• SiteAna Sayfa
  • Güllük Dergisi
  • Şairlerimiz
  • Arama
  • Üyeler
  • Video
  • Yardım
  • bayrak

Giriş Yap   Kayıt Ol
Oturum Aç
Kullanıcı Adı:
Şifre: Şifremi Hatırlat
 
Gülce Edebiyat Akımı
gulce
Your browser does not support the audio element.

Akdeniz Radyo istek
Tıklayın-Okuyun/Güllük Dergisi

Google Web'de Ara Sitede Ara
Submit Face book
  • 0 Oy - 0 Yüzde
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Konu Modu
Tarih ve Edebiyat İlişkisi ve Sulhiyeler
Dışarıda Site Yönetimi
Admin
*******
Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesaj Sayısı: 12,518
Konu Sayısı: 11,588
 
#1
26/08/2013, 02:04
BRNC BÖLÜM


TARH-EDEBYAT LSKS VE SULHYYELER

Divân edebiyatı eserlerinin, metin serhi, metin analizi ya da ses ve yapı
özellikleri bakımından incelemeye tabi tutulması; daha basite indirgenerek bir aruz kalıbı bulmada deneme yapılan veri olarak kullanıldıgını görmüsüzdür. Osmanlı edebiyatında özellikle XVII. ve XVIII. yüzyıllardan itibaren günlük olaylara da yer verildigi, sosyal hayattan karelerin de sunulmaya basladıgını söyleyebiliriz. Bu baglamda bir edebî türü, gerek sosyoloji ve tarih, gerekse diger bilim dallarıyla birlikte degerlendirmek, disiplinlerarası çalısmalara yol açacagı gibi, kısır döngüden
kurtarılarak, metinlere yeni bakıs açıları ve metodlarla yaklasmamıza da yardımcı olacaktır.


A. Tarihin Edebiyattaki zdüsümleri


Sözkonusu Sulhiyyeler de, bu tür çalısmalara öncülük edecek metinlerdir.
Zira, tarihi bir vakayı, daha dogrusu bir süreci konu edinmesi bakımından, tarihle dogrudan baglantılıdır. Durum böyle olunca, edebî eserlerden nasıl yararlanılacagı ya da tarih arastırmalarında her hangi bir türün yardımcı unsur olarak, nasıl kullanılacagı irdelenmelidir. Bir eseri incelerken tarihi arka planı, dönemi ve kisileri gözardı etmek bizi yanlıs yönlere götürebilir. Bu hataya yol vermemek, hatta tarih ve edebiyatı bir birini destekleyen bilim dalı olarak ele alarak, farklı yorumlar getirmek yerinde olur.

Bu konuda, Cornell H. Fleischer’in Tarihçi Mustafa Âli adlı kitabındaki
görüsleri yol gösterici mahiyettedir:

Osmanlı imparatorlugu üzerine modern arastırmacılıkta, anlatı kökenli, özellikle de edebi nitelikteki kanıtlara güvenmeme, arsiv belgelerine dayalı, kisisellikten arındırılmıs ‘katı’ verileri ya da ‘olgusal’ anlatıları yegleme egilimi vardır. Böyle bir güvensizlik ya da bu kaynakların içerdigi öznellikten korku duymak yalnızca yersiz degil, aynı zamanda ciddi biçimde kısıtlayıcıdır. ‘Yumusak’ kanıtlar, tıpkı yumusak dokular gibi, katı yapılara can ve anlam kazandırır.

(Fleischer 3)

Cornell Fleischer, edebi metnin tarih arastırmalarında ne denli önemli
oldugunu bu sekilde özetler. Çalısmamızda inceleyecegimiz Sulhiyyeler baglamında da bu görüsün çok önemli yeri oldugu kanâatindeyiz. Karlofça, Pasarofça ve stanbul (ran) antlasmaları hakkında tarih kaynaklarında ve ansiklopedi maddelerinde yeteri kadar bilgi bulunabilir. Öte yandan, bu antlasma sürecine bir de edebî metinler baglamında bakmanın ne denli genis bir yelpaze sunacagı düsünülebilir. Bu baglamda Sulhiyyelerin ayrı bir yeri olacaktır:

Beyitlerin arasına sıkıstırılan ya da üzeri kapalı bir sekilde söylenen tarih anlatımı yerine, bu kaside türü dogrudan ve açık bir sekilde tarihi bir dönemi, “dönüsümü” anlatmaktadır. O zaman Sulhiyye türü ‘yumusak’ kanıt olmakla birlikte, ‘katı’ yapıları dogrudan destekleyen, onlarla
paralel çizgide ilerleyen ve tamamlayıcı özellik tasıyan veriler olabilir. Fleischer’in deyisiyle, “Vakayiname, yasamöyküsü, hatta edebiyat türü kaynaklar ise arsiv defterlerini dolduran kuru, kısa ve kopuk kayıtlara, dogaları ve amaçları geregi düsünsel tutarlılık katabilir” (3). Tarihin “katı” kayıtlarının insan, dolayısıyla toplum üzerindeki etkisi yumusak bir doku olarak onun “hayatî” degerini somutlastırır.

Bu konuda Ali Fuat Bilkan’ın Osmanlı Siirine Modern Yaklasımlar adlı
kitabındaki, “Tarih Arastırmalarında Edebî Metnin Degeri” baslıklı makalede dile getirdigi görüslerine de deginmek yerinde olacaktır. Edebiyat ve tarih alanındaki arastırmalarda edebî türlerin önemine deginen Bilkan, “bu türlerin basında, dogrudan dogruya tarih alanına giren edebî eserler vardır ki bunlar edebiyat tarihi niteligi tasıyan hem edebiyatçı hem de tarihçi açısından deger arz eden eserlerdir” (Bilkan 98) der. Her iki alanın da bir digerine yardımcı unsur olarak degerlendirilmesi gerektigini vurgulayan Bilkan, kaside türü için ise “mutlak anlamda bir maksat üzerine yazıldıkları için, çogunlukla tarihî muhtevâ tasıyan eserlerin basında gelmektedir” (99) diyerek esaslandırır.

Edebiyat ürünlerinin tarih ve diger arastırmalardaki yeri hakkındaki
görüslerimizi destekleyen ve disiplinlerarası çalısmaya yeni bir boyut kazandıracak daha önceden yapılan çalısmalar yolumuza ısık tutacaktır.

Sabri F. Ülgener’in ktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası adlı kitabındaki görüsleri ve izledigi metod, bu konuda takdire sayandır. Çözülme devrinin iktisat ahlâkı ve zihniyetini arastıran Ülgener, bu tarz çalısmalarda edebiyatın rolünün büyük oldugunu, “geçmisi zihniyet tablosu ile yeni bastan ‘insa’ etmenin yolu ve yöntemi, anlasılıyor ki, zihniyet arastırmaları ile sanat ve edebiyat tarihini bir çatı altında yan yana getiriyor” (Ülgener 11) sözleriyle açıklar.

Zihniyet arastırmalarında tarihin öneminin yanında, edebiyatın “bir bakıma, sosyo – kültürel kisiligimizin söz ve yazı halinde kendini dısa vurması demek” (11) oldugunu vurgulayarak, “ kâh ‘kendisi toplumu belirleyen’
kâh ‘toplumla biçimlenen’, fakat hangi suretle olursa olsun sosyal varlıgımızı oldugu gibi aksettiren ifade ve sembollerin toplamı olarak önümüze seriliyor” (11) der.


Üzerinde durulan ve özellikle vurgulanan “toplumu belirleyen” ve “toplumla
belirlenen” tanımları, edebi türün gerçekten o denli uzak olmadıgını, hatta bir nevi sosyal hayatın akislerini görmemize yarayan alanlar olarak algılamamıza da yol açar.

Tarihi yeniden yasayamayacagımıza göre, Ülgener’in ifadesiyle “yeniden insa” etmek, ve o dönem hakkında yorum yapmak için, Sulhiyyeleri incelemenin ne denli önemli oldugunu söyleyebiliriz.

Ülgener, çalısmalarında Divan edebiyatına özel bir yer vererek, “Biz, ne var
ki, tek ve somut vak’alarla degil, çagın ve çevrenin umûmî havası ile ilgilenecegimiz için bas vuracagımız kaynaklar halk ve destan edebiyatından çok klasik edebiyata – özellikle divan edebiyatına- ait eserler olacaktır” (Ülgener 12) der.

Halk ve destan edebiyatından çok divan edebiyatından faydalanmanın, zihniyet arastırmasındaki yerini ise su sekilde ifade eder:

Uzun zaman, toplumun gündelik yasayısı üstünde, basma kalıp sofiyâne rumuz ve ibareleri veya ran edebiyatının alısılmıs imajlarını gözü kapalı tekrarlamaktan öteye gidemedigi ısrarla ileri sürülen divan edebiyatını arastırmalarımız boyu apayrı bir çehre ile yanımızda bulacagız:

Gerçek ve baha biçilmez bir belge ve hazine kaynagı olarak! (12)
Ülgener’in dedigi gibi, bir belge ve kaynak özelligini tasıyan eserler, tarihi
süreci iyi anlamada bize yardımcı olacaktır. Barıs süreci ya da antlasmaların yapıldıgı döneme bu açıdan bakmak da, bir zihniyet arastırması olabilir. Zira, yapılan antlasmalar ve en önemlisi de bunların üzerine yazılan siirler, Sabri Ülgener’in de dedigi gibi “çözülme devri”ne denk gelmektedir.

Sulhiyye mesnevi türünün de ilk örnegini 1699 yılında yapılan Karlofça antlasması üzerine yazılırken görürüz. Bu üzerinde düsünülmesi ve durulması gereken bir konudur: “çözülme”ye baslayan

Osmanlı ve Osmanlı’n zafer türküsünün son mısraları olan antlasmalar.

B. Dönüsümün Antlasması: Karlofça

1. Devletteki Degisim
********************
Halil nalcık, “Devlet-Toplum-Ekonomi” adlı makalesinde, Karlofça’nın
Osmanlı devleti için neler ifade ettigini ve onu nerelere sürükledigine deginir.

“Louis, Osmanlıya karsı Avusturya’nın ellerini serbest bırakarak Fransa’nın
rakibinin her zamandan daha güçlü hale gelmesine izin vermistir” (nalcık 130). Bunun sonucunda ise, “Avusturya, müttefikleriyle birlikte dört cephede Osmanlıyı on altı yıl korkunç bir saldırı karsısında bırakmıs ve Fransa’nın eski müttefiki Osmanlı artık belini dogrultamayacak bir duruma düsmüstür” (130). Bu durumda “Louis, Ren’e dogru genisleme politikasında bazı kazançlar elde etmis” olsa da, “Osmanlıya karsı muzaffer Habsburg hükümdarı Avrupa denge politikasında simdi üstün bir noktaya erismistir” (130). Görüldügü gibi barısın sadece toprak kazanma ya da deger kaybetme tarafı degil, denge politikasında söz sahibi olmak için çabalayan
ülkeler için de geliri çoktur. Daha sonra “Louis’nin ilerlemelerinden derin bir
kaygıya düsen Batılı komsular, ngiltere ve Hollanda, Karlofça’da barısı
gerçeklestirmek için Avusturya üzerinde kuvvetli baskı yapmıslar, Bâb-ı Âli’nin yeni dostları durumuna gelmislerdir” (131). Böylece barısın saglanması için bütün sartlar hazır hale gelmistir ve Osmanlı “yeni dostlar” kazanmıstır.

Denge politikası, devlet yönetimi ve otorite kaygısı için önemli bir etkendir.
Karlofça antlasmasının degisime yol açtıgı bir diger nokta da, devlet yönetimidir.

“Klasik dönemde vezirlerin çogu, beylerbeylikten gelen askerlerdir”, ama “Osmanlı Devleti Karlofça Barısı (1699) ile devletin bekasını Avrupa devletler dengesi ve diplomaside görmeye basladıktan sonra, veziriazamlar dısislerine bakan bürokratlardan seçilmeye baslamıs[tır]” (nalcık 152). Yani Osmanlı bundan sonra dıs islerini de diger ülkelerin politikalarına göre düzenlemek zorunda kalmıstır ki, bu da ne derece dısarıya baglı ve onların etkisinde kalmıs bir devletin portresini görmek
için yeterlidir. “Karlofça Antlasması müzakerelerini yürütmüs olan reisü’l-küttab Rami Mehmed Pasa’nın veziriazamlıgından sonra bu makama çogu zaman divân kâtipleri sınıfından yetisenler gelmistir” (152). Bundan sonra diplomasi isleri için bizzat divanda yetisenler bu makama gelecekler ve onlar yönetecektir.

Karlofça sadece devlet islerinin degisimi ve sarayın dısarıya baglı kalmasını
simgeleyen ve baslangıcı olan bir antlasma degildir. Bu süreçten sonra, toplumun kültür bakımından da degistigini görürüz. Bu sürece iten sebep ise yine aynıdır:

Osmanlı’nın dünya üzerinde geldigi konum ve diger ülkelere bagımlılıgı. Halil
nalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkilesimi” adlı çalısmasında, “Kültür degisimi, (acculturation) ile kültür elemanlarının aktarılması (cultural borrowings) ayrı süreçlerdir. Bir anlayısa göre, acculturation, kültürlesme, bir kültürü belirleyen temel-degerler sisteminde degisiklik demektir” (nalcık 1049) diyerek, kavramları açıklar. Ardından da, gelenekçi toplumlarda, temel degerler sistemini dinin belirledigini vurgular. Bu temel koyucu kavramın baskaları tarafından nasıl yorumlandıgını ise, “Bazı sosyologların ve tarihçilerin, Avrupa kültürünün hümanizm ile Hristiyan dininin bir sentezi oldugunu ileri sürerler. Bir bölüm tarihçi ise, Avrupa medeniyetinin akılcı ve hümanist karakteriyle insanlıgın ortak mirası
oldugu, onun için her laik toplumun esas kültürü olabilecegi noktasında birlesirler” (1049) diye özetler.

‘Kültürü bir deger-sistemi olarak benimseyenlerin, bu sonuncu yorumu kabul etmelerine imkân’ olmadıgına deginerek, “kültür degisimi sorusu[nun], kültürü nasıl anladıgımız ve yorumladıgımız noktasına geli[p],
dügümlen[digini]” vurgular. Asıl üzerinde durulması gereken nokta ise, Karlofça’nın kültür alısverisi üzerindeki etkisini gösteren fikiridir:

Klasik dönemde Müslümanlar, Hristiyan dünyasından (“kafiristan”
dedikleri Avrupa’dan) gelen seylere mekruh gözüyle bakıyor, tutucu
çevreler “Frenkleri” taklid etmeyi küfür sayıyorlardı. Avrupa
medeniyetine karsı davaranısta ilk degisme, Avrupa karsısında
bozgununu belgeleyen 1699 Karlofça antlasmasından sonra gerçeklesti. (1049)

Öyle anlasılıyor ki, Karlofça antlasmasından sonra, Devlet-i Aliyye düsman
ülkeleri karsısındaki konumunu belirlemis ve dıs etkenlerden ne kadar etkilenir hale geldigini de belgelemistir. Zira “Kafiristan”dan gelen seylere mekruh1 gözüyle bakarken, artık medeniyet baglamında da onlar örnek alınmaya baslanmıstır.

Frenklerin taklid edilmesi ise küfür sayılır ki, bu kafirle denk tutulmak anlamına gelir. Bu kadar kesin çizgilerle düsmandan kendini soyutlamıs Osmanlı’nın, 1699 Karlofça sonrası karsı tarafı ne kadar benimsedigini, onların “üstünlügünü” kabul ettigini, bu antlasma sonucunda topraklarının yanında nelerin kaybedildigini de simgeler.

Nitekim, “Bir kültür unsuru, kendi-iç (intrinsic) degeri dolayısıyla yayılmaz,
onu tasıyan fert veya toplumun prestiji önemlidir” (1050). Devlet-i Aliyye ise, “Batı yasam tarzı ve deger sistemiyle ilgili seyleri 1699 Karlofça antlasmasından sonra alır”. nalcık’ın ifadesiyle, “Yirmisekiz Mehmed Çelebi’den önce, Batı kültür ve medeniyetine hayranlıgı, hiçbir Osmanlı onun gibi duymamıs ve ifade etmemistir.

1 Mekruh: Lügat itibariyle “hosa gitmeyen sey” manasını tasır. Yapılması
istenmeyen ve terki iyi görülen seylerdir. slâm lmihali. A. Fikri Yavuz. Çile Yayınları.

Baska deyimle, Batı, 18. yüzyılda begenilen, taklid edilen bir prestige-culture haline gelmistir” (1050). Yani, Batı devletleri rüstünü ve gücünü ispat ettikten ve üstün oldugunu kabul ettirdikten sonra, adeta kültür merkezi haline gelmistir. 1699 Karlofça antlasmasından sonra en üst kültür diyebilecegimiz bir güce sahip olan Batı, artık Osmanlı için de beslenme kaynagı olacaktır. Tabi ki bu durumun belirleyici kriteri ise yine aynı: Elden çıkan topraklarla birlikte, kaybolan devlet degeridir.

Halil nalcık, Karlofça ile degisim zincirine bir digerini daha ekler. “1683-99
felâket ve bozgun yıllarında Osmanlılarda zihniyette bir devrim meydana gelmistir.

O zamana kadar Avrupa’nın herseyini küçümseyen Osmanlılar, o dönemde Batı’nın üstünlügünü kabul etmis, böylece Batılılasma için ilk psikolojik kosul, zihniyet ve davranısta devrim gerçeklesmisti[r]” (1086). Zihniyet ve davranısta degisimin baslaması, artık devletin ne duruma düstügünü ispatlar bir vaziyet olsa gerek. Bir devlete karsı yenilgiyi kabul etmek, o devletin artık üstün güç olarak algılanmasına yol açmayabilir.

Oysa “Osmanlı toplumunda Batı’yı ve hümanizmi yakından tanıyan
Dimitri Kantemir’in yakın dostu Reisülküttab Rami Mehmed Efendi Karlofça’da bas murahhas sıfatıyla barısı sagladıktan sonra, sadrazam olmus ve kalkınma için ilk kez kapsamlı bir Batılılasma politikasını benimsemisti[r]” (1086). Devleti kalkındırmak için izlenen politikanın, karsısında yenilgisini ispatlamıs bir devletten alma girisimi oldukça dikkat çekicidir. Artık kendi zihniyet dünyasında ilerleyemecegini ve o genis
birikimi diger devletlere yayamayacagını anlayan Osmanlı, ister istemez zihniyet ve davranısta devrim yapmak zorunda kalmıstır. Ne yazık ki, “Seyhülislâm Feyzullah Efendi’nin tüm devlet islerine müdahaleleri sonucu, 1703 ayaklanması ve saltanat degisikligi Rami Pasa’ya fırsat verme[mistir]” ve “ülkeyi kalkındırmak için bilim ve egitimde atılım ve Batı’nın bilim ve teknolojisini alma zaruretini anlayan yenilikçi
bürokrasi, 1718’de Sadrazam Damad brahim Pasa ile birlikte yeniden isbasına gel[mistir]” (1086). Ki, bu da Pasarofça Antlasmasına denk gelir.

Batı’nın ikinci kez Osmanlı karsısında üstünlügünü ispatlaması ve onlara olan özentinin devamı niteligindedir. Hatta “1721’de Yirmisekiz Mehmed Efendi’nin Fransa’ya elçilikle gönderilmesi bu egilimle dogrudan dogruya iliskilidir” (1086). Burada, zihniyet ve davranıstan da ileri gidilerek, bilim ve teknolojiye kadar uzanan bir özenme zincirini görürüz. Aslında “Batılılasma” egiliminin iste o zaman; 1699 Karlofça Antlasması
ile basladıgını söyleyebiliriz. Batı her bakımdan güçlü bir konuma geldigi için, “Batılı”lasmak da zorunlu olmustur!

Buraya kadar özetle anlatmaya çalıstıgımız degisimleri göz önünde
bulundurursak, Karlofça antlasmasının Osmanlı devletinin kaderinde ne kadar etkin bir dönüsüm rolü oynadıgını rahatça görebiliriz. Sadece yenilgi ve toprakların elden gitmesi seklinde degil, bundan baska da nelere yol açtıgını ögrenmek bizim için önemlidir. Zira kültür, davranıs ve zihniyet gibi devletin “beyni” sayılabilecek temel kavramların degismesi; daha dogrusu nalcık’ın deyimiyle “devrim” göz ardı edilemez.


Degisimin ötesinde bir mana içeren “devrim”, eskiyi yıkarak yeni bir seyler kurma anlamına gelir ki, kültürden bilime kadar uzanan bu silsileyi yeniden
insa etmek, Batı’yı taklit etmek sayesinde gerçeklesmistir. Bütün bunlara bakarak, bu degisimlerin dönemin edebiyatı üzerindeki etkisi de düsünülebilir.


---------------------
a.g.e
Alıntı  
Tweet      
     


Benzeyen Konular
Konu: Yazar Cevaplar: Gösterim: Son Mesaj
  ŞİİRDE DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜN TARİHİNDEN -Sulhiyeler Site Yönetimi 0 1,636 26/08/2013, 01:42
Son Mesaj: Site Yönetimi

Digg   Delicious   Reddit   Facebook   Twitter   StumbleUpon  


Konuyu görüntüleyenler:
1 Misafir

Mustafa Ceylan |
  •  
  • Yukarı dön  
  • Lite mode  
  •  Bize Ulaşın


Dost Sitelerimiz:

Türkçe Çeviri: MyBB Türkiye
Üretici: MyBB, © 2002-2023 MyBB Group-Theme © 2014 iAndrew

Sitemizde yer alan eserlerin telif hakları şair-yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır. Kaynak gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir.(Haberleşme : ceylanmustafa_07@hotmail.com)
Doğrusal Görünüm
Konu Görünümü
Yazdırılabilir Sürüm
Konuya Abone Ol
Konuya Anket ekle
Konuyu Arkadaşına Gönder