak’tır ve o bizdedir. O bize bizden yakın ve en iyi DOST’tur. O DOST’u sevmek, O’na aşık olmak en güzeli değil mi?
Ölmeyecek bir DOST’u, sönmeyecek bir aşkla sevmek gerek. Arayıp bulmak için, uzun gayretlere ihtiyaç yok. O DOST’un kendisi zaten İNSAN’dayım demiyor mu? O zaman insana bakmak, insanı sevmek DOST’u sevmektir.
İnsan insanı seviyorsa, insanı insandan seçip ayırt edemez.
Nitekim, ozanımız Yazıcıoğlu’da benim gibi düşünerek,
“Makamın yoktur” şiirinde;
“Yazıcıoğlu Hak ademde kaçamam
İnsanları birbirinden seçemem” demiş.
İnsanlar arasında ayırım-seçim yapmak, hattâ birini diğerine üstün tutmak yanlış olsa gerek. Kim diyebilir ki, şu daldaki meyve olgunlaşmayacak? Su varsa ıslatır. Güneş varsa ışıtır. Ağaç varsa, yaprağı, dalı, budağı, çiçeği olur. Ağaçları çılgın kibrit aleviyle ağlatanlara yazıklar olsun! ..
Bu oluş, bu her saniye diriliş, bu denge, bu güzel düzeni bozmamalı, onun nabız atışlarında kendimizi bulmalıyız. Kendimizde o evrenin-doğa’nın, o aşkın bir parçasıyız. Neden, kendi kendimize düşmanlık?
Düşmanlığı ancak cahiller yapar. Köre güneşin ışık faydası ne ki? Kör göremiyorsa suç ışığın değil. Birlik halkasından kopan paslı bir teneke olur.
Yazıcıoğlu’da,
“Yunus sendedir” şiirinde;
“……………………………..
Birimiz hepimiz, hepimiz birdir
Hak insanda insan hakta bir sırdır
Cahil görmezse can gözü kördür
……………………………….” Demekte. Can gözü kör olana ne anlatsan nafile! .. Göz kör oldu mu, kulak sağır, el ve ayak ta kötürüm olup çıkar.
“Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” olgusu toplumcu bir düşünüş biçimidir. Bireyci, menfaatçi ve kişisel çıkarcılığı öne alan anlayışa karşı bir anlayışın özlü sözüdür. Ozan Muharrem Yazıcıoğlu, bütün ömrü boyunca içinde yaşadığı toplumun daha iyi olması için çırpınmış bir şairdir. Toplum dokusuna musallat olan ve dünyayı insanlara yaşanmaz kılan uygulamalara ve anlayışlara karşı çıkmış, insanları birliğe ve uyanışa davet etmiştir. Bu davetlerinde çoğu kez saldırgan olmuş, kırmış, vurmuş, darmadağın etmiştir. Meselâ, bir iktidarın zam sağanağı mı var, parası olmadığı için insanlar hastahanelere alınmıyor mu, anarşi ve terör yüzünden gençlerimiz ölüyor ve öldürülüyorlar mı, ormanlarımız yakılıyor ve orman varlığımız talan mı ediliyor? Yazıcıoğlu’nu susturamazsınız. Halk ozanlığının verdiği dilini kırbaç gibi kullanır. Bana göre ozanımız, toplumun bu rahatsızlıklarına daha çok parmak basmış, kavgalar vermiş; bu esnada da “derin-tasavvufi” duyuşlarını gölgede bırakmıştır. Keşke onlara daha fazla vakit ayırmasaydı da, tasavvufi-felsefi şiirlere daha çok önem verseydi…
Toplumun içinde bulunduğu çalkantılar ozanımızı derinden etkilemiştir.Ülkemiz kamuoyunda oluşan mezhep, sağ-sol çatışmaları onun yüreğini kanatmıştır. Yıllar önce “sen alevisin” diyerek çocuğunun cenazesinde görev yapmayanları anımsadıkça, insanlık adına kahrolmuştur.
Bu nedenle de “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” derken de haksızlıklara çelik yumruğunu vurmuş, ayrılıkları asla kabul etmemiştir. Hele hele kendisine mezhebini soranlara adetâ isyân ederek haykırmıştır. “Peygamber’imizin, Hazreti Ali’nin mezhebi mi vardı? ” diye sorarak, kör gözleri ve sağır kulakları açmaya çalışmıştır.
Din’in bir mantık işi olduğunu, mezhep ayrılığının olmaması gerektiğini vurgulayan birçok şiirinden birisi olan “Mezhebimi Sorarlar” şiirinde;
“Nere gitsem mezhebimi sorarlar
İllâ insanlara mezhep mi lâzım?
Cennet ümidiyle kendin yorarlar
İllâ insanlara mezhep mi lazım?
Muhammet Ali’de mezhep mi vardır?
Bilmediğin için yerlerin dardır,
Ben İslâm’ım dese yine de kördür
İllâ insanlara mezhep mi lâzım?
……………………………………..
Yazıcıoğlu Muhammet’te mezhepsiz
Mezhebi olmayan insan hesapsız
Din mantıktan geçer be hey insafsız
İllâ insanlara mezhep mi lâzım? ” Diye seslenmiş ve topluma yön göstermeye çalışmıştır.
Cenneti istemeyen ki Yunus’ta “Cennet cennet dedikleri/Birkaç huri, birkaç gılman / İsteyene sen ver onu / Bana seni gerek seni/” mısralarıyla dile getirdiği düşünceyi ozanımız da bir çok şiirinde bıkmadan işlemiştir.
Nitekim, “Gidiyorum” şiirinde; ozanımız Yazıcıoğlu
“Bindim ecelin atına
Çıksam da arşın katına
Rest çekmişim cennetine
Dert topladım gidiyorum.” Dizeleriyle de
Cenneti istemeyen, ona “rest çeken” bir yürek, elbette cehenneme de kafa tutar. Korkmaz cehennemden.
Ahmet Yesevi, Hallacı Mansur, Nesimi, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Hacı Bektaşi Veli çizgisinin keskin dilli bir ozanıdır Yazıcıoğlu… Aynı halkanın ucuna, ikibinli yılların sorunlarıyla kıvranan topluma ve bireylerine bağıra-çağıra eklenmiştir.”Ölürsem de yaşarım” deyişinin altında yatan da işte bu gerçektir.
Bakınız, ozanımız ölümsüzlüğe talip bir ozan olarak kaleme aldığı birçok şiirlerinden birisi olan “Ne çıkar” şiirinde;
Yazıcıoğlu ölürsem de yaşarım
Cehennemden korkanlara şaşarım
……………………………………….” Demektedir Diğer şiirlerinden birkaç örnek daha verelim:
“Üzülmez misin? ” şiirinin bir kıtasında;
“Bu düzeni çıkarına kullanır
Tesbihle, takke ile boşa sallanır
Sen olsan öldüğüne üzülmez misin? ”
“Şikayet” şiirinden bir dörtlük:
“Gelen yok, gören yok, Cehennem varmış,
Köprü ince, kaynar kazanın darmış,
Huriler Cennette kudretten yermiş,
Yiğidisen mahkemeye gelesin.
*
“Cehennemden korkma”
Cennet bekleme “ şiiri:
“Asırlardır düzen dinle korkuttu,
Cehennemden korkma, Cennet bekleme.
Gerçek bilim dünyayı uyandırdı
Cehennemden korkma, Cennet bekleme.
Cehaletle yalanlara inandık,
On iki ay oruçlu Cennet’e kandık
Sömürü elinde oyuncak olduk
Cehennemden korkma, Cennet bekleme.
Dinde uydurmayı okuduk artık,
Şükür diyenlerin hep üstü yırtık,
Kâbe sıvasız duvar siyahla örttük,
Cehennemden korkma, Cennet bekleme.
Cennet rahat ise zengine versin,
Cehennem zor ise zalimler girsin,
Halkı seviyorsa eşitlik gelsin,
Cehennemden korkma, Cennet bekleme.
Yazıcıoğlu kandırmadan vaz geçin,
Cehennemden korkmam yoktur ki suçum,
İlim gerçeğinden bir tas su için
Cehennemden korkma, Cennet bekleme.”
Bugün din adına Cennet’ten tapu vaat edenlerin ve dini siyasete alet edenlerin amansız düşmanı olan ozanımız, “kafayı cennetle bozanların dünyada kör ve sağır” olarak gezdiklerini belirtir. Kur’an’da din ve dini duygular üzerinden çıkar elde edenler şiddetle kınanmaktadır. İnsanlığa, insan olmanın erdemine yakışmayan, Cennet alıp Cennet satanların vay haline! ..
Muharrem Yazıcıoğlu işte böylesi kişiler için;
“Gezer Dünyada” şiirinde;
“Yazısını Tanrı yazmış
Kafayı cennetle bozmuş
Sanki birkaç gitmiş, gelmiş
Kör, sağır gezer dünyada” diye seslenmiş. Cennet öbür dünyada mutluluğumuz içinse, bu dünyada neden insanlara cehennem azabı çektiriyoruz? İnsanı hor gören, küçümseyen, onu sömüren, onu inançlarından veya inançsızlığından ötürü yargılayıp zulmeden, şekli-şemaline göre hüküm biçen, bölen, ayıran, ezen, yok eden düşünce insâni bir düşünce olabilir mi? İnsâni düşünce, faydalı, güzel, yaşatmacı temellere dayanır.
Aşk… Delicesine, kara sevda… Dil otobüsünün frenlerini patlatan tutku… Zamanı-mekânı aştıran, gönül ovalarında şaha kaldıran deli tay…
Zincirleri koparan, kelepçeleri eriten, demir parmaklıkları un-ufak eden efsunkar bir güç… o güç insanda. O güç kutsal…
Aşksız insan, renksiz, kokusuz, yapraksız ağaç gibi. Aşksız insan”yavan”dır. Aşktır yaşatan. Aşksızlık taş kesilmişliktir.
Aşkı olan, doğaya, insana hoşça bakar. İçinde çağıldayan aşk ırmağının kenarındaki söğüt gibi eğilir insana… Hamlıktan kurtuluş, oluş, biliş, buluş, duyuş aşk iledir.
Aşık, aşkında daha ileri giderse, ona “deli”-“divane” diyenler çıkabilir. Çünkü gerçeği yürek aynasında aşkı sayesinde görmüştür de ondan. İşte Yazıcıoğlu’nun bu düşüncelerimizi doğrulayan görüşleri:
“Sende Buldum” şiirinde;
“Aşk olmayan yavan olur
Aşkı alana ayan olur
Onu deli sayan olur
Ben Tanrı’yı sende buldum.
……………………………….
Yazıcıoğlu aşktır Allah
Kaşları yazar Bismillah
Cemali sanki Beytullah
Ben Tanrı’yı sende buldum” diyerek, insanı-evreni-Tanrı’yı ve aşkı dile getirmiştir ozanımız.
Aşk, beşerden Yüce’ye doğru akar. Leyla-Mecnun ve Ferhat-Şirin aşkları da öyledir. Bizim aşklarımız neden aynı doğrultuda akmasın? Aşkta samimiysek bu böyle, doğru yönde gelişir, serpilir…
Şiirin asıl görevi de bu aşkı yansıtmaktır. Aşk ne kadar büyükse, onu dile getiren şiir de büyüktür. Büyük şiir de sevenleri ölümsüz yapar ve gelecek yüzyıllara taşır…
Aradan nice asırlar geçtiği halde, isimleri halâ milletin gönlünde bayrak bayrak dalgalanmasının aslı da, aşklarındaki samimiyet ve yüceliktir…
Çok seven insan, her nereye baksa sevdiğini görür. İçi bayram yerine dönenin, dışı da pozitif enerjiyle sarılır ve böylece herkesle, her şeyle “barış” halinde bulunur. Zira, her varlıkta sevgili vardır.
“Ölürüm” şiirinde Yazıcıoğlu;
“Yazıcıoğlu aşkınan var
Aşk olmazsa dünyası dar
Anlamayan bir bakar kör
Aşkım giderse ölürüm…” der.
Ozanımız, sevgiliyi aramış ve o yüce sevgiliyi, yani Tanrı’yı insanda bulmuştur. “Bir gönüle giremedim ne çare” başlıklı şiirinde bunu bir başka deyimle “Tanrı’yı ararken insanı buldum” mısrası ile açıkça ifade etmiştir.
Yazıcıoğlu’da tüm Alevi-Bektaşi ozanları gibi “Hurufilik”’ten etkilenmiştir. Sevgiliyi ararken insanı bulması ve insanın “kaşlarının Bismillah” “Cemalinin de Beytullah” yazdığını söylemesi bunun bir örneğidir. Yalnız Yazıcıoğlu, bu insan-Tanrı ve doğa çizgisini şiirleriyle çok ileri noktalara taşımış, kimilerine göre bardağından taşmış, coşkun bir ozandır. Bana göre o bir Ateist bir ozan değil, aksine, dinin özünü, güzelliğini, ballar balını bulup koskoca bir ömür boyunca bıkmadan-bezmeden çalıp, söylemiş ve yazmış, inançlı bir ozandır. Taşkınlığı aşkının yüceliğinden geliyor.
Peki, Hurufilik nedir?
Alevi-Bektaşilik, Tevrat yorumlu bir öğreti olan “Hurufiliği”de kendi içinde eritmiştir. Erirken de Alevi-Bektaşiliği etkilemiştir.
Hurufilik, “harf ve rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli ilişkiler kurulması olgusuna dayanır. İnsan evrenin özetidir. Bu nedenle yüzü hakikatin aynası sayılır. İnsanın yüzünde doğuştan gelen 7 çizgi (hutut-u ebiye) yedi göğü, yine insanın yüzünde sonradan oluşan 7 çizgi (hutut-u ümmiye) yeri temsil eder. Bu 14 çizgiyle bu çizgilerin insan yüzünde bulundukları 14 yerin toplamı 28’dir. 28 harf Tanrı’yı gösterir. O insanda görülen ve konuşan Tanrı’dır.” (A) “…… Tanrı kendini insanın yüzünde görünür kılmıştır. İnsanı ayıran da sözdür (kelam) . Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan yüzündeki burun (elif) , burnun iki yanı (lam) , gözler de (he) harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki (Allah) sözcüğü bulunur.” (B)
(A,B) : ÖZMEN, İsmail; a.g.e, Syf:83-84
Hurufilik ve öteki “akım”lar hep aşk’tan, aşkın yorumundan, arayıştan çıkmıştır. Aşk her şeye kadirdir…
Muharrem Yazıcıoğlu,
“Sendedir” şiirinde;
“Ay ile güneşin, baharın, kışın
Alemde topladın aynıdır eşin
Daima değişir cilvedir işin
Aşkımdan içilen dolu sendedir” diyerek, aşıklık geleneğimizde ki “Bade-Dolu içme” olgusunu vurgulamakta ve o doluyu aşk elinden içtiğini ortaya koyar. Aşk badesi içeni tutamazsınız. Dur, durak bilmez. Mevlana’ya göre o dolu “şarap”tır.
Mevlana diyor ki: “Sevgilinin küpünden bir erlik kadehi doldurdum mu, iki dünyayı da, gizli alemi de tümden, işten-güçten alıkorum. Dağın ardından çıkarım, aşk bayrağını yükseltirim. Granit kayaların, mermer taşların gönüllerinden ikrar soluğu çıkartırım. Sen kuyunun dibinden birini ancak yüz yılda çıkarabilirsin. Fakat ben öyle bir divaneyim ki onu tutar, birdenbire çeker çıkartıveririm.O yüce dağın beline aşk kemerini bir bağladım mı, münafığın belindeki zünnarın ucunu tutar, söküveririm.
Bana karşı bende yoktur, biz de… Başsız ayaksız yokluğum ben… Sevgiliden baş çıkarıp görüneyim diye başımdan da vazgeçtim, gönlümden de…
…………………………………………………………
Hele bir soluk susayım da aşk şarabını içeyim; savaş zırhını giyeyim de safları yarayım, orduyu kırıp geçireyim.” ©
Evet Mevlâna böyle derken, Yunus Emre’mizde
“Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevla’m seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevla’m seni” dememiş mi? Demiş…Yazıcıoğlu’ da “ay, güneş, bahar, kış” ve devamlı değişen “kutlu cilve” de aşkı görmüş ve bilmiştir. Ama, merkezde değişmeyen “insan” vardır.
“Körler Tanrı’yı arıyorlar
Tabiat Tanrı’yla dolu” derken de ozanımızı iyi anlamak ve onun felsefi yanını, tasavvufi hareket noktasını iyi bilmek gerekir. Dar, sığ ve taşlıkta ummanın türküsünü duyanlar ile, ummanın içine dalmış olanlar hiçbir olur mu? Ufku, ufkun ötesini göremeyen göz, kendini keşfedemiyor, göremiyorsa neye yarar ki?
© : ŞAFAK, Yakup; Hz.Mevlâna’nın Eserleri-1-Divan-ı Kebir’den seçmeler,
Konya B.Şehir Belediyesi yayın no:36, Syf:126, KONYA, 2000
Koca ozan şiirinin son kıtasında
“Yazıcıoğlu bir hoşum ben,
Bazen olur bomboşum ben,
Tabiatla sarhoşum ben,
Tabiat Tanrı’yla dolu…”
Yani, “Tanrı aşkıyla sarhoşum” demiyor mu? Daha başka ne desin? Anlamayana ne diyelim? ! Dedik ya, Tanrı’yla “senli-benli” olan, o’nu ve insanı çok seven ozan,bir yerde ”naz” ını, serzenişini de söyleyiverir,
“Görmedim” Şiiri şöyle;
“Dinle mezhep icat olanlar beri
Tanrı sende eşitliği görmedim.
Zalimi korudun, mazluma vurdun
Tanrı sende eşitliği görmedim.
Vakit oldu hacı hoca yerine,
Bir altına cennet sattı birine,
Oruç – namaz korkutursun yarına
Tanrı sende eşitliği görmedim.
Bunu icat eden akıllı senden,
Korkutup ibadet istedin benden,
Kıstın kısmetimi, usandım candan
Tanrı sende eşitliği görmedim
Yazıcıoğlu tabiatla birlikte,
Tanrı ile kavgalıyım dirlikte
Senin için sürünen çok körlükte
Tanrı sende eşitliği görmedim.”
Şimdi burada bir duralım ve Alevi-Bektaşi ozanlarından Yazıcıoğlu’na benzeyenlere bir göz atalım ve kaynaklara baş vuralım:
“Alevi-Bektaşilerdeki Tanrı yorumu, Tanrı anlayışı, Tanrı tanımamazlık olarak düşünülemez, çünkü (…..) Tanrı’nın niteliklerine, belli tanımına karşı çıkılmadan evrendeki, doğadaki bazı çarpıklıklara, yanlışlara, haksızlıklara değinilerek yakınmalar, eleştiriler yapılmaktadır. Bu Tanrı’yı ozanın kendi yaşamlarına göre yorumlama, insan değerleriyle nitelendirme ve insan olarak görmeden kaynaklanan bir durumdur. Güçlü, kahredici, korkutucu, asık yüzlü, cezacı bir Tanrı portresi, Alevi-Bektaşi düşüncesinde yer almaz, yerini sevecen, gülümseyen, yardım eden, seven, hakkı koruyan, temel gücü can verme, yaratma ve diriltme olan, ama biraz da ihmalkâr davranan, hoşgörülü, bağışlayıcı, rahman, rahim, adil bir portreye bırakır. İşte bu ozanlar böyle bir Tanrı ile senli-benli olmaktan mutluluk, güven, sevgi, saygı ve onur duyarlar. Aslında çizilen tablo birazcık da bilge bir alevi babasının resmine benzemektedir dersek gerçeğe daha çok yaklaşmış oluruz.
13. Yüzyılda Yunus Emre Tanrı’ya
“Ben bana zulmeyledim ettim günah
Neyledim, n’ettim sana ey padişah”
Ya da
“Sen ezelden beri asi yazasın
Toldurasın aleme avazesin”
Yahut,
“Rızkunu yiyup seni aç mı kodum
Ya yiyüp öynüni muhtaç mı kodum?
Kıl gibi köprü gerersin geç deyu
Gel seni sen tuzağımdan seç deyu
Kıl gibi köprüden adem mi geçer?
Ya düşer ya tayanır yahut uçar”
Diye seslenirken yine 14.yüzyılda yaşamış ünlü Bektaşi ozanı Kaygusuz Abdal Tanrı’ya;
“Yücelerden yüce gördüm
Erbabsın sen koca Tanrı
Alem okur kelam ile
Sen okursun hece Tanrı
Asi kullar yaratmışsın
Varsın şöyle dursun deyu
Onları koymuş orada
Sen çıkmışsın uca Tanrı
Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsin kullar geçsun deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı”
Diyerek içindeki köklü direnişini, gizli başkaldırıyı severek eleştirmeyi, düşüncelere beleyerek incelemeyi, soru sorarak araştırmayı içtenlikle yansıtır. Örnekleri çoğaltmak mümkün; Seyyid Nesimi (14.y.y.) Hurufiliğin kurucusu Fazlullah ile kendi kişiliğinde simgeleştirdiği, prototip olarak lanse ettiği insan-ı kâmilde, Tanrı’nın veya Tanrı niteliklerinin somutlaştığını; Tanrı’ya benzediğini, Tanrı olduğunu söylediği için derisi yüzülerek Halep’te öldürülmüş, yine piri, kayın babası Fazlullah Hurufi’nin de aynı Batıni felsefeyi savunduğu, Hallac-ı Mansur’un yolunda gittiği için öldürüldüğünü hepimiz biliyoruz. Adları anılan bu üç kişinin de varlık birliğini savundukları, Tanrı-evren-insan-doğa birliği düşüncesini benimsedikleri için koyu ve katı şeriatın kurbanı oldukları, öldürüldükleri anlaşılmaktadır.
Ayrıca, 15.yüzyılda yaşayan Sururi 16. yüzyılda yaşayan Yemini, Haydari, Kelami, Kalender Çelebi, Usuli ve Virani gibi Alevi-Bektaşi ozanları insanda Tanrı niteliklerinin bulunduğunu, Tanrı’nın insanda göründüğünü söylerler, hattâ bunlardan Virani gibi büyük bir ozan Hz.Ali’nin Tanrı olduğunu iddia ederse de bu sav Tanrı’nın yadsınması anlamına alınmamalıdır. Tanrı’yı çok sevdiği bir insanda görme amacına yönelik bir davranış şeklinde görülüp kabul edilmelidir. Bütün bu güzellikler, düşünceler Alevi-Bektaşi şiirlerinde dile getirilmişlerdir. Bunlar ve benzerleri varlık birliği felsefesini savunmuşlar, koyu ve kuralcı şeriata karşı çıkmışlardır. Kazak Abdal, Misali, Muhyettin Abdal, Pir Sultan, Hatayi, Azmi, Behlül Dane, Oğlanlar Şeyhi İbrahim, Bosnalı Vahdeti, Teslim Abdal, Arşi, Koyunoğlu, Şemimi, Şiri gibi bir çok Alevi-Bektaşi ozanı bu konuda islâmi düşünceye, özellikle de şeriat kurallarına ters düşen, iğneleyen, eleştiren, karalayan şiirler yazmışlardır.”(***)
(***) ÖZMEN, a.g.e, syf: 375-376
Ozanımız Muharrem Yazıcıoğlu, sır’ı çözmüş, bilmiş ve keşfetmiş ya, işte o buluşun adeta zevkini çıkarır. Çoğu şiirlerinde bu buluşu haykırır.
Korkuyla değil, içten-candan- samimi bir sevgiyle bezenmiş saygıyla Tanrı’ya yaklaşır ve senli-benli oluverir. Başlar konuşmaya.
“Kulak Sağır” şiirinde;
“ Be heey gafil Tanrı sende
Ne ararsın orda, burada?
………………………………” deyişi de o ve ardından da “Saklarsın Niye” şiirinde de;
“Terazinle dengeleri kurarsın
Korku salar benden hesap sorarsın
Geri döner, bu halime gülersin
Herkesten kendini saklarsın niye? ” deyişi de o senli-benli olmanın güzel birer örneği değil midir?
Seven, sevdiğiyle elbette konuşacak. İçini sevgilisine dökmeyecek, yakınmayacak da ne yapacak? Sevgi, kusurları yok eder. Sevgi, paylaşıldıkça çoğalır. Sevenle sevdiği arasında “mesafe” olmamalı. Aşk mesafeyi eritir… Yazıcıoğlu’nun sevgilisi insanda. İnsanı da o nedenle sever. İnsanın gülmesini, güzelce yaşamasını, mutlu olmasını, yarınlara güvenle bakmasını istemesi sevgisinden geliyor…
Alevi-Bektaşi ozanlarındaki “mesafe”yi yok edişe kaynaklar ne diyor bir bakalım? :
“Bektaşi, Allah’la arasında mesafe olmadığını savunur. Onların “Allah’ı görmeyen yoktur ama gördüğünün Allah olduğunu bilmezler” sözü meşhurdur. Allah’ın bir din, bir inanç mensubuna ait olamayacağını, bütün insanların Allah’ı olduğunu savunarak insanın şuur sahibi varlık olarak Allah’ı bilebileceğini belirtir ve “İnsan varsa Allah’ta vardır” şeklinde özetlenen bir görüş ortaya koyarlar. Bektaşi’nin, Allah’a yaklaşımının temelinde saygı ile bezenmiş sevgi vardır, Allah’a korkuyla yaklaşmaz, bu nedenle, kendisini “Allah’ın sevdiklerinden” kabul eder ve ona “naz” yapabilmeyi kendine çok görmez. Allah’ı çok sevdiği için onunla senli-benlidir. “S ana şah damarımdan daha yakınım”(Ayet) (****)
(****) ÖZMEN, İsmail; a.g.e, syf:380
“…..Alevi-Bektaşi ozanları bireysel olarak Tanrı kavramı karşısında duydukları düşündükleri ne olursa olsun bunları söylemekten, şiirleştirmekten asla çekinmemişlerdir. Bunu içlerinden geldiği gibi şiire dökmüşlerdir. Bireysel de olsa, bir kaç ozan Tanrı’ya karşı bir muhalefet, bir karşı durma kampanyası başlatmıştır. Dahası bu ozanlar, özlerinde Tanrısal bir gücün var olduğuna inanarak insanın “bir bütün oluşturan özgür bir varlık, özgün bir değer” olduğunu savunmuşlardır. Öz bir anlatımla, bunu Tanrı’ya karşı bir kimlik, kişilik ve özgürlük sorunu olarak ortaya çıkarmışlardır. Tanrıdan yakınma, Tanrı’ya dert yanma, Tanrı’yla karşılıksız konuşma, ona serzenişte bulunma gibi içini dökme, sorunlarına Tanrı’yla çözümler arama ve benzeri olgu ve davranışlarla şiirlerine yansıyan bu durumlar düşünce bazında ve edebiyatta nasıl değerlendirilmelidir? Birer düşünme tarzı olarak mı, yoksa psikolojik bunalımlar, hastalık belirtileri şeklinde mi ele alınıp değerlendirilmelidir. Sorularına verilecek olumlu yada olumsuz yanıtların sonucu etkileyeceğini sanmıyorum. Ama öyleyse nedir bu şiirlerin ardında gizlenen gerçek? Bir tepki, bir başkaldırı, toplumsal baskılara karşı yakınma, isyan, yanlışa, koyu yobazlığa, bilgisizliğe sözle, şiirle salvo atışında bulunma mı? ..Yoksa, ateizme doğru hızla ya da yavaş adımlarla bir gidişi mi, yoksa bu bir Tanrı’yı arayış türü mü? Gerçeği söyleme mi? ..
Görülen odur ki, Alevi-Bektaşi ozanlarının birleştiği ortak nokta Hak sevgisinin derinliklerinde kuşku bombaları patlatmak suretiyle ortalığı biraz daha aydınlatmak, gerçeğin gün ışığına daha çok çıkmasını sağlamak arzusudur. Bu tür şiirlerde görülen taşkınlıklar, aşırılıklar, sivrilikler ile bireysel ve kitlesel sorunların yumağı dışında özü, doğruyu, gerçeği ve güzeli yakalayarak, insanları ve toplumları eğitmek suretiyle yetkin, aktörsel bir zaman ve uzama taşımayı amaçlamaktadır. Zaten bu tür şiirlerde görülen aşırılıklar toplumun genel değer yargı törpüsüne vurularak aşındırılmaya çalışılmış, simgesel yapılar içinde gizlenmiştir. Bu aşırılıklar değerlendirildikleri zaman hepsinin de kişisel oldukları görülür.” (X)
Ozan Muharrem Yazıcıoğlu’da aynı heyecan ve bombalamayı, sanki hiç vakit kalmamış da çok aceleciymiş gibi sergiler. Ömür bitmeden, vakit geçmeden anlamalı, anladığını da başkalarına anlatmalıdır. Çok telâşlıdır ozanımız. Telâşından, anlatma, algılama, izah etme, kör gözleri açma telâşından eli ayağına dolanıverir…
(X) ÖZMEN, İsmail, a.g.e.
İnsanların insanlara sahte, yanlış, göstermelik, riyakâr davranışlarını sevmez. Şekli değil, gövde ile değil özle birbirimize yaklaşmalıyız der.
İşte buna dair bir kıtası:
“Öz ile Gel” şiirinde;
“Koca hünkâr ser çeşmeye
Sohbet ile söz ile gel
Hakk’ı insanda bilerek
Gövde değil, öz ile gel”
Madem ki Yaradan insanda ve ona şah damarından daha yakındır, o zaman insanın sorgu sualden korkmasına gerek mi var? Deyiverir ozanımız.
Sonra, benim söylediğim hedef noktasına, güzellik, kendiyle barışık olma, varlıkları hor görmeme, hoşça bakma noktasına sonunda, düşünerek, uğraşarak geldim der. İşte şiiri:
“Yaradan İnsanda Olduktan Sonra” şiiri;
“İhtiyacım yoktur dine mezhebe
Yaradan insanda olduktan sonra
Korkum olmaz sorgu, sual, hesaba
Yaradan insanda olduktan sonra
Bütün güzelliğin Tanrı içinde
Her varlığa uymuş güzel biçimde
Aradım, yoruldum, buldum içimde
Yaradan insanda olduktan sonra
Hak olan varlığı böyle hor görmem
İnsanı, bölene hiç değer vermem
Kendimi sorarım, kimseye sormam
Yaradan insanda olduktan sonra
Yazıcıoğlu güzelliğe eriştim
Ömür bitti daha yeni geliştim
Düşündükçe kendim ile barıştım
Yaradan insanda olduktan sonra”
Evet “Yaradılanı Yaradan’dan ötürü hoş görme” anlayışı işte bu. Ne diyor? “İnsanı bölene hiç değer vermem” Ne de güzel söylüyor!
Tabii ki, böylesine arınmış, duru ve bir’de Bir’leşmiş bir yüreğin sevgi ve insan’dan başka da bir şeyi olamaz. O insana sual sormaya kalkışmak ta yanlış olur. Olursa da cevabını Yazıcıoğlu bir güzel verir.
İşte şiiri:
“Sevgi “ başlıklı şiiri aynen şöyledir.
“Hoca bana niye sual sorarsın?
İmanım insandır, mezhebim sevgi
Bana sorar kendi kendin bilmezsin
İmanım insandır, mezhebim sevgi
Bende bir can senin gibi yaşarım
İnsanları ayırana şaşarım
Yerinde olsam daha çiğsem pişerim
İmanım isandır, mezhebim sevgi
Cahilsen bu varlığı bilmezsin ki
Eğer körsen bunu göremezsin ki
Bu meclisten nasip alamazsın ki
İmanım insandır, mezhebim sevgi
Etme hoca cahillik karanlıktır
Kendini bilmezsen fukaralıktır
Ele sual sormak bence körlüktür
İmanım insandır, mezhebim sevgi
………………………………….”
Yazıcıoğlu bu dizelerinde de “İnsanları ayırana şaşarım” demeden edemez. Kendini bilmeyenlerin, kör, cahil, sağır, nasipsiz, fukara, çiğ, pişmemiş olduğunu “imanım insandır, mezhebim sevgi” diyerek gene canının çekirdeği’nden haykırarak söyler. Ozanımız, bir haykıran yürek’tir. Susmayan, susturulamayan hakikat dili’dir. Dur durak bilmeyen güneşçil yolcudur gönül yollarında. Kafa kandilidir ki rüzgârla sönmez…
Diyojen’den hiçbir farkı yoktur. Görevinin kör gözleri açmak, karanlığı aydınlatmak olduğunun idraki içindedir. Sevgi mıknatısı, sevgi şelalesi olmuştur da kabından taşmıştır. Gönüllere girmek sancısını çeker hep. Ömrün kısa oluşundan şikayetçidir ozanımız. “Bir Gönül’e Giremedim Ne Çare” deyiverir.
İşte güzel ve duygulu şiiri:
“BİR GÖNÜLE GİREMEDİM NE ÇARE”
Hayranım ben güzellere, gençlere
Bir gönüle giremedim ne çare
Karşı çıktım karanlığa, körlüğe
Bir gönüle giremedim ne çare
Arsıza, hırsıza tatlıdır dünya,
Her şeyden soğudum eskidi künye
Yaşam zorlaştıkça çöküyor bünye
Bir gönüle giremedim ne çare
Halkınan ağladım, halkınan güldüm,
Zalimin elinden perişan oldum
Tanrı’yı ararken insanı buldum
Bir gönüle giremedim ne çare
Kısa ömrü kavga, telaş bitirdim,
Cehalet yüzünden çok şey yitirdim
Ne bir evlat, ne bir torun yetirdim
Bir gönüle giremedim ne çare
Yazıcıoğlu yazar, söyler boşuna,
Ölen ölür, sağlar gider işine
Ömür boyu düştüm sevgi peşine
Bir gönüle giremedim ne çare.”
O’nun güzel şiirlerinden birisi de, daha önce bir kıtasını örnek olarak verdiğim “sendedir” şiiridir. Bu şiir ozanımızı ve Tanrı anlayışını, dünyaya bakışını anlatması bakımından bence oldukça ilginçtir. Bu ilginç şiiri buraya aynen alalım:
“SENDEDİR
Kâinatı canlı cansız var eden
Ölü gidip diri gelen sendedir,
Öyle bir nokta ki sırrı bilinmez
Ali gidip Veli gelen sendedir.
Ay ile güneşin baharın, kışın
Adem’de topladın aynıdır eşin
Daima değişir cilvedir işin
Aşkından içilen dolu sendedir.
Dünya devir, devir dolar eksilmez
Kurulmuş nizamın köprü boş kalmaz
Evliya, enbiya gerçektir ölmez
Erenlerin derdi, yolu sendedir.
Yazıcıoğlu sermayem yok elimde
Hakk’ a varır kelâmım yok dilimde
Emeğim yok, sevdiğimin yolunda
Büyüklüğün affı, şanı sendedir…”
O’na bu kadar açık- aynen-beyan olan, ve sonsuz bir aşkı Veren diğer insanlardan-herkeslerden kendini saklamaktadır. Ve Yazıcıoğlu bu durumu da Saklarsın Niye? , şiiriyle sorgular.“Saklarsın Niye? ” başlıklı şiirini birlikte okuyalım:
“Yer gök su iken sen kandilde nur idin
Herkesten kendini saklarsın niye?
İkiye bölünüp insanda durdun
Herkesten kendini saklarsın niye?
Terazinle dengeleri kurarsın
Korku salar benden hesap sorarsın
Geri döner bu halime gülersin
Herkesten kendini saklarsın niye?
Kör ve sağır ile alay edersin
Deliyle oynayıp halay edersin
Düşünen insana kolay edersin
Herkesten kendini saklarsın niye?
Canilerin dillerinden ötersin
Can verdiğin canbazlardan bitersin
Sarhoşlarla şaşkınlarla yatarsın
Herkesten kendini saklarsın niye?
Bazen dost olarak neler paylaştık
Bazen kavga edip kötü söyleştik
Bazen haksızlığa nasıl ağlaştık
Herkesten kendini saklarsın niye?
Bu bir duygu ötesini bilemem
Düşündükçe şaşkınlıktan gülemem
Nere gitsem senden ayrı olamam
Herkesten kendini saklarsın niye?
Yazıcıoğlu çalış ürün vermeye
Gizlenenin cilvelerin görmeye
Niyetim yok sorgu sual vermeye
Herkesten kendini saklarsın niye? ”
Muharrem Yazıcıoğlu “Sevdalıyım” isimli eserinde şiirlerinin yanı sıra bir çok konudaki görüşlerini de kaleme almıştır. “Sevdalıyım” kitabının iç kapağında, kitap içindeki tüm düşüncelerini özetleyen kendince bir “özlü sözü” bulunmaktadır.
Yazıcıoğlu’nun bu özlü söz’ü aynen şöyledir:
“Düşünen inanmaz
İnanan Düşünmez” der ve ekler:
“Tanrı’dan değil karanlık kafalı gerici softalar’ dan korkarım. Çünkü Tanrı adına Cennete girmek umudu ile adam öldürüp yakıyorlar. İşte Sivas’ta yanan 37 canlarımız örnektir. Dinin, mezhebin gereği bu ise Cennet’e girmenin yolu da insanları yakıp öldürmek ise, ben böyle bir İslâmlığı kabul etmiyorum. Cennet’e, Cehenneme de inanmıyorum” der.
İşte Yazıcıoğlu bu…Hem de kendi diliyle…
Şimdi, bu özlü sözünü ilk okuyan inançlı bir kişi onu inançsız, hattâ dinsiz görüp tepki gösterebilir. Ama geliniz bu cümleleri biraz da analiz edelim.
“Cennet’e girme umudu ile, adam öldüren, yakan gerici softalar’ dan korkuyorum” diyor.
Doğrusu güzel dinimiz de;
Alıntı
Tweet
Lütfen seçim yapın:
--------------------
Özel Mesajlar
Kullanıcı paneli
Kimler Çevrim içi
Arama
Ana Sayfa
GÜLCE EDEBİYAT AKIMI
-- GÜLCE ŞİİR TÜRLERİNE GÖRE ŞİİRLER
---- BULUŞMA
---- ÇAPRAZLAMA
---- TRİYOLEMSİ
---- ÜÇGÜL
---- ÜÇGEN
---- DÖNENCE
---- TOKMAK
---- AKROSTİK
---- SONE'M
---- GÜLCE
---- TEKİL
---- YİĞİTCE
---- YUNUSCA
---- BAHÇE
---- SERBEST ZİNCİR
---- ÖZGE
---- GÜLİSTAN
---- YEDİVEREN
---- TUĞRA
-- GÜLCE YAZAN ŞAİRLERİMİZİN GÜLCE ve DİĞER ŞİİRLER
---- (H)
------ Harun YİĞİT
------ Harun YİĞİT
------ Hasan ULUSOY
------ Hasan ULUSOY
------ Hatice ALTAŞ(Asi Çiçek)
------ Hatice ALTAŞ
------ Hacer KOZAN
------ Hatice KATRAN
------ Hatice KATRAN
------ Hikmet ÇİFTÇİ
------ Hülya EKMEKÇİ
------ Hülya EKMEKÇİ
---- (I-İ)
------ İbrahim COŞAR
------ İbrahim COŞAR
------ İbrahim İMER
------ İbrahim İMER
------ İbrahim ETEM EKİNCİ
------ İbrahim ETEM EKİNCİ
------ İhsan ERTEM
------ İhsan ERTEM
------ İsmail KARA(Karozan)
------ İsmail KARA(Karozan)
---- (K)
------ Köksal KIRLIOĞLU
---- (M)
------ Mahir BAŞPINAR
------ Mahir BAŞPINAR
------ Mehmet NACAR
------ Mehmet NACAR
------ Mehmet ALUÇ
------ Mehmet ALUÇ
------ Mehmet ALUÇ
------ Mehmet ÖZDEMİR
------ Mehmet ÖZDEMİR
------ Meltem ARAS
------ Meral ADAK
------ Meral ADAK
------ Melahat TEMUR
------ Mevlüde DEMİR
------ Mevlüde DEMİR
------ Miktad BAL
------ Miktad BAL
------ Mübeccel Zeynep ÜNALAN
------ Mübeccel Zeynep ÜNALAN
------ Muhammed İsa ÖZTÜRK
------ Muhammed İsa ÖZTÜRK
------ Mehmet Ziya DİNÇ
------ Mehmet Ziya DİNÇ
------ Mustafa CEYLAN
------ Mustafa CEYLAN
------ Mustafa CEYLAN
------ MUSTAFA CEYLAN(Editör)
-------- Mustafa CEYLAN
---------- Mustafa CEYLAN(On Punto Yazıları)(Makaleler)
---------- GÜNE BAKIŞ
---------- TAŞ YAĞMURU(Ceylan'ın kaleminden)
---------- Hakkında Yazılanlar
---------- DİĞER ŞİİRLERİ
---------- Hayatı
---------- Sanatı
---------- Hocaları
---------- Çocukluğu
---------- Gençliği
---------- Özlü Sözleri
---------- Önsöz Yazdığı Kitaplar
---------- Siyasete İlgisi
---------- Bestelenen Şiirleri
---------- Fotoğrafları
---------- Mühendisliği
---------- Düzenlediği Etkinlikler
---------- Konferansları
---------- Yer Aldığı Antolojiler
---------- Kitapları
---------- EZAN SUSMAZ Kitabı içindekiler
---------- "YANDI BU GÖNLÜM"-Hacı Bayram Veli Kitabı içindekiler
---------- TAHİR KUTSİ MAKAL Kitabı İçindekiler
---------- SEĞMEN RUHU Kitabı İçindekiler
---------- TOROSLARIN TÜRKÜSÜ Romanı
---------- Armağan-2(AHMET TUFAN ŞENTÜRK İÇİN NE DEDİLER?)Kitabı içindekiler
---------- Armağan-1(ANILAR KORİDORU İÇİNDE SARIVELİLER)Kitabı
---------- YARALI CEYLAN Şiir Kitabı İçindekiler
---------- PAŞA GÖNLÜM Şiir Kitabı İçindekiler
---------- Kırat Geliyor Kitabı İçindekiler
---------- Her Yönüyle YENİMAHALLE Kitabı
---------- Tarihi ve Folkloruyla Elmadağ Kitabı İçindekiler
---------- Köylerimiz Kitabı İçindekiler
---------- Köyümüz Yeşildere Kitabı İçindekiler
---------- Bayramlar Haftalar Günler Kitabı
---------- Ahmet Tufan Şentürk Kitabı
---------- Halil Soyuer Kitabı
---------- Detanlaşan Köylü İsa Kayacan Kitabı
---------- Abdullah Satoğlu Kitabı
---------- Güzide Taranoğlu Kitabı
---------- Gülendenin Beşiği Kitabı
---------- GÜLLÜK ANTOLOJİ (2006)Kitabı
---------- GÜLLÜK ANTOLOJİ(2007)Kitabı
---------- CEYLAN-Tahliller-MAKALELER-Görüşler
---------- Güllük Dergileri
---------- Kapodokya Güneşleri Kitabı
---------- Bir Yanardağ Fışkırması Kitabı
---- (P-R)
------ Rahime KAYA
------ Rahime KAYA
------ Refika DOĞAN
------ Refika DOĞAN
------ Ramazan EFE
------ Ramazan EFE
------ Rengin ALACAATLI
---- (S-Ş)
------ Sabiha SERİN
------ Sabiha SERİN
------ Serap HOCA(Serap ÖZALTUN)
------ Serap HOCA(Serap DEMİRTÜRK)
------ Süleyman KARACABEY
------ Süleyman KARACABEY
------ Serdar AKKOÇ
------ Serdar AKKOÇ
------ Sevgili ÖZBEK
------ Sevgili ÖZBEK
------ Şemsettin DERVİŞOĞLU
------ Şemsettin DERVİŞOĞLU
------ Şükran GÜNAY
------ Şükran GÜNAY
---- (T-U-Ü-V)
------ Turan UFUKTAN
------ Ümran TOKMAK
------ Ümran TOKMAK
---- (Y-Z)
------ Yusuf BOZAN
------ Yüksel ERENTÜRK
------ Yusuf BOZAN
------ Yüksel ERENTÜRK
------ Yusuf Ziya KARAHASANOĞLU
------ Zübeyde GÖKBULUT
------ Zübeyde GÖKBULUT
------ Yıldız TOKSÖZ
------ Yıldız TOKSÖZ
GÜLCE'YE DAİR
-- GÖRÜŞLER
---- Gülce Nedir?
---- Gülce ve Ozanlık
---- Gülce Manifestosu
---- 5 Hececiler ve Gülce
---- Garip Akımı ve Gülce
---- Fecr-i Ati ve Gülce
---- Hisarcılar ve Gülce
---- Neyzen Tevfik, Aşk
---- Mazmunlar
---- Gülce Ne Değildir?
---- Hece Vezni ve Gülce
---- Serbest Şiir ve Gülce
---- Aruz Vezni ve Gülce
---- Gülce ve Zolal
---- Gülce Tarihinden
---- GÜLCE-(Atölye)-Video Dersler
------ Gülce Etkinlikleri
------ Kurucular Beyanı
------ Gülce 2009
------ Doğru Yaz/Konuş
------ Gülce-2010 Projeleri
------ Gülce-2011 Projeleri
------ Üstad Necip Fazıl'dan
------ Gülce-Aruza Dair
------ Öneriler-Çalışmalar
------ GÜLLÜK DERGİSİ
------ Gülce'ye Öneriler
------ Röportajlar
------ Negatif Bakışlara
------ Aleyhimizdekiler
------ M.E.B' na
---- Gülce'de Mesajlar-Projeler
------ Gülce-Güldeste(1)
------ Destanlarımız
------ Dede Korkut
------ Öncü Kadınlarımız
------ Peygamberlerimiz
------ Nutuk(Gülce)
------ Nutuk(Z.Korkmaz)
------ Kutlu Hanımlar
------ Ozanlarımız
------ NasrettinHoca
------ Yedi Askı
GÜLCE TÜRK ŞİİR AKADEMİSİ
-- Şiir Akademisi
---- Şiir Akademisi
------ HALK EDEBİYATI
-------- DİVAN EDEBİYATI
-------- BATI EDEBİYATI
-------- YENİ TÜRK EDEBİYATI
---- Hece Vezni' ne Dair
---- Şiir Tahlilleri
---- Aruz Vezni' ne Dair
---- Hiciv Tarihinden
---- Ustalardan Şiirler
---- Ustalardan Makale
---- Aramızdan Ayrılanlar
------ Ustalardan Şiirler
-------- A. Tufan ŞENTÜRK
-------- DİLAVER CEBECİ ANISINA
---- Şiir Üstüne (Serbest)
---- Atışma Sayfamız
---- Denemeler-Makaleler
---- Şiirde Dönüşüm
---- Şiir ve Anlatım
-- Türk Edebiyatı Şiir Türleri
---- Şiir Türleri
---- İslâmiyet Öncesi
---- Servet-i Fünun
---- Garip Şiirler
---- Akımlar
---- Edebî Sanatlar
---- Söz Sanatları
---- Şair Padişahlar
---- Şiir Tarihimizden
---- Yıllara Göre Edebiyat
---- Mehmet Nacar
DÜNYA EDEBİYATI
-- Dünyadan Şiir Türleri
---- Burns Stanza
---- Choka
---- Go Vat
---- Catena Rondo
---- Onegin Stanza
---- Canzonetta
---- Bauk Than
---- Rhupunt-Galce
---- Septilla
---- Viator
---- Luc Bat
---- Tritena
---- Pantoum
---- Shakespeare Sonnet
---- Diamonte
---- Villanelle
---- Hutain
---- Hex Sonnata
---- Hexaduad
---- Haynaku
---- Harrisham Rhyme
---- Guzzande
---- Gratitude
---- Glosa
---- Garland Cinquain
---- Fornlorn Suicide
---- DÜNYA EDEBİYATI
---- Dünyadan Destanlar
---- Dünyadan Şiirler
KAYNAKÇA
-- Konularına Göre Şiirleriniz
---- Aşk Şiirleriniz
---- Atatürk Şiirleriniz
------ 23 Nisan Şiirleri
------ Atatürk'e Dair
---- Kahramanlık Şiirleriniz
---- Doğa Şiirleriniz
------ 2009 Yılı Sayılarımıza
---- Taşlama Şiirleriniz
---- Gurbet Şiirleriniz
---- Tasavvuf Şiirleriniz
---- Barış Şiirleriniz
---- Şehir Şiirleriniz
---- Anne Şiirleriniz
------ Babanıza Şiirler
---- Doğum Günü Şiirleriniz
---- Deprem Konulu Şiirler
---- Diğer Şiirleriniz
---- Köşe Yazarlarımız/Makaleler
------ Mustafa CEYLAN
------ Refika DOĞAN
------ Osman ÖCAL
------ Ahmet ÖZDEMİR
------ A. S. ATASAYAR
------ Prof.Dr.İsa KAYACAN
-------- Prof. Dr. İSA KAYACAN
------ Rahime KAYA
------ Harun YİĞİT
------ İlqar MÜEZZİNZADE
------ Sündüz BİGA
------ Nazmi Öner(Şiirler)
------ Nazmi ÖNER(Nesirler)
------ Coşkun KARABULUT
------ Prof.Dr.İsmail YAKIT
------ Prof.Dr.Asım YAPICI
------ Sabit İNCE
------ Muhsin DURUCAN
------ Abdulkadir GÜLER
------ Ünal Şöhret DİRLİK
------ Metanet YAZICI
------ A.Aşkım KARAGÖZ
------ Gazanfer ERYÜKSEL
------ Mehmet GÖZÜKARA
------ Necdet BULUZ
------ Yusuf Özcan
------ Afife Demirtaş
---- Mustafa Ceylan
---- Bizden
-- Video Yağmuru
---- Ozanlar-Şairler
---- Bizden Videolar
---- Rasim Köroğlu
-- Genel
---- SERBEST KÜRSÜ
---- Duyurular
---- Röportajlar
---- Günün Şiiri
---- Günün Nesiri
Edebiyat Biz Platformumuzda
-- Gülce Tv
-- Türk Argo Sözlüğü
-- Edebî Konular Forumu
Konuyu görüntüleyenler:
1 Misafir
Mustafa Ceylan |
Dost Sitelerimiz:
Türkçe Çeviri:
MyBB
Türkiye
Üretici:
MyBB
, © 2002-2025
MyBB Group
-Theme © 2014 iAndrew
Sitemizde yer alan eserlerin telif hakları şair-yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır. Kaynak gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir.(Haberleşme : ceylanmustafa_07@hotmail.com)
Doğrusal Görünüm
Konu Görünümü
Yazdırılabilir Sürüm
Konuya Abone Ol
Konuya Anket ekle
Konuyu Arkadaşına Gönder