Yaşlandık gittik, eğitim ve öğretim konusu açılınca dikkatimizi oraya veririz. Öğretmenliğimiz aklımıza gelir şüphesiz.Öğretmenlere ve öğrencilere uygulanan bir haksızlık karşısında üzüntü duyarız, haklı olarak. Meslektaşım ve Aksu’dan tanıdığım Hüseyin Erkan’ın da benden geri kalır tarafı yok. Aşağıdaki yazısında öğretmen-öğrenci ilişkileri üzerinde duruyor.
Ünal Şöhret Dirlik
OH N E Â L Â, N E Â L Â !
Görebildiğin kadar mavi Sürebildiğin kadar toprak Sarabildiğin kadar kadın
Bu dünya
Mehmet BAŞARAN
Bitkiler gibi, hayvanlar gibi aynı, insanlar da çeşit çeşit… Sözgelişi, kimi insan hiç gazete okumaz. “Radyodan dinliyor, televizyondan izliyorum haberleri. Ayrıca bir de gazete okumama ne gerek var!” der.
Kimi insan içinse ekmek neyse, gazete odur. Bakkaldan ekmekle birlikte gazete de alır mutlaka.
Gazete okuyanlar da çeşit çeşittir. Kimi, spor sayfalarını okur yalnızca, kimi siyaset… Yalnızca magazin haberleri için gazete alanlar da var, yalnızca cinayet haberlerini okuyanlar da…
Dahası başkaları da var ya, yeter bu kadar. Konumuz bu değil çünkü.
“- Ya sen, ya sen Hüseyin Erkan?” diye mi sorarsınız.
Biraz biraz hepsine göz atarım ben.
Sözgelişi, 17 Mayıs 2014 günlü gazetelerdeki, “Öğrencinin Yumruğu Müdür Yardımcısını Komaya Soktu” başlıklı haberi okumadan geçemedim:
Olay yeri: Kayseri’nin Melikgazi ilçesi…
Okul: Seyyid Burhaneddin Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi…
Özetleyivereyim size haberi: Son sınıf öğrencisi F. Ş. okul koridorunda karşılaştığı Müdür Yardımcısı M. A. (60) ile konuşmak ister. Bir süre konuştuktan sonra, nedense sesler yükselir. Öğrenci yumruk atar, Müdür Yardımcısı dengesini kaybedip düşer. Kafası yere çarptığı için beyin kanaması geçirir; hemen hastaneye kaldırılıp yoğun bakıma alınır. ( 5 Haziran günlü gazeteler, maalesef, kurtarılamadığını yazıyordu.)
Diyeceksiniz ki şimdi, “Ne diye anlattın ki bunu? Neredeyse her gün, benzer haberlerle dolu gazeteler. Ya öğretmen öğrencisini hastanelik ediyor, ya öğrenci öğretmenini… Ya doktor hastasının burnunu kırıyor, ya hasta doktorunun… Ya polis yere düşen yurttaşı tekmeliyor insafsızca, ya yurttaş polisi…”
Haklısınız, çok olağan bu tür haberler artık, değil mi?
Evet, çok sık rastlar olduk da… Gerçekten “olağan” mı sayılmalı bu tür haberler? Üzerinde düşünülmemeli, tartışılmamalı mı hiç?
Okur okumaz, ben ne düşündüm, merak eder misiniz?
Okuduğum ve öğretmen olarak görev yaptığım okullarda beden eğitimi öğretmenleri, müdür yardımcısı olurdu mutlaka. Siz de düşünün şöyle bir… Doğru değil mi?
Bu işin sırrı nedir pekiyi? Neden okul müdürleri, ille de beden eğitimi öğretmenlerini seçerler, yardımcı olarak kendilerine? Bir hikmeti olması gerekir bunun, değil mi?
Yıllar yıllar sonra, ben çözdüm bu sırrı işte! “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur.” dememiş mi atalarımız? Bunu iyi bilen okul müdürlerimiz, ne kadar haklıymış meğer!
Öyle sanıyorum ki, Kayseri – Melikgazi’de öğrencisinin bir yumruğu ile hastanelik olan müdür yardımcısı, beden eğitimi öğretmeni değil… Nerden mi anladım?
Bir: Beden eğitimi öğretmeni olsa, elinde değnekle gezerdi mutlaka! (Binde bir istisnaları da var; özür dilerim onlardan.)
İki: Öğrenci, (lise son sınıfta bile olsa) o müdür yardımcısı ile konuşmaya cesaret edemezdi. O buna cesaret etse bile, öğretmen konuşmasına izin vermezdi.
Üç: Şu ya da bu nedenle izin vermiş olsa bile, öğrenci, kendisinden daha güçlü bir yapıda olan müdür yardımcısına yumruk atmaya cesaret edemezdi.
Dört: Mesleği dolayısıyla her gün idman yapan, dolayısıyla kasları gelişmiş olan hiçbir beden eğitimi öğretmeni, öğrencinin bir yumruğu ile kesinlikle dengesini yitirip yere düşerek nakavt olmazdı. Aksine, yumruk atan öğrenciyi eşek sudan gelinceye kadar döver, pestilini çıkarırdı.
Demek ki, bütün suç Melikgazi S. Burhaneddin Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi Müdüründe! Sen ne diye beden eğitimi öğretmeni olmayan, dövüş tekniklerini bilmeyen, kol ve bacak kasları gelişmemiş bir öğretmeni müdür yardımcısı seçersin ki?
Bu büyük hatasından dolayı müdür hakkında soruşturma açılacak mı, bakalım!
Olayın şakaya gelir yanı yok, daha ciddi olmak zorundayız.
Ben şunu gördüm ki, öğretmenlik yıllarımda, öğretmenlerin ve idarecilerin büyük çoğunluğu, ezilmesi gereken zararlı bir böcek gibi görüyordu öğrenciyi.
Hayır, hayır!.. Kesinlikle abartmıyorum. Bir örnek olsun diye söyleyeyim: 1962’de Diyarbakır’ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Okulu’nda, meslektaşlarımdan birine bir öğrencimin başarısından söz etmiştim de övgüyle, “En iyisinin anasını bilmem ne yapayım…” cevabını almıştım. Ötesini varın siz düşünün artık.
Bu yapıda, bu anlayışta bir öğretmene, bir idareciye siz, öğrenci olsanız, saygı duyar mısınız? Nitekim beni ziyarete gelenler, elli yıl geçtiği halde, nefretle anıyorlar o “sözde öğretmen”in adını. Daha doğrusu adını çoktan unutmuşlar da, lâkabını…
Sizinle konuşmak isteyen insanın bir derdi, bir sorunu vardır mutlaka. Hele hele bu kişi, sizin öğrencinizse…
İyi bir öğretmen, iyi bir yönetici ne yapar? Kendisiyle konuşmak isteyen öğrencisini, sözünü kesmeden hiç, dikkatle dinler. Yani, önce problemin ne olduğunu anlar. Sonra çözüm yolları üzerinde düşünür.
Nitekim iyi bir doktor da aynı şeyi yapmaz mı? “Şikâyetiniz nedir?” diye sorup dikkatle dinlemez mi hastasını? Sonra iyi bir muayene… Doğru bir teşhis koymak için filmler, tahliller… Ve sonra tedavi…
Bu yöntemi usûleuygun olarak doğru düzgün uygulayan hiçbir hekime ne hastası hakaret edip yumruk atmaya kalkar, ne de hasta yakınları…
İyi bir öğretmen, iyi bir okul yöneticisi de ne öğrencisinden dayak yer, ne öğrenci velisinden…
Öğrenci – öğretmen anlaşmazlıklarında, nerdeyse yüzde yüze yakın bir oranla, öğrencileri haklı gördüm ben. Ne yazık ki, disiplin kuruluna aksetmiş bu tür durumlarda, yüzde yüz öğrenci suçlu bulunur; ceza öğrenciye verilir hep.
Okullardaki disiplin kurullarında neden öğrenci temsilcisi bulunmaz hiç? Ve dahi okul-aile birliğinden bir öğrenci velisi… Koskoca Milli Eğitim Bakanlığı’nın gelip geçmiş onca ünlü “Bakan”ı, “uzman”ı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkan ve üyelerinin hiçbirinin aklına gelmemişse böyle bir konu, normal mi sayalım, şimdi biz bunu?
Suçu öğretmen ya da okul yöneticisi işlesin, cezayı öğrenci çeksin! Oh, ne âlâ!..
Neden kimse ses çıkarmaz, bu haksızlığa hâlâ?
Daha düne kadar, ilkokul ve ilköğretim okullarında, “Türküm, doğruyum, çalışkanım!.. Yasam: Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak…” diye başlayıp “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” diye devam eden bir “Ant” içirirdik her sabah, öğrencilerimize.
Bir yararıvar mıydı, yok muydu bunun; bilemeyeceğim de, her gün, her sabah ant içmeyi yararlı kabul eden büyüklerimiz, neden benzer bir “ant”ı öğretmenler için de şart koşmamışlar ki?
“Nasıl bir şey olurdu, öyle bir ant?” diye mi sordunuz.
Şuna ne dersiniz, sözgelişi:
“Ben bir insan sanatkârıyım. Mesleğimin bilincinde bir hayat yaşamayı ilke edinmiş bir vazgeçilmezim yani. Bugün de tıpkı dün gibi önyargılı davranmayacağıma, her öğrencimi bir kurtarıcıgibi göreceğime, kendimi gelmiş geçmiş en iyi eğitimci kabul edeceğime, hiçbir öğretmen arkadaşımın şevkini kırmayacağıma, dedikodu değil iş yapacağıma, her ânımda mutlaka faydalı olacağıma ve bu çerçevenin dışına asla çıkmayacağıma namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” (*)
Evet, öğretmenlerimiz her gün değilse bile haftanın ilk günü, derslere başlamadan önce böyle bir ant içmeli bence. “ Önyargılı davranmamak, her öğrenciyi zararlı bir böcek gibi değil de bir kurtarıcı gibi görmek, öğrenciyi şu ya da bu nedenle sevmese, sevemese bile ona saygı göstermek, dedikodu değil iş üretmek” her öğretmenin en başta gelen özelliği, yani “olmazsa olmaz”ı sayılmalıdır mutlaka!
Hüseyin Erkan
---------------------------------------------------------------------
(*)Bir Türk Dünyaya Bedel, İki Türk Lak Lak Eder, Erdal Demirkıran, Kashna Kitap, İstanbul 2013, Sa.265