• SiteAna Sayfa
  • Güllük Dergisi
  • Şairlerimiz
  • Arama
  • Üyeler
  • Video
  • Yardım
  • bayrak

Giriş Yap   Kayıt Ol
Oturum Aç
Kullanıcı Adı:
Şifre: Şifremi Hatırlat
 
Gülce Edebiyat Akımı
gulce
Your browser does not support the audio element.

Akdeniz Radyo istek
Tıklayın-Okuyun/Güllük Dergisi

Google Web'de Ara Sitede Ara
Submit Face book
  • 0 Oy - 0 Yüzde
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Konu Modu
MÜSLÜMANLIK VE TARİKATLAR
Dışarıda ali_gozutok
Yetkili Şair
***
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesaj Sayısı: 248
Konu Sayısı: 222
 
#1
05/11/2017, 12:33 (Bu mesajı son düzenleyen: 06/11/2017, 11:18 ali_gozutok.)
 

 
             MÜSLÜMANLIK VE TARİKATLAR
 
 Tarikatlar kapalı, mistik kurumlardır. Bu nedenle dış dekorların­ın arka planında gizli kalan ve halk tarafından pek bilinmeyen çok ilginç inanış ve tapınma şekilleri, ayin ve törenler, söylem ve kavramlar vardır. Bunların kaynakları ve amaçları ise hem çok çeşitli, hem de son derece çet­refilli, kar­maşık ve mitolojiktir. Türk toplumunun, genelde dünya Müslümanların­dan farklı biçimde gelişmiş olan din anlayışı, büyük ölçüde bu ol­gudan etki­lenmiştir. 
Onun için bu bakış açısının temelindeki gerçek nedenleri gün yüzüne çıkarmak ve bu suretle yüzyıllar önce yapılmış olan birtakım yanlışlıkları düzeltme imkânını bulmak amacıyla bu kurumların ve doktrinlerinin çok esaslı şekilde araştırılması ge­rekir. Çünkü özellikle Türkleri, İslâm adına ta­rih boyunca bu kurumlar yön­lendirmiştir.
Kavramlar etrafında tartışmaların kızışmasıyla birlikte, tarikatların dı­şında kalabilmiş olan birçok kimse, birtakım arayışların içine girmiştir. Bu gelişmelerin sonucu olarak ilginç sorular gündeme gelmiştir. Çünkü İslâm’ın, kitap ve sünnetle belir­lediği ibadetler bütün Müslümanlarca kesin ve açık şekilde bilinmekte ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat uyguladığı biçimlerde bu ibadetler yaklaşık 1500 yıldır uygulan
maktadır.
 Tarikat ehli kişilerce çoğunluğu Türkiye'de yaşayanlarca ve büyük ölçüde gizli olarak bir ibadet havası içinde icra edilen ibadet şekilleri oluşmuştur.  
Müslümanlar, hız ve iletişimin getirdiği avantajlar sayesinde ele geçirdikleri ipuçlarıyla âdeta iz sürerek şimdiye kadar kapalı kalmış birçok mesele hakkında büyük bir hırsla aydınlanmak istiyor­lar.
Onların bu susamışlığının temelinde ise başlıca iki amaç vardır.
 Birincisi: Aydınlanarak İslâm'ın, bütün çarpıcılığıyla güzelliklerini gö­rebilmek ve onu, hapsedildiği tozlu raflardan indirmek ve hayata geçirmek­tir.
                                      
İkincisi ise: İslâm’ın yüzyıllardır, gerek sosyal ve toplumsal yaşamdan soyutlanmasında, gerekse orijinal değerlerinin çarpıtılarak yozlaştırılma­sında etkin olmuş bütün nedenleri öğrenmek ve bunları ortadan kaldır­maktır.
 
Tarikatta Evliya Nasıl Bir Kişiliktir:
 
Sözde "bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve gi­zemli güçlere sahiptirler." Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafın­dan verilen bazı sıfatlar vardır. "Evliya", "Aziz", "Saint" "Surp" ve "Ermiş" gibi...
Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu şahıslar, "Çile­hâne", "Manastır", "Savmi'a" ve "Stupa" gibi özel ve kutsal sayılan mekân­larda "Seyr-u Sülûk", "Mücâhede", "Çile", "Riyâzet' ve "Yoga" gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak sözde, "günah­larından arınır ve bir ruh temizliğine kavuşurlar. Bunlar, artık «Himmet» «Bereket» ve «Tasarruf» sahibidirler, Allah adına, kâinat ve tabiat olaylarını yönetir­ler." (!)
Müslümanımsı mistiklerce evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki ina­nışlardan bazıları şöyledir:
1. Bunlar masum, günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal bi­rer kişiliğe sahiptirler.
2. Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler.
3. Duaları makbuldür; Ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir.
4. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler.
5. İslâm ordularının ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar.
6. En uzak mesafeleri en kısa bir zamanda kat ederler vb.
Râbıta ve benzeri mistik uygulamalarla şartlandırılmış duygusal insan­lar, "Evliya" diye niteledikleri adamların, böylesine olağanüstü güçlere sa­hip bulunduğuna kendilerini inandırınca bu kez de onların bu kerametlerini, hayâlleri zorlayan mitolojik hikâyelerle kaleme almışlardır.
Tasavvuf terminolojisinde bu tür kerametler, “Tay-yi Zamân“ ve “Tay-yi Mekân“  tabirleriyle açıklanır.
Bunların manası: Sözde, zaman ve yerin, evliya için katlanarak kü­çülmesi de­mektir. Özellikle “Tay-yi Zamân“, zamanın durması anlamına gelir. Veli olan kişi gûyâ bu suretle, bir yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. 
 Zamanın katlanmasıyla (ya da durdurulmasıyla) evliya kişi, örne­ğin birkaç saniye içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle ki döndüğü zaman örneğin, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek hâlâ sı­cacık dur­maktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece bir kaç saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler vb.
            “Tay-yi Mekân“'ın da anlamı şudur: Evliya kişi, aynı saatlerde bir kaç yerde bulunabi­lir; Yani yerin katlanmasıyla, evliya diye bilinen zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir!
Her şeyhin, tarîkata olan katkısı ve evliyalık derecesi, ona mal edilen menkıbelerle ölçülür. Onun için bir şeyhin, eğer kerâmetleri kitaplara konu olacak kadar çok uzun anlatılmış ise o şeyhin en büyük velîlerden biri ol­duğuna inanılır. Rabbânî ve Bağdâdî gibi...
Bu nedenle mürîd toplulukları, tarihin her döneminde şeyhleri için çok çeşitli kerâmetler üretmiş, bunları ilginç anlatımlarla işlemişlerdir.
İslâm ve Kur'an ölçüleri bakımından çok büyük bir sorun olan bu "Ev­liyâlık" ve "Ermişlik" inanışının râbıta ile ilişkisi, Nakşibendî Tarîkatı'nın temel felse­fesini oluşturur. Çünkü şeyhi, müridin kalbine, yüce, masum ve yanılmaz bir kişi, "Himmet", «Bereket» ve "Tasarruf" sahibi bir "Evliya" olarak kazı­yan araç râbıtadır. Evet, hayâl bile edilemeyecek kadar yüceler yü­cesi bir ma­kama yük­selmiş, Allah'da fânî olmuş "İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş” bir kâmil ve mükemmel olarak şeyhi müridin kalbine ve zihnine yerleştiren sihirli anahtar, râbıta egzersizleridir.
 Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, mürîdin en büyük görevi, şeyhinin şeklini, (yanında bulunsun, ya da bulunmasın) sürekli olarak zihninde can­landırmasıdır. İşte râbıta budur ve râbıta, zaman içinde şeyhi, mürîdin her zerresine nakşeden, hatta onu, (haşa!) Allah'ın, yeryüzünde tecessüm etmiş bir modeli olarak mürîdin ruh derinliklerine oturtan bir "Reflexi ve condi­tion" haline gelir.
Mürîd, bu ruh hali içinde artık şeyhinde hiç bir eksiklik göremez. Şeyh râbıta sayesinde bu kıvama gelmiş olan mürîdinin nazarında yalnızca bir «mürşid-i kâmil» değil, aynı zamanda " o, bütün eksikliklerden münezzeh­ bir zât-ı zîşândır.“
Böyle inanmaya başlayan mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, ey­lemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkıbeler böyle oluşmuştur.
Konuştuğu en bayağı bir sözde bile hikmetler aranır; her lafı sayfalar dolusu yorumlara konu olur; attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, hatta yüzünü çevirip bir yana göz atmasından, gülümsemesinden ya da hapşırmasından bile türlü türlü anlamlar çıkarılır. Öldükten sonra üzerine saltanatlı bir türbe inşa edi­lir; mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur; adı, yaşam tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır. 
Nakşibendîliğin, düşünce ve an­la­yışı, yüzyılların akışı içinde kurumlaşmış, artık «TC»'nin sınırları içinde yaşayan kalabalıkların her bakımdan esin kaynağı haline gelmiştir. Öyle ki yalnız «dindar» kesimlerin değil, mater­yalistlerin, hatta İslâm karşıtlarının bile dünya görüşü, kültürü ve değer yargıları bu tarîkatın efsunlarıyla maya­lanmıştır.
Onun için, halkın günlük hayatı üzerinde Nakşîliğin, küçümsenemeyecek boyutlarda etkisi bulunduğunu söylemek pek mübalağa sayılmaz.
Hâlbuki İslâm'da böyle bir evliya telakkisi yoktur ve olamaz da. Nite­kim ilk zâhidler olarak bilinen Hasan el-Basrî, Sufyan es-Sewrî, Abdullah b. el-Mubârek, Fudayl b. İyad, Ma'ruf el-Karkhî, Ebu Süley­man ed-Dârânî, Bişr el-Hâfî, Seriy’yus-Saqatıy, Harith el-Muhasibî ve Sehl b. Abdillâh et-Tusterî gibi şahsiyetlere, yaşadıkları çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir.
Velî kavramı, Müslümanların ilk üç ku­şağı tarafından ta­mamen Kur'ân'ın tanımladığı şekilde benimsenmiştir.
Tarikat Öncüleri Tarafından Râbıtanın Ayrıntıları Hakkında Yapılmış Çeşitli Açıklamalar vardır.
Nakşibendîlerce şimdiye kadar gerek yazılı, gerekse sözlü olarak bu ko­nuda ifade edilenlere bakılacak olursa râbıtanın çeşitli tariflerinden özet ola­rak şu anlamları çıkarmak mümkündür:
1. Râbıta: Mürîdin, şeyhini şeklen ve cismen tasavvur etmesidir. Yani daha açık bir anlatımla, onu fizik olarak zihninde canlandırmasıdır.
2. Bununla birlikte mürîd, şeyhinin kalbinden kendi kalbine nur hüz­mele­rinin yansıdığını, ya da nurdan çağlayanlar aktığını ayrıca düşünecek ve ondan bereket, himmet ve yardım isteyecektir.
Bunu, tarikat dilinde «istifâza» ya da «rûhâniyetten istimdâd» diye bazı yakıştırmalarla özet olarak anlatmaya çalışmışlardır.
3. Mürîd kendini, şeyhinin giyim ve kuşam tarzı içindeymiş gibi gör­meye çalışacaktır.
Son dönemin Nakşibendî teoris­yenlerinden Abdulhakîm Arvâsî'ye ait bu konuya ilişkin bazı açıklamalar sa­deleştirilerek şu şekilde verilmiştir:
«Pîrin kıyafet ve heyetine aynen bürünmek, kendini mürşid şeklinde görmek ve hayâl etmek... Bu vaziyette meydanda olan sanki pirdir, kendisi de­ğil... Bu kısım râbıta ibâdetlere mahsustur. Mesela Kur'an dinlerken gözlerini yumar ve kendisini pîrin vücud ve kıyafetinde düşünür, o zaman sanki kendisi değil pirdir...                                                
 Keza Kur'ân ve «Delilleri» okurken, vaaz ve ders din­lerken, namaz kılarken kendisini mürşidin kıyafet ve heyetinde hayâl eder. Namazda kıyam (ayakta duruş), kuud (oturuş), ve kıraat (Kur'ân okuyuş) fi­illerini yerine geti­ren sanki pîrdir, kendisi değil.»
    Halkımızın büyük bir kısmını arkasından sürükleyen tarikatlar, gerçek Müslümanlığın karşısına onulmaz bir yara olarak çıkmaktadır. Anlaşılması güç, ağdalı, müspet ilme zıt düşen, Kur’an-ı Kerim ve Hadisi Şerifleri hiç karıştırmadan bu saçma fikirleri benimseyen dini kural ve kaidelerden uzaklaşan insan guruplarını görüyoruz.
Resulullah s.a.s. Efendimizin arkasında namaz kılıp, Müslümanları birbirine düşüren onların aralarına nifak tohumları eken Abdullah ibn. Sebe gibi Yahudi dönmesi münafıkları görüyoruz.
  Kâinatı ve insanın yaratılışını ruha değil, maddeye dayandıran zihniyetin temsilcilerini görüyoruz.
 Her varlığı 32 harfle açıklamaya çalışan, adını Hurufilik koyan, harflere esrarengiz manalar yakıştıran temelsiz âlimleri görüyoruz.
Kur’an’dan aldıkları bir kelimeyi, CİFİR yoluyla kendilerine yontanları görüyoruz.  CİFİR yoluyla Kur’an ayetlerini hesaplayıp, kendilerinden bahsedildiğini iddia ederek şeyhliklerini ilan edenleri görüyoruz.
 Örneğin;  Hud suresi 112 ayette Yüce Rab:“ Ey Muhammed emr olunduğun gibi doğru hareket et.” Diyebuyurmaktadır.
  Aynı surenin 115 ayetinde de “İçlerinde berbat olanlarda said olanlarda vardır.” Anlamında bir cümle bulunmaktadır. Buradaki mutlu anlamına gelen Sait kelimesini kendisine hitap olarak algılayan ve iddia eden şeyhleri görüyoruz.
 Bakın bu zat-ı Muhterem nasıl yorum getiriyor.
 112 nci ayette geçen ve “Ey Muhammed emr olunduğun gibi doğru hareket et. “ Cümlesinin CİFİR yoluyla hesabı 1303 dür.  ŞURA Suresinin 4.cü ayetinde de “ Ve hüvel aliyyül azim.” …O yücelerden yücedir.” Denilmektedir. Bunun da Cifir hesabı 1309 dur. Şeyhimize göre 1303 tarihi şeyhin ilime başlama tarihidir. 1309 ise ilmini tam manasıyla tamamlayıp ders vermeye başladığı tarihtir. O bu kadar kısa zamanda başkalarının on beş yılda okuyabileceği kitapları üç ayda okuyup ilmini tamamlayıp dersler vermeye eserler yazmaya başladığını iddia ederek kendi kendini met hu senalar etmektedir. Hangi ilimden olursa olsun sorulan her soruya en doğru cevabı veren bir âlim olduğunu söylenmektedir. Bu Şeyhe inanarak çok büyük insan grupları oluşmakta ve kendilerine göre bir tarikat oluşturmaktadırlar.
  Bütün muhataplar içinde özellikle bu şeyh’e iltifat edilmektedir.
    İsra Suresi ayet 9 da: “ Gerçek bu Kur’an (insanları) öyle bir şeye (yola) götürür ki, o en adil ve doğru yoldur. Güzel güzel amellerde bulunan müminlere kendileri için muhakkak bir ecir olduğunu müjdeler.“   
Kur’an’ın insanları yönettiği belirtilen en doğru, en gerekli yolun “sıratı müstakim olduğunu hepimiz biliyoruz.
Fatiha suresinde zikredilen: “ İhdinassıratel müstakim” bu yoldur. Bu yol, bilim, akıl ve nakil yoludur. Kur’an her şeyden önce akla ve nakle önem verir. Asıl amacı, insanın dünya ve ahiret saadetini, mutluluğunu ve selâmetini temindir.
Akıllı görülenler, duyulanlar bilinenler âlemin sınırlarını aşacak bir kudrete sahip değildir.  Bu bakımdan Allah’a ve ruha ait meselelerde iman ile işbirliği yapmadığı zaman, insan İlâhi kontrolden uzaklaşmış, gerçeklerden sapmıştır. İlâhi kanunlar akılla beraber ruhlara yerleştiği vakit, insanlar mutlu olmaktadırlar.
Günümüzde vitrinlerimizi dolduran, perde ve sahnelerimizde temsil edilen binlerce eserin ne kadarı gerçeklere uygun, İslam ve Türk ananelerine bağlı gerçek tarih sahnelerini dile getirmektedirler?
 İslâm Dininin inançlarını, emirlerini ve yasaklarını dile getiren binlerce eser kaleme alınmıştır. Hatta bunların çoğu yabancı dillere tercüme edilmiştir.
Buna karşılık bozuk düşünceli, kendini hurafenin girdabından kurtaramamış bir takım sahte ve sapık fikirleri ile Peygamberlik iddiasında bulunacak kadar ileri giden fikir yoksulları da çıkmaktadır.
İşte akıl yolundaki ışık ve dengeyi saptıranlar bilerek veya bilmeyerek dine en büyük darbeyi vurmaktadırlar. Kendi çıkarları uğruna koskoca bir din müessesesine leke sürmekten çekinmemektedirler.
   Bir tarikatın şeyhi, Nur Suresinin 35 nci ayetini nasıl tahrif ve tercüme etmektedir görelim bakalım.
Bu Surenin 35 ayeti şöyle:
“Onun nuru içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer.
 O ışık bir cam içindedir. Cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu, ne yalnız doğuda ve ne de batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi yakacak! Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara örnekler verir. O her şeyi bilir.”
Bakın şeyhimiz bu ayeti nasıl yorumlamış.
“ Hem işaret eder ki; Risale-i nurun müellifi de ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders alma zorluğuna katlanmadan nurlanır âlim olur. (  O, On beş yılda okunabilecek kitapları üç ayda okuyup öğrenebilir.) ( Sikke-i tastik-i gaybi teksir sayfa 61-62)
Allah nurundan söz ederken elektriği, beni ve benim kitaplarımı anlatmak istemiştir. Bu ayette özellikle benden söz edilmektedir.
Benim özelliğimde bir başka kişi, benim kitaplarımın özelliğinde başka kitap bulunmadığı için, Allah’ın nuruyla ancak ben ve kitaplarım anlatılmış olabilir.
Kitaplarım da, ben de bir nurum. Çünkü ben herkesin ancak 15 yılda okuyabildiği kitapları, sadece 3 ayda okuyup öğrendim.
 O, bütün ömrünü bu milletin mutlu olması için harcamış 100den çok kitap yazmış, bir marifet  ehliymiş…..
Bakara suresi 269 da” Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona büyük iyilik edilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.”
Aynı surenin 151 ayeti de şöyledir.
 “ Nitekim biz size, aranızdan ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size hikmeti ve kitabı öğretecek, bilmemekte olduklarınızı bildirecek bir peygamber gönderdik.” Buyuruluyor.
 Şeyh efendiler bu ayeti yorumlarken kendilerine bakın nasıl pay çıkarıyorlar. Allah bu hikmeti güya ona vermiş!
“Nitekim biz size aranızdan, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak size hikmeti ve kitabı öğretecek, bilmediklerinizi bildirecek, bir kişi gönderdik diyor ya işte o benim!” Diyecek kadar ileri giden şeyhler türemiştir.
 Hud suresi 105 ayette zikri geçen; ” Onlardan kimileri bedbaht, kimileri de Saittirler. (Cennetlik) Buradaki Sait kelimesiyle kendisinin zikredildiğini iddia eden şeyhler türemiştir.
 Bir başka örnek:
Tövbe suresi 33 ve Saf suresi 8 ayette geçen,
“Onlar istiyorlar ki, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürsünler. Oysa Allah, kâfirler hoşlanmasalar bile, nurunun tamamlayıcısıdır.”
Şeyh efendiye göre bu nur, Risaleyi nurun kendisidir.
Kaynak (Sikke-i Tastiki gaybi) Bu eser hocanın yazdığı rsaledir.
Bu cümlenin CİFİR hesabına göre değeri 1316 veya 1317 dir.
Bu tarih, Avrupa müstemlekeler Bakanının Kur’an’ın ışığını söndürmeye çalışmasına karşılık, şeyh efendinin o nuru parlatmaya çalıştığı tarihe denk düşmektedir. Bu da Kur’an ayetlerinde onun adının zikredildiği anlamın taşımaktadır.!....
Aynı  eser s.81.
 
DİN BÜYÜKLERİNİN SÖZLERİNDEN ÇIKARILAN MÂNÂLAR
 
Hz. Ali, Kaside-i Cel Celûtiye’sinde bakın ne demiş:
“Ey değeri yüce olan İsm-i Azamı taşıyan kişi, Dövüş korkma! Savaş, çekinme!...”
 Bakın hoca Efendi bu sözler hakkında ne diyor!
“ Kaside-i Cel Celûtiye’de okumadığım birkaç sayfa vardı. Kitabı açarken o sayfaları okumak istemediğim için atlıyordum. Ama ne zaman bu kitabı okumak için alsam o sayfalar kendiliğinden açılıyordu. Adeta beni oku diyordu. Ama ben okumuyor atlıyordum.
Bu durum yetmiş kere hatta yüz kere tekrar etti.
Sonunda okudum. Şöyle diyordu. “Ey değeri yüce olan, İsm-i Azamı taşıyan kişi diye seslenişini duydum. Hayret içinde kaldım!
Daha önce niye bu sayfayı okumadım diye üzüldüm. Ondan sonra bu sayfayı hep okudum. Bu durumu arkadaşlarıma anlattım. Onlar da hayretler içinde kaldılar. Dedim ki bu durum Cel Celûtiye’nin bir kerametidir. Onun için bu sahife her seferinde kendiliğinden açılıyordu. Bu ise beni kaleme al, beni yaz demekti!
İnanmayanlara inandırmak istiyordu kendisini! Davam için delilsiz kaldığım bir zamanda açılan sayfadaki hitaplarıyla elimden tutmuştu. Hz. Ali “ Ey değeri yüce olan ism-i azamı taşıyan kişi! Dövüş korkma! Savaş çekinme! Diye seslenmişti bana.”
Bu iddiasının devamında deniliyormuş ki:
“Biz Peygamberin ailesi olarak Sıkıntı zamanında yardımcı çıkarıp imdadına koşuyoruz.”
Abd-ül Kadir Geylâni Hz. Retleri de diyormuş ki: ” Ey Müridim, sen zamanın Abd-ül Kadir Geylanisisin. Tanrıya içtenlikle yönel, Sait ve mutlu olarak yaşa.” Diyormuş…
 
Görülüyor ki: Tarikatlarda şeyhine Pirine her kim ise emrine göre hareket vardır. Kur’an’ı ve hadisi şerifleri, kendilerine alet etmekten çekinmeyen, onların izinden gitmeye çalışan guruplar oluşmaktadır. Kısacası, dinini milletini seven, akıl ve ilim ölçülerine inancı olan şuurlu bir Müslümanın bu tür şeylere inanmaması gerekmektedir.  Saygılarımla.
 
 Kaynak: İslam ansiklopedisi.
Tarikatta rabıta ve Nakşibendili (Ferit Aydın)
Laik Düzende Dini yaşamak (Hayretin Karaman)
Alıntı  
Tweet      
     


Digg   Delicious   Reddit   Facebook   Twitter   StumbleUpon  


Konuyu görüntüleyenler:
1 Misafir

Mustafa Ceylan |
  •  
  • Yukarı dön  
  • Lite mode  
  •  Bize Ulaşın


Dost Sitelerimiz:

Türkçe Çeviri: MyBB Türkiye
Üretici: MyBB, © 2002-2025 MyBB Group-Theme © 2014 iAndrew

Sitemizde yer alan eserlerin telif hakları şair-yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır. Kaynak gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir.(Haberleşme : ceylanmustafa_07@hotmail.com)
Doğrusal Görünüm
Konu Görünümü
Yazdırılabilir Sürüm
Konuya Abone Ol
Konuya Anket ekle
Konuyu Arkadaşına Gönder